Onur Akyıl: Öykülerimde yaşama umudu var!

Şair ve yazar Onur Akyıl'ın ikinci öykü kitabı İmparator ve Köstebek yayınlandı. Akyıl, "Öykülerimde, bir yaşam tutkusu, yaşam mücadelesi var" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Didem Görkay

DUVAR - Şair kimliğiyle edebiyat dünyasına adım atan Onur Akyıl'ın ikinci kitabı İmparator ve Köstebek, Edebi Şeyler Yayınevi etiketi ile raflarda yerini aldı. Modern yaşamın tekdüzeligine, yaşanan ve dayatılan olumsuzluklara baş kaldıran öykülerden oluşan İmparator ve Köstebek okuyucuyu derinden etkileyecek bir kitap. Yazarın ilk kitabı olan Dün Gece Çok Gençtim'de yer alan öykülerdeki samimi üslup ve başarılı kurgu bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Eğer okuduktan sonra kolay kolay aklınızdan çıkmayacak öyküler okumak istiyorsanız İmparator ve Köstebek mutlaka kütüphanenizde yerini almalı.

Onur Akyıl

'Vietnam Mektubu' adını taşıyan şiir kitabınız ile başlayan yazı yolculuğunuz Dün Gece Çok Gençtim adını taşıyan öykü kitabınız ile devam etti. Son olarak da İmparator ve Köstebek isimli kitabınız okuyucu ile buluştu. Şiirden öyküye geçiş aşamasında neler yaşadınız bu süreçten bahsedebilir misiniz?

Aslında bu kesinlik barındıran bir süreç değil; demek istediğim öyküden şiire geçmek ya da benzer / başka bir yönelim tarafımdan bilinçli bir şekilde tercih edilmedi. Anlatılmak istenen şey her neyse o kendi biçimini de belirliyor sanırım. Toplumsal yaşantımız, gündelik ilişki biçimiz şiirin alanının dışına taşabiliyor bazen; her şey şiire dâhil değil mi? Elbette dâhil, ama şiir ne denli güçlü ve sert olursa olsun yaşananlar karşısında naif kalabiliyor, en azından ben öyle düşünüyorum. Bununla birlikte okurun alışkanlıkları ve edebi metinlere bakışındaki inanç biçimi de sürekli değişiyor. Şairler ve sadık şiir okuru dışında insanlar şiire olan güvenlerini görünen o ki kaybetmek üzereler. Bu oldukça uzun tartışmaların konusu; kaldı ki doksanlardan bu yana da çeşitli başlıklarda tartışılıyor. Sonuç olarak, geldiğimiz nokta bazı şeylerin okura ulaşırken daha açık ele alınmasını zorunlu kılıyor; sanırım bu yüzden öykü ile ilişkimi daha sıkı hale getirdim.

'BANA GÖRE ÖYKÜDE SÖZCÜK SIVA'

Bir röportajınızda “Tek bir sözcük bambaşka yapar her şeyi.” demiştiniz. Bu açıklamanızdan yola çıkarak sormak istiyorum. Yazarken öykünün bittiğini, sona erdiğini nasıl anlıyorsunuz?

Bana kalırsa hikâye yazarını dışarıda bırakmaya başladığında bitiyor. ‘Senin artık bir şey yazmana ya da düşünmene gerek yok’ diyor öykü, yazarına; o zaman anlıyorum ki artık karşımda yaşayan, canlanmış bir şey var; soluk alıp veriyor ve bir yabancı kılıyor beni. Bu noktada elbette asıl işlev sözcüklerin; fakat şiirdeki gibi sözcük ağırlığını kendisi taşımıyor öyküde; önemli olan insan, canlılık ve kuşkusuz bağıntılar. Örneğin sizin bir öykünüzü okumuştum; o öykünüz tam da dediğim şeyin özeti… Öyküde sözcük yapı taşı değil ama sıva. Elbette yine bana göre…

6 Ekim 1978 isimli öykünüzde “Geçmiş tıpkı öylece duran bir şehir gibi duruyor.” yazmışsınız. İnsanın hafızasından atamadığı adeta bir lanete dönüşen geçmiş ne zaman insan için zararlı olmaya başlıyor?

Efendim işin aslı geçmiş herkes için hem en önemli pratik alanı hem de bir o kadar dar bir çerçeve. Geçmişin, ‘öylece duran bir şey gibi durması’ da bundan… Kendiliği kalmamış ama bir o kadar da başka bir şey olmamış, olmayan bir yer, bir zaman dilimi. Şuna benziyor; sizi her zaman işgal edebilecek başka bir ülke gibi geçmiş. İnsanı zamanla şeyler karşısında dirençli kılan da bu zaten; yeniden işgal edilmek istemiyorsunuz bildiğiniz ve kovduğunuz düşmanlar tarafından. Fakat sürekli bir geçmiş yaratıyor hayat, dolayısıyla bir çeşit çember durumu yaşanıyor; kesik, boş, kopuk bir yer yok aslında geçmişle şimdi ve gelecek arasında. Geçmişin geçmiş olmasını ve hala orada, öylece var olmasını sağlayan da bu durum. Nihayet itibari ile bezen tedirgin etse de insanı, zararlı bir şey olduğunu düşünmüyorum geçmişin. Çünkü geleceğe dair ortaklaşmalar gibi geçmişe dair ortaklaşmalar da sonsuz. Dönüp duruyoruz işte…

'HEPSİYLE GURUR DUYUYORUM'

Ayakkabı ve Transes isimli öykülerinizde trans bireyleri ele alıyorsunuz. İki öykünüzde de başarılı bir gözlem olduğunu okuyucu hissediyor. Bu öyküleri yazarken ve karakterleri yaratma sürecinizde gözlemlediğiniz biri oldu mu?

Benim birçok lgbt birey arkadaşım var; aralarında seks işçiliği ile geçinenler de var, hepsiyle gurur duyuyorum. Bunu da ucuz bir yalakalık olsun diye söylemiyorum; fakat benim bu meseleler üzerine öykü üretmemdeki asıl neden, bir akrabamı da nefret cinayeti sonucu kaybetmiş olmam. Bu anlamda sürekli iletişim içinde olduğum lgbt arkadaşlarımın hikâyeleri, hayata bakış açıları ve dahası elbette hep gözümün önünde. Kendimizi artık şundan kurtarmamız gerekiyor; kimlik elbette önemli ama bir kimlik üstünden insanlardan bahsettiğimizde karşı çıktığımız ayrımcılığın en alasını yapıyoruz. Bu yalnızca lgbt bireyler için değil, toplumun dışlanmış, dışlanmamış tüm alt ve üst kimlikleri için geçerli olan bir durum. Bu anlamda bir röportajda sorulan ‘Heteroseksüel olduğunuzu ilk ne zaman anladınız?’ sorusunu çok yerinde ve doğru buluyorum. Sonuç olarak özel olarak gözlemlediğim biri yok; bir yaşam tutkusu, yaşam mücadelesi var.

İmparator ve Köstebek, Onur Akyıl, 120 syf., Edebi Şeyler Yayınları, 2018.

Servet isimli öykünüzde “İnsan âşık olunca ne olur?“ diye soruyor öyküde yer alan karakter ve yoksul olur diye cevap veriyor diğer karakter. Ben de size sormak istiyorum siz de yarattığınız karakter gibi mi düşünüyorsunuz? Âşık olunca yoksul mu oluyoruz?

Servet kendini, adını imliyor o öyküde bahsettiğiniz cevabı vererek. Orada şöyle bir durum var; hepimizi kırılmış birini gördüğümüzde anlıyoruz ama hikâyeyi, ne yaşandığını bilmiyoruz. Dolayısıyla çelişkilerin, karşıtlıkların, benzeşmelerin ya da ayrışmaların adımıza, doğamıza yansıyan bir yanı var ve bundan her birimiz bir başkası adına habersiziz; insanın zenginliği de yoksulluğu da tam olarak burada. Dolayısıyla şeyler bizi, insanı, zengin kıldığı kadar yoksul da kılıyor. Çünkü her şey zıttı ile… Ayaklarımızı yerden kesen herhangi bir anın, olayın, durumun ne zaman tersine döneceğini ve bizi zor süreçlere sürükleyebileceğini bilmemiz imkânsız. Ne tedbir alırsanız alın, ne kadar akıllı olursanız olun, böyle bu. Adı Servet konmuş, zengin olsun istenmiş bir insanın inşaat işçilerine sığınmasının nedeni ne bilmiyoruz; öyküde buna dair bir şey yok. Yalnızca biri var, adı Servet yoksul ve inşaatta yaşıyor. Onu biraz hülyalı biri yapan şey her neyse bir gün bize de aynısını yapabilir. O yüzden servet çelişkisiyle barışık, sabit bir hayat yaşıyor… Bu da demek oluyor ki âşık olunca çoğalan her ne varsa azalmaya da başlıyor. Azalmak her zaman yoksulluktur.

'İNSAN NE KADAR FARKLI OLABİLİR İNSANDAN?'

86 – 87 yılında anneannesinin evindeki koridorda bağırarak şarkı söyleyen bir çocukluk yaşadığını belirtmiştiniz. Öykülerinizde çocukluğunuzdan ve geçmişinizden izler var mı?

Henüz yok; henüz öykülerimde benden bir şey yok. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, benim öykülerimde ya da bir başka arkadaşımım öykülerinde karşılaştığımız insanlar bizimle birlikte bu dünyada… Ne kadar farklıyız onlardan? İnsan ne kadar farklı olabilir insandan? Adının önünde hangi sıfat, hangi ırk, hangi bilmem ne yazarsa yazsın… Bizim yukarıdaki Servet’in dediği gibi ‘Çalışmayan acıkmıyor mu?’. Demem o ki belki kendi çocukluğumun parçaları yok öykülerde ama hepimizin çocukluğunun, çocuk olmanın parçaları var. Zaten dünya edebiyatı böyle var oluyor. İnsanı anlatıyoruz hepimizi, başka başka yerlerinden tutarak, tutmaya çalışarak. Bu ne demek? Doğan, büyüyen ve ölen bir varlık demek ama öyle ama böyle… Uzun lafın kısası çocukluk elbette var öykülerde, o çağın yaraları, travmaları, yalnızlığı… Ama benim, ama değil…