Ziya Gül ile geçmişe yolculuk: Karadenizli devrimciler
Ziya Gül'ün, 27 Mayıs 1960’daki ilk darbeden yola çıkıp, 12 Eylül 1980’in karanlığına dek Karadeniz’de yaşananları ve devrimcilerin yaşam öykülerini anlattığı kitabı "Giresun Yol Hikâyeleri" Ayrıntı Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Gül ve iki arkadaşının Samsun’da bir araya gelmeleriyle başlıyor her şey...
Anılarımız var ediyor bizi. İster cüretkar sloganlarla bezeli olsun, ister iki dudağımızın arasında kalmış bir aşkla; anılarımız, her şeye rağmen kulağımıza bir şeyler fısıldamaya devam ediyor. Bizler de bu fısıltıların peşi sıra yürüyor, becerebildiğimiz kadar yaşamaya çalışıyoruz. "Yaşamak şakaya gelmez", diyor şair, ama biz şiirden de pek anlamıyoruz.
Ziya Gül’ün “Giresun Yol Hikâyeleri” okuru sadece Trabzon’a uzanan bir yolculuğa değil, yıllar öncesine varan bir mücadeleye götürüyor. 1960’lara, 70’lere, 80’lere… O mücadelenin ne şartlar altında verildiğine, ödenen bedellere ve her şeye rağmen bir bayrak gibi dalgalanan hayallere dek soluk soluğa ilerliyor.
Öyle ki, sayfalar arasından yükselen sloganlar birden kulaklarımıza doluşuveriyor. Devrimciler, işçiler, köylüler tek yürek olmuş yürüyorlar. Sıkılı yumrukları havayı döverken, hüzünle karışık bir gülümseme yayılıyor yüzümüze. Kelimeler ete kemiğe bürünüyor ve hemen aşağıdaki paragrafa gizlenmiş faşistleri, kan dolu gözlerle bekler halde buluyoruz.
YILLARDAN SONRA
Gül ve iki arkadaşının Samsun’da bir araya gelmeleriyle başlıyor her şey. Gecenin yarısına dek konuşup dertleşiyorlar. Dile kolay, 40 yıllık hasret girmiş araya. Öyle birkaç saatte biter mi hiç? Eskilerden bahsediyorlar sonra. Devrimci mücadelede kaybettikleri yoldaşlarından, işkencelerden sağ çıkmış arkadaşlardan, fındık mitinglerindeki o büyüleyici coşkudan… Akabinde arabaya atlayıp düşüyorlar yola. Trabzon’a dek irili ufaklı ilçelerden geçiyorlar. Gül, hem kendi hayatından, hem de Karadeniz’in devrimci tarihinden unutulmaz anıları birer birer önümüze sermeye başlıyor. Giresun Yol Hikâyeleri işte böylelikle ortaya çıkıyor.
“İşkencelerde kalmışız günlerce...
Hapishanelerde yatmışız yıllarca...
Gece yola çıkıyoruz Trabzon’da son bulacak seyahatimiz.
Acelemiz yok, anılarımızı yaşıyoruz bu akşam, bu gece...”
Kitap iki bölümden oluşuyor. 27 Mