Eyal Weizman: Suçu sadece suçlu çözebilir!

Eyal Weizman, 'Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti: İnsancıl Şiddetin Kısa Tarihi'nde siyasetin, mekanın hareketi aracılığıyla cereyan ettiğini belirtiyor.

Google Haberlere Abone ol

Duygu Doğan & Sidar Bayram

DUVAR - Londra’daki Goldsmiths Üniversitesi bünyesinde faaliyet yürüten Forensic Architecture (Adli Mimarlık), son yılların belki de en yaratıcı, ufuk açıcı ve etkili araştırma merkezi. Özellikle çatışma alanlarındaki ihtilaflı meseleler hakkında yürüttükleri soruşturmalar, ürettikleri kanıtlar ve hazırladıkları raporlarla hem araştırma yöntemlerine hem de insan hakları ve sosyal adalet mücadelesine önemli katkı sunuyor. Hak ihlallerine dair yaptıkları araştırmalar yalnızca hukuki, akademik ve kamusal alanlarda tartışılmıyor, sunum ve görselleştirme teknikleriyle sanat alanını da etkiliyor, sanat ve siyaset ilişkisine dair ciddi tartışmalara imkan tanıyor. Akademisyenlerin, sanatçıların, araştırmacıların, mimarların, yazılımcıların birlikte çalıştığı Forensic Architecture 2018’de İngilitere’nin en önemli modern sanat ödüllerinden biri olan Turner Prize’ın finalistleri arasında yer aldı. Geçtiğimiz günlerde ise Tahir Elçi davası için hazırladıkları adli bilimsel raporla ülkemizde gündeme geldi. Biz de Forensic Architecture’ın yürütücüsü Eyal Weizman ile geçtiğimiz aylarda Türkçe’ye çevrilen son kitabı Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti: İnsancıl Şiddetin Kısa Tarihi üzerine bir söyleşi yaptık. Weizman’ın adli mimarlık kavramının ve pratiğinin ortaya çıktığı kitap olarak nitelendirdiği Ehvenişer Siyaseti’nin yanısıra, mekânsal teori, insani yardım faaliyetleri, uluslararası insancıl hukuk, insan hakları siyaseti, Adli Mimarlık araştırma merkezinin faaliyetleri ve hakikat sonrası üzerine konuştuk.

Eyal Weizman, Fotoğraf: Paul Stuart 

Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti (The Least of All Possible Evils) adlı kitabınız üzerine konuşmaya başlamadan önce, şunu sormak istiyoruz; iktidar ilişkilerinin altyapısı olarak mimariyle ilgilenmeye, çatışmayı ve şiddeti mekansal ve mimari tezahürleri üzerinden düşünmeye nasıl başladınız?

Benim mekan teorisiyle derdim Paris şehriyle ilgiliydi, bir mimar olarak mekan teorisine boğulmuş durumdaydım. Paris, tahayyülümüzün önünde bir engeldi çünkü bir devlet aygıtı, başkent şeması olarak katı, değişmez, hayati bir işleve sahip olan Paris gibi bir başka şehir yok. Paris’te meydana gelen eylem ve isyanlar da daima şehrin sokaklarını kapatarak, şehri başka biçimlerde kullanarak gerçekleşmekteydi. Yani, şehir katıydı, eylem ise akışkan. Uğraştıkça Paris imgeleminin, mekanı akışkan ve esnek hale getiren çatışma cephelerini kavramamıza izin vermeyeceğini anladım. Çünkü mekan çok daha dinamik, hareketli ve değişkendir ve siyaset mekan içerisinde değil, mekan aracılığıyla meydana gelir. Bir bina bombalanır; bir kontrol noktası ortaya çıkar ve sonra ortadan kaybolur, sinsice kıvrılıp giden bir duvar mekanı kateder; yerleşkeler bazen geçici bazen kalıcıdır ama sürekli genişler. Mekanın gücü, esnekliğinden ve genişleyebilmesinden kaynaklanır. Sonrasında, mekansal düzenlemeyi böyle kavramaya başladığımda eylem ve mekanın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğine kanaat getirdim. Yani, mekan eylemi muhafaza eden şey değildir, aslında eylem mekandır ve mekan da eylemdir.

Buradan hareketle, mimarlık olayına, yani çatışmanın içinde mimarinin dinamik doğasına bakmak istedim. Bunun için siyaset ve mimari arasındaki ilişkiye dair tamamen yeni bir düşünme biçimi kurmam gerekiyordu. Mimari siyasetin katı bir biçime bürünmüş halidir. Yani siyaset, mekanın hareketidir ve mekanın hareketi aracılığıyla cereyan eder. İşte anlamam gereken tam da bu ilişkiydi: devinim içindeki mekanı nasıl okuyacaktım? Mekanı dinamik, esnek, şiddet dolu, baskıcı ama insanları zapt etmek için hep orada olan, sınırları belirli bir panoptikon gibi, bir hapishane gibi değil, genişleyen ve daralan, insana aniden çarpan, adeta bir canavarın kuyruğu gibi fiskeyi yüzüne patlatan bir şey olarak nasıl okuyacaktım? Batı Şeria’daki duvar tam da böyle bir şeydir, Ariella Azoulay ve Adi Ophir’in tabiriyle canavarın kuyruğu gibidir. Sanki oradan bir canavar geçmiştir ve şu an yalnızca onun kuyruğu görülebiliyordur. Ama kuyruğun yanında durduğunuzda, ki bu duvardır, fiskeyi suratınızın ortasına çarpıverir.

Oyuk Topraklar (Hollow Land) adlı kitabımda mekanın bir eylem olarak tahayyül edilme biçimine ket vuran Paris örneğine mesafe almam, yani mekanın katılığı, eylemin mekan tarafından içerildiği fikrinden uzaklaşmam gerekti ve bunun sonucunda siyasetin mekan içinde oluşmadığı, bizzat mekan olduğu; mekan ve hareketin de aynı şey olduğu fikrine yaslanan tamamen yeni bir mekan tahayyülü ortaya çıktı. Sonrasındaysa buradaki aktörlerin kimler olduğunu ve mekanı şekillendiren etkileşimlerin neler olduğunu görmeye ihtiyaç duydum.

'HAYATI ŞEKİLLENDİREN FAKTÖR İNSANİ YARDIM ÇALIŞANLARIYDI'

Ehvenişer Siyaseti kitabının genel çerçevesini nasıl oluşturdunuz? Bu kitap aslında Oyuk Topraklar’ın sonunda kısaca değindiğiniz insani yardım, insancıl hukuk ve insancıl şiddet meselesi üzerine. Sizi bu meseleler üzerine yazmaya iten sorular, teorik, yöntemsel ve sosyopolitik kaynaklar nelerdi?

Oyuk Topraklar’da daha çok altyapı, mimarlık ve şehir planlama bağlamlarına odaklanarak sivil alanlarda ordunun siyaset yapma biçimini ve orduya karşı gelişen direnişi ele aldım. Bu aktörler arasındaki etkileşim, mekanın muhafaza edildiği ve düzenlendiği bir tür kuvvet alanı yaratıyor gibiydi. Bir elektrik kuvvet alanı içinde olacağı gibi, içine koyduğunuz madde sanki bu kuvvetleri durmaksızın kendi biçimi üzerine kaydediyordu. Fakat, uygulanan asla tek bir kuvvet değildir, daima çeşitli kuvvetlerin kombinasyonundan oluşur.

Sonra bir noktada bu alandaki inanılmaz önemli bir aktörü atlamış olduğumu fark ettim. Hayatı şekillendiren, mekanı şekillendiren, işgalin gerçekleştiği fiziki çevreyi şekillendiren bu aktör, insani yardım çalışanlarıydı. Bu kişiler kesinlikle ikincil bir rol oynamıyordu aksine özellikle Gazze ve Batı Şeria gibi yerlerde bu kuvvet alanın en etkili, en güçlü oyuncu topluluklarından birini oluşturuyorlardı. Bir generalin konuştuğu bir basın açıklamasını hatırlıyorum. Generale şu minvalde bir soru gelmişti: “Ordu olarak yaptığınız şey ne biliyor musunuz, sürekli BM’den yakınmak, B’Tselem’den ve insan hakları gruplarından yakınmak, onları destekleyen Avrupa’dan yakınmak. Söyler misiniz bu insani yardım aktörlerinin tamamı Batı Şeria ve Gazze’yi terk etse ne olacak?”. Bir süre düşündükten sonra general yanıt verdi ve “öyle bir kaos yaşanır ki, artık yönetmemiz mümkün olmaz”, dedi. İşte o zaman günümüzün yeni sömürgecilik şartlarında nüfusu yönetme eylemini üstlenenlerin insani yardım alanındakiler olduğunu anladım. Bu alan içerisinde çalışanlar ölçülülük ve yönetme arasındaki bir çelişkiyle karşı karşıya kalmaktalar. Ve iyice anladım ki onların çalışma biçimi de mekansal, aslında onlar da birer mekansal pratisyen. İşte böylece, insani yardım mantığının mekansal kategorilere nasıl dönüştürüldüğüyle ilgilenmeye başladım. Fakat bunun için odağımı kaydırmam gerekti.

Oyuk Topraklar aslında hem Gazze hem de Batı Şeria hakkında. Fakat kitabın arkasındaki fikir ya da tahayyül, sınır tahayyülüydü; Gazze’den ziyade sınır bölgelerine; sömürgeciliğin, hareketin ve sıkı bir denetim faaliyetinin iç içe girdiği sınır bölgelerine dair bir tahayyül. Oyuk Toprakları yazdığım dönem Batı Şeria’da ciddi bir baskı dönemi yaşanıyordu. 2002 ile 2006 yılları arasıydı ve direnişin odağı hala büyük ölçüde Batı Şeria’daydı. Sonra bir noktada Batı Şeria’daki olayların şiddeti azaldı. İsrail’in perspektifinden söylersek güvenlik sağlandı, Filistinlilerinkinden bakıldığındaysa direniş bastırıldı, paramparça edildi ve Gazze’ye kaydı. Bununla birlikte de Gazze içinde insani yardım aktörlerinin rolü çok daha belirgin hale geldi.

Ben de böylelikle ölçme ve hesaplama mantığını, yönetme eyleminin dengeleme eylemi olduğu bir mantığı incelemeye başlamış oldum. Kaba kuvvet ile toplumun işlevlerini yerine getirmeye devam etmesini sağlama kabiliyeti arasında hep bir dengeleme eylemi söz konusuydu. Bir raddeye kadar yaşamaya izin verme ile sonrasında yaşamı sonlandırma gücü, aniden patlak veren bir şiddetle müdahale etme ya da belki de daha kontrollü bir çevresel şiddet uygulama arasında da böyle bir dengeleme ihtiyacı vardı. Elbette, bunların her biri bir diğerine dönüşebilir. Yaşam üzerinde uygulanan yapısal ve ölçülü şiddet de, bombalar ve benzerleri gibi aniden patlak veren şiddet kadar yaygın ve ölümcül olabilir.

İnsani yardım, insancıl hukuk, devlet şiddeti, mekansal düzenleme gibi alanları bir arada düşünebilmek üzere 'ehvenişer' kavramını kullanıyorsunuz. Bu kavram vasıtasıyla da mutlak yasakların ve katı sınırların yerini hesaplamanın, orantılılığın ve durum bazlı değerlendirmelerin almasının bir tarihini sunuyorsunuz. Ehvenişer kavramını ve siyasetini çalışmanızda nasıl tanımlıyorsunuz?

İşte bu hesaplama sistemini anlamam gerekiyordu. Bu sistem nasıl çalışıyor? Batı Şeria’da soru, İsrail’e ait yerleşimler; yollar, köprüler, tepeler ve altyapı bakımından bunun nasıl çalıştığıydı. Bu kitapta ise mesele; bu sistemin, nüfusu kontrol etmek için mekansal olarak nasıl çalıştığıydı. Bir noktada bu hesaplama mekanizmasının uluslararası hukuktaki orantılılık prensibinde de bulunduğunu anladım. Orantılılık uluslararası hukuka çok geç dahil edilmiştir. Orantılılık fiili olarak şunu der; sivilleri öldürmen gerekiyorsa, öncelikle sivilleri hedef alman zaten yasak ama oldu da sivillerin bazı saldırılar ya da politikalar sonucunda zarar görebileceğini öngördün, o zaman belli bir dengeyi gözetmen, hesaplaman gerekir. Böylece birdenbire değişkenler hesabı konuya dahil olur. Artık düz bir “evet” ya da “hayır” söz konusu değildir. Hesaplamanın gri bölgesine adım atarak, ordu olarak kazanacağınız avantajın sivillerin zarar görmesinden bir parça daha önemli olduğunu söylemeniz gerekir. Bu durumda da mukayese edilemez olanın hesabını yapmanız gerekir. Çevresinde sivillerin bulunduğu bir karargahı bombalamanın ya da yolda yayaların olduğunu bilirken seyir halindeki bir arabanın içindeki hedefi vurmanın ya da başkasına ait toprağı gasp edeceğini bile bile duvarı belirli bir güzergahtan geçecek şekilde tasarlamanın güvenlik açısından sağladığı faydayı nasıl hesaplayabilirsiniz? Birini diğeriyle nasıl kıyaslayabilirsiniz? İşte bu şekilde ehvenişer mantığına girmiş olursunuz.

Belli açılardan, ehvenişer mantığı teolojik bir problemdir. Aziz Augustine’den, o dönemde vaaz veren, öğreten, yazan Afrikalı Augustine’den beri, Hristiyanlık bir yönetim problemine dönüştüğünden beri, bu bir teolojik bir problem olagelmiştir. Dördüncü yüzyıla kadar Hristiyanlık bir yönetim problemi değildi. Saf bir aziz olabilirdin, ellerini kirletmemen bunun için yeterliydi. Ne zamanki Hristiyan bir imparator ortaya çıktı, Roma İmparatorluğu Hristiyan oldu, işte o zaman Roma, Roma gibi davranmaya başladı. İnsanların öldürülmesi gerekti. Savaşa girilmesi gerekti. İnsanların malına mülküne el koyması ve bunu Hristiyanlığın himayesi altında yapması gerekti. Böylece daha az ve daha çok kötülük karşılaştırması ortaya çıktı.

Bu teolojik problem insanlık tarihi boyunca ölçülülük problemi olarak varlığını sürdürdü. Fakat bu problem, esasen güncel orantılılık prensibinde, daha az ve daha çok kötülük derecelerinin hesaplanmasında somutlaşır. Ortaya çıkan değişkenler hesabı bazen algoritmik şekilde, bazen sayısal, bazen de mekansal olarak tanımlanabilir. Fakat muhakkak bir değişkenler hesabı söz konusudur ve bu hesaplamadaki problem, hesabın her zaman yöneten, sömürgeci, işgalci, emperyal güçler tarafından yönetimleri altındaki insanlara uygulanmasıdır. Bu hesap, herkesin karar verebildiği bir parlamentoda yapılabilirdi ama öyle olmuyor. İnsanların bombalanması, binaların yok edilmesi, duvarların inşa edilmesi söz konusu. Neyin orantılı neyin orantısız olduğuna da onlar kendi mantıklarına göre karar veriyor. Mekandaki bir eyleme dair, bu her ne olursa olsun, hesaplama işine giriştiğiniz zaman ise kitaptaki çok önemli kategorilerden biri olan maddi orantılılık içine dahil olursunuz. Bu, bir binanın yalnızca bir kısmını yıkarak ordunun bombalarıyla orantılı sayıda sivil kaybın yaşanmasını sağlamak ya da belli bir güzergahta kıvrılarak ilerleyen bir duvar inşa ederek birilerinin mülkünü daha az ya da çok gasp etmek hakkında bir mühendislik problemidir. Böylece orantılılık maddi bir kategori haline gelir. İşte mekanı okumak da bu orantılılık mantığını okumak ve yeniden inşa etmek demektir.

Yani bir bakıma Oyuk Topraklar’daki gibi bir yaklaşım. Yalnızca eylem kategorisi, mekana uygulanan kuvvet kategorisi, burada doğrudan askeri olmaktan ziyade insani yardımla ilgili. Fakat bazen insani yardım orduyu destekleyebilir, bazen ölçülülük, iyi niyetli uluslararası insani yardım çalışanlarının, İsrailli veya Filistinli insani yardım çalışanlarının kasıtsız da olsa bu yönetim ve sömürgecilik rejimine destek olmalarına neden olur. Bu kitabın en büyük meselesi de buydu.

Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti: İnsancıl Şiddetin Kısa Tarihi, Eyal Weizman, Çevirmen: Sidar Bayram, Açılım Kitap, 2018.

Ehvenişer Siyaseti, adli bilimsel bir yaklaşımı benimsemeye başladığınız, adli mimarlık kavramının ve pratiğinin ortaya çıktığı, zikredildiği ilk kitabınız. Diğer çalışmalarınız ve kitaplarınızla ilişkisi bağlamında bu kitabı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle şunu söylemek istiyorum, benim için, Ehvenişer Siyaseti şimdiye kadar yazdığım en önemli kitap. Otobiyografik bir niteliğe sahip. Kendi eylemlerimin değerlendirmesini yaptığım bir kitap, çünkü ben de insan hakları alanına, insani yardım faaliyetlerine dahil biriyim ve icra ettiğim pratiklerin tehlikelerini anlayabilmek için bir pusulaya ihtiyacım vardı. Bu kitabı önemli kılan bir diğer sebep ise adli mimarlık (forensic architecture) kavramının ve pratiğinin bu kitapta ortaya çıkmış olması. Garlasco hakkındaki bölümü yazdığım esnada birdenbire adli mimarlık keşfedilmiş oldu. Kitap belli bir ölçüde farklı karakterler etrafında kurgulandı, örneğin insani yardım alanında çalışan Fransız Rony Brauman, önceleri hedefli suikastler yapmaktan sorumluyken daha sonra bir adli analist haline gelen Amerikalı Marc Garlasco, Filistinli insan hakları avukatı Muhammad Dahla gibi. Bu karakterlerin her biri gerçekten de benliğimin bir parçası haline geldi. Bu yüzden bu kitabın her zaman otobiyografik bir yönü olduğunu düşünürüm. Kişiliğimde Garlasco’dan, Rony Brauman’dan ve onun Holokost kurbanlarını önemsemesinden, Filistin direnişinden bir parça olduğunu düşünüyorum.

Ehvenişer Siyaseti, kendi pratiklerimi ve eylemlerimi anlamamı ve nasıl devam edeceğimi görmemi sağlayacak bir tür kılavuz oluşturabilmek amacıyla yazıldı. İnsanlar genelde bu kitabın, insani yardım ve insan hakları faaliyetlerine karşı bir tür saldırı olduğunu düşünüyor ama tam tersi bu kitap bir kılavuz. İnsan hakları aktivistlerinin, uluslararası avukatların ya da insani yardım faaliyetleri yürüten aktörlerin nasıl çalışacaklarını bilmeleri, farklı kuvvet alanlarını haritalayıp, tehlikeli ya da imkan dahilinde olan yolları işaretleyerek bu alanlar içerisinde çalışmaya devam etmeleri çok önemli. Bizim failliğimiz burada devreye giriyor. Başka insanlar hakkında, ordu hakkında ya da siyasetçiler hakkında eleştirel şeyler yazabiliriz. Fakat bir tür Maoist özeleştiri geliştirmemiz de gerekiyor. Kitapta Rony Brauman’ı anlattığım bölümde Maoist özeleştiriden de bahsediyorum. Yani başka insanların bizi eleştirmesini bekleyemeyiz, eleştiriyi içeriden yapmalı ve nasıl ilerleyebileceğimizi ortaya koymalıyız. Ehvenişer Siyaseti bugün hala benim için bir pusula görevi görüyor, çünkü Forensic Architecture’da ne zaman bir çalışma yapsak, durup kendime şunları soruyorum; öncelikle mağdurları susturuyor muyuz? Sonrasında, maddeler ve nesnelerin sesine insanların sesinden daha mı çok yer veriyoruz? Bu iki sesi nasıl bir araya getirebiliriz? Bu iki sesin; maddenin, kodun, medyanın, imajın ya da betonun sesiyle insan sesinin, aynı kakofoninin ya da aynı konuşma meclisinin parçası olduğu konusunda ısrar etmeye nasıl devam edebiliriz? Eylemlerimiz belli bir statükoyu destekliyor mu? Ortada polis yokken polis gibi davranıyor muyuz? Taleplerimizi nasıl radikalleştirebilir, teknik detayların ötesine taşıyıp uzun süreli bir tarihin içerisine nasıl yerleştirebiliriz? Bir vakanın ya da yıkılmış bir binanın içerisinde jeopolitik sorulara cevap bulabilir miyiz? Oyuk Topraklar’da söz konusu olduğu üzere, mimari detayın içerisindeki sömürge tarihini ya da bu kitaptaki gibi bir bombalama ya da polisin ateş etmesi vakasının uzun tarihini nasıl okuruz? Uluslararası ya da ulusal yasaları, insan hakları ya da insani yardım ilkelerini yerel bir soruna işaret etmek için değil de tarihe açılmak için, çünkü bunlar tarihe açılan kapılardır, nasıl kullanabiliriz?

'ADLİ MİMARLIK SUÇTAN ORTAYA ÇIKTI VE SUÇU YALNIZCA SUÇLU ÇÖZEBİLİR'

Ehvenişer Siyaseti’nde benim için önemli olan bir başka konu da, adli mimarlığın adli mimarlık eleştirisiyle başlamış olması. Kimse adli mimarlık hakkında daha eleştirel daha suçlayıcı bir inceleme kaleme almadı henüz. Kitapta adli mimarlığın suçtan ortaya çıktığını, suçu yalnızca suçlunun çözebileceğini dahi ifade ediyorum. Çatışma esnasında adli mimarlığı icat eden kişi, Marc Garlasco, savaş başlamadan önceki 2003 baharında Irak’taki Baas yöneticilerini öldürmek amacıyla hedefli suikastler düzenleyen Amerikalı bir suikastçi. Yıkıntıları okuyabiliyordu, çünkü yıkıntıları kendisi yaratmıştı, kendisi tasarlamıştı. Binaları öyle bir şekilde bombalaması gerekiyordu ki, hem asli hedefi olan Baas yöneticisini öldürmeli, hem de 29 sivilden fazlasını öldürmemeliydi. Amerikan ordusu onun 29 kişiyi öldürmesine izin vermişti. Yani, ilk 29 kişi feda ediliyordu, kurban addediliyordu fakat 30’uncu kişi cinayet sayılıyordu. Dolayısıyla yıkıntıyı tasarlaması gerekiyordu, binayı hangi yönden bombalayacağını bilmesi gerekiyordu ki öyle ya da böyle nihayetinde 29 sivilden fazlası ölmesin. Yıkıntılara bakıp mimari yapıyı nasıl inceleyeceğini de bu şekilde öğrenmişti ve bu yüzden, bu konuda bu kadar iyiydi. Dolayısıyla adli mimarlığın ilk etapta bir suç, bir öldürme eylemiyle tesis edildiğini söylüyorum.

Kitabınızda orantılılık, hesaplama ve ölçüye dayalı hukukun yıkıcı gücünün serbest kalması halinde bu yıkıcılığının dünyanın tüm ezilmişleri tarafından hissedileceğini dile getiriyorsunuz. Kitabın ilk basımından bu yana Arap Baharı, Suriye’deki savaş gibi gelişmeler düşünüldüğünde, ehvenişer mantığının ve insan hakları siyasetinin bugünkü durumunu nasıl ele alırsınız? 

Ehvenişer Siyaseti kitabı 2011 yılında tamamlandı ve basıldı. Sonrasında Arap Baharı başladı. Arap Baharı bizlere insan hakları ifadesinin yepyeni bir anlamını ve kullanımını gösterdi. Tunus’tan Libya’ya Mısır’dan Suriye’ye ortaya koyulan talepler insan hakları temelinde dile getirilmekteydi. Fakat insan hakları burada mağdurların ya da dışarıdan gelen arabulucuların talebi değildi, radikal devrimci bir talepti. İnsan hakları alanında çalışan bizim gibi insanlara muazzam bir potansiyel sundu. Tahrir meydanındaki insanları dinlemek bu kavrama yeniden inanmamızı sağladı. İnsan haklarının tek bir tarihi yok, muhtelif tarihleri var. İnsan haklarının tarihi yalnızca dünyanın arabulucuları olarak çalışan Af Örgütü’nün ve İnsan Haklarını İzleme Örgütü’nün tarihinden ibaret değildir, aynı zamanda baskıcı devletler karşısında haklarını talep eden halkların, toplulukların tarihidir. Ve devlet baskısı karşısında insan hakları radikal devrimci bir iddiadır.

İnsan hakları tarihine böyle bakmak, 1950’ler ve 1960’lardaki sömürgesizleşme (dekolonizasyon) dönemiyle bağlantı kurmamızı da sağlar. Bugün egemenlik karşısında konumlanan insan hakları, o günlerde egemenlik elde etmek üzere savunuluyordu. Günümüzdeyse insan hakları egemenliğin sınırıdır. Ben bu iki yönün de önemli olduğunu düşünüyorum fakat yakın zamandaki gelişmeler bize başka bir yol daha gösterdi. Ehvenişer Siyaseti’nden sonra yazdığım The Roundabout Revolutions (Meydan Devrimleri) adlı kitabımda, bu devrimlerin mekansal unsurlarını, kaderlerinin ne olduğunu tartışıyor, otoriter rejimleri yeniden inşa eden gerici ve baskıcı güçler tarafından nasıl bastırıldıklarını ve söz konusu bölgelerde, Fransız devrimiyle mukayese etmek gerekirse, bir tür monarşik iktidarın nasıl yeniden kurulduğunu anlatıyorum.

Günümüzde artık bu yıkıntıların ortasında mükemmellikten uzak, kırık dökük iki insan hakları kavramsallaştırmasıyla karşı karşıyayız. Birincisi, 1990’larda sorunları yatıştırmaya, ılımlı hale getirmeye çalışmanın bir ürünüydü, 1990’lardaki insan haklarının mirası savaşın meşrulaştırılmasını bile sağlamıştı, örneğin Yugoslavya’da olduğu gibi. Ruanda’da ise öyle olmadı ve insan hakları söylemi zedelendi, zarar gördü. İkincisinde ise, bugün Orta Doğu’nun enkazı üzerinde, yıkık dökük hali içerisinde duruyoruz, yani halkların ezilip geçilmiş iradesinin yıkıntıları arasındayız ve baskıcı güçler geri gelip iktidarlarını yeniden tesis ettiler.

Dolayısıyla bu bağlamda insan hakları mefhumunu yeniden düşünmemiz gerekiyor. Şahsen insan haklarının esaslı bir savunucusuyum, çünkü bunun sınırlar arasında ve ötesinde dayanışmaya imkan sağladığına inanıyorum. İnsan hakları, zapt etmeye, kontrol etmeye çalışmaz, baskıya karşı bir güçtür, milliyetçi değildir, dışarıdan ve içeriden başka başka uzmanlıklara ve pratiklere sahip, farklı milletlerden ve cinsiyetlerden vb. insanların birlikte çalışabilmesine ve dayanışma sergileyebilmesine alan açar. Buna sarsılmaz bir inancım var, fakat insan haklarının hezimete uğramış iki projesinin kalıntılarından yeni bir zemin inşa etmemiz gerekiyor. Bu bakımdan, bu iki projeyi bir araya getirmemiz gerekiyor. Lobiciliğe dayalı insan haklarıyla, yani kimin haklı kimin haksız olduğunu söyleyen insan haklarıyla, baskıcı rejimlere karşı halkların güçlenmesini destekleyen insan haklarını bir arada düşünmeliyiz. Hala çok maharetli, mükemmel ve pürüzsüz bir şekilde yapamıyor olsak da, çoğu zaman arzu ettiklerimizin gerisinde kalsak da, bizim de başarmaya çalıştığımız şey bu. Forensic Architecture’da insan hakları kavramını; baskı altındaki toplulukların haklarını savunmak, onların sesi olmak yerine seslerini çoğaltmak için kullanıyoruz. Sahadaki aktivistlerin, şiddete maruz kalan mağdurların, uzmanların, avukatların ve dışarıdaki medyanın bir diyagramını oluşturmaya çalışıyoruz ve bu diyagram içerisinde bir hak ihlalinin gerçekleştiğini iddia etmek ve hasara sebep olan eylemi göstermek aynı zamanda bir özgürleşme iddiasında bulunmak anlamına geliyor. Bu bakımdan, birinci ve ikinci insan hakları kavramsallaştırmalarının başarısızlıklarını saptamamız gerekiyor ki böylece çalışabileceğimiz bambaşka bir çerçeve oluşturabilelim.

Oyuk Topraklar’da mimari düzenlemeler ve mekansal altyapılar, Ehvenişer Siyaseti’nde kemikler, maketler, yıkıntılar tartışmalarınızın epistemolojik kaynaklarını oluşturuyor. Daha sonraki çalışmalarınızda bu perspektif, çevreyi, iklimi, bulutları vb. içerecek şekilde genişliyor. Bu kadar farklı nesne ve materyalleri bilgi kaynakları olarak kullanmanızı sağlayan teorik ve metodolojik yaklaşımınız hakkında ne söylemek istersiniz?

Öğrencilik yıllarımda da, akademisyenken de ve şimdi artık bir maker, bir araştırma merkezi yürütücüsü olarak da yaklaşımım teoriyi dünyaya bakmanın bir yolu olarak görmek. Teorileri yorumlama ve açıklama işiyle çok haşır neşir değilim. Okuduğum şeyler medyayı, materyalleri, siyaseti, dünyadaki paradoksları ve eylem imkanlarını görme biçimimin bir parçası haline geliyor. Bu sebeple mesela medya materyalizm hakkında Friedrich Kittler alıntısı yapmak gibi şeyler, bu tür teorik tartışmaların yapılmasını kesinlikle önemli ve gerekli bulsam da, benim pek ilgimi çekmiyor açıkçası. Anlatılan hikayenin, tarif edilen materyalin ve bunları anlatma biçimimin okuduğunuz şeyleri; eleştirel medya teorisi, eleştirel hukuk teorisi, fail-ağ teorisi, asamblaj teorisi, Deleuzecü teoriler, nesne-yönelimli ontolojiler, yeni materyalizm gibi teorileri aklınızda canlandırmasını isterim. Bu tür tartışmalara çoğu kişi vakıf olabilir. Kimseye Virilio hakkında, kaza veya hız hakkında bilmedikleri bir şey söyleyemem. Ben okuyucunun olay yerinde neler olup bittiğini okumasını isterim, onu kirin tozun içine, bir olay anına götürmek isterim. Kısaca, yazdıklarımın iki şey yapmasını arzu ediyorum. Bir taraftan kelimelerle ifade ettiğim şeylerin sizi Gazze’deki bir binanın yıkıntılarının yanı başına götürüp orada olan biteni görmenizi, koklamanızı, o mekanı hissetmenizi sağlamasını isterim. Diğer taraftan da yazdıklarımın teorik bir dünyaya da sahip olması sebebiyle, sizi daha önce okuduğunuz şeyleri düşünmeye sevk etmesini isterim. Fakat bu teorik fikirleri ileten, bir bakıma dillendiren şeyler taşlar, toz, enkaz, bir köprü ya da havadaki bir toz bulutu gibi şeyler olmalı. Gördüğümüz, içerisinde yaşadığımız, eylediğimiz ya da tepki verdiğimiz dünya, okuduklarımız ve referanslarımız benliğimizin bir parçası haline geliyor ve başka bir şey ortaya çıkıyor.

Forensic Architecture, son yıllarda Suriye’den Meksika’ya Filistin’den Almanya’ya Pakistan’dan Türkiye’ye çok çeşitli vakalar üzerine soruşturmalar ve çalışmalar yapıyor. Üzerine çalıştığınız vakalara nasıl karar veriyorsunuz?

Üzerine çalıştığımız vakaları seçmek yerine vakaların bizi seçmesini tercih ediyoruz. Ofise biri geldiği zaman kapı açılır, herkes bilgisayarının başındadır fakat gelen kişiyi görmek için kafasını kaldırır ve onun ne için geldiğini, bir sorunu, sorusu ya da yardım talebi olup olmadığını öğrenmeye çalışır. Bu insanların nereden geldiklerini bilmiyor oluruz, bu kişi Rus işgaliyle uğraşan bir Ukraynalı da olabilir, Türkiye’den de olabilir, Filistin’den, Meksika’dan, Kolombiya’dan, Endonezya’dan ya da Pakistan’dan da olabilir. Daha çok bir mimar gibi çalışma taraftarıyım, mimarlar çalıştıkları projeleri seçmezler, proje seçmek de ne demek, proje seni seçer. Öte taraftan sadece, soruşturmanın başında sonucunu öngöremediğimiz ve nasıl yapacağımızı tam olarak bilmediğimiz projeler üzerinde çalışıyoruz. İlk başta neyi, nasıl yapacağımızı bilmediğimiz için de yeni şeyler icat etmemiz gerekiyor. Çünkü Forensic Architecture’da iki temel prensibimiz var. Birincisi aynı anda hem anlaşmazlıkları çözme ve kanıtlama faaliyeti olarak hem de söz konusu toplulukları ve onların taleplerini güçlendirme faaliyeti olarak kavradığımız insan hakları doğrultusunda, dayanışma içerisinde hareket etmek. İkincisi ise, kanıtları kullanma biçimlerine yenilik getirmek, toplulukların kullanabileceği yeni araçlar üretmek. Bu yüzden aynı tür soruşturmayı iki defa yapmıyoruz, bir kere yapıyoruz, kullanabilen kullansın yararlanabilen yararlansın diye yayınlıyoruz ve devam ediyoruz.

Burada, Forensic Architecture’da bir disiplin yarattık ve bunu vakalar aracılığıyla inşa ettik. Bu disiplin Gazze’deki kalıntılardan, Batı Şeria’daki bir buluttan, başka bir yerdeki yoldan, Endonezya’daki bir ormandan, Guatemala’daki bir orman tahribatından, Brezilya’daki bir madenden, yani dünyanın farklı yerlerindeki tüm bu vakalardan yola çıkarak üretildi. Birbiriyle bağlantılı olan bu vakalar bizim kanıt üretme sistemimizi ortaya çıkardı. Fakat, “bu araştırma merkezinde biz bunu yaparız, şunu yapmayız” türünde bir disiplin anlayışından söz etmiyorum. Daha ziyade mekanın açık ve geçirgen bir hale geldiği, soruşturma pratiğinin sınırlarının her zaman açık olduğu ve böylece sürekli yeni şeyleri dahil etmenin mümkün olduğu bir ilişkiler diyagramından söz ediyorum. Bu tür bir mekansal soruşturmaya her zaman tanıklığı, imajı, veriyi, bitkileri, betonun maddi analizini, kurşunun maddi analizini, balistik incelemeyi, patolojiyi, olayın gerçekleştiği yerdeki insanların arzularını, kendilerini yönetme taleplerini ya da direnişlerini dahil etmek mümkün. Bunu çok önemli buluyorum, detaylıca ve iyi tanımlanmış sabit bir merkez ve her zaman yeni şeyleri kapsayabilen açık uçlu bir çevre söz konusu. Yani sınırlarından içeriye doğru değil merkezden dışarıya doğru faaliyet gösteren bir disiplinimiz, çalışma alanımız var. Bu bizim için çok önemli.

Son olarak, gerçekliği temellendirmek için çok ciddi uğraşların verildiği, olguların ve hakikatin kolayca eğilip bükülebildiği günümüz dünyası, popüler tabirle hakikat sonrası (post-truth) hakkında ne düşünüyorsunuz?

İki noktaya değinmek istiyorum. Öncelikle, hakikat sonrası siyasette yalan söylemekle ilgili bir şey değil. Siyaset yalana ihtiyaç duyar çünkü yalan siyasetin temel yapı taşlarından biridir. Bir referans vermemi isterseniz, Hannah Arendt’in Siyasette Yalan (Lying in Politics) metninde belirttiği gibi, bir siyasetçi tarihçi değildir, siyasetçi bir dünya kurar ve insanları ikna edebilmek için bir anlam yaratması ve bunu yansıtması gerekir. Hakikat sonrası yalan söylemekle değil müşterek bir gerçeği tespit etme ve kanıtlama ilişkisini ortadan kaldırmakla ilgilidir. Epistemolojik bir hamle değildir, olguların nasıl inşa edileceğiyle ya da hangi olgunun doğru, hangi olgunun yanlış olduğuyla ilgili değildir. Hakikat sonrası, bir anti epistemolojidir, kara epistemolojidir, negatif epistemolojidir bir bakıma, çünkü farklı algılama ve duyumsama biçimlerini, insan hafızasını, maddi dünyayı, imajları ve bunları birbirine bağlayan matematiği ve benzeri unsurları bir arada tutan diyagramı parçalamaya çalışır. Öte taraftan disiplinler arasındaki, perspektifler arasındaki ilişki aynı zamanda toplumsal bir ilişkidir; bir cemaatin inşa edilmesi, bir pratiği icra eden bir topluluğun inşa edilmesi anlamına gelir. Bu bildiğimiz, eski anlamıyla aynı yerde bir arada yaşayan bir cemaat, bir topluluk değildir. Bir olayın mağdurları, onların yanında olan aktivistler, uzaktaki uzmanlar, medyadan olayı takip eden insanlar, o ya da bu şekilde olayı analiz edenler ve olayı duyurup yayan medya arasındaki ilişkidir. Hakikat sonrası karşısında gerçeği tespit etme ve kanıtlama faaliyeti yürüten insanlar arasındaki bu ilişki Ariella Azoulay’in deyimiyle bir toplumsal sözleşmedir ve baskıcı güçlerin tahrip etmeye çalıştıkları şey de budur. Onlar müşterek olanı parçalamak isterler. Her baskıcı güç, gerçeği tespit etme ve kanıtlama işi etrafında kurulan epistemolojik topluluk arasındaki müşterek ilişkiyi yok etmeye çalışır. Fakat söylemek istediğim bir diğer şey, hakikat sonrası dönemde bir avantajımızın da olduğudur, çünkü sömürgecilik var olageldiğinden beri sömürge rejimleri altında hakikat sonrasını deneyimlemekteyiz. Bu bildiğimiz bir şey, soluduğumuz hava gibi; devletin yalanları, bizlerin otoritesine, yetkisine, bilirkişiliğine yapılan saldırılar, çeşitli topluluklara, gerçeği tespit etme ve kanıtlama işine saldırılar. Sömürge koşullarında devletler böyle hareket eder. Bugün olan şey ise sömürge bölgelerinde, çatışma alanlarında yaşanan şeyin, bir balinanın kokan cesedi gibi ana akım siyasetin kıyılarına vurup soluduğumuz havayı ve içinde yaşadığımız müşterekleri kirletmesidir. 

 Nakba_1 – Nakba Day Killings (Nakba Günü Cinayetleri) adlı soruşturmadan, https://www.forensic-architecture.org/case/nakba-day-killngs/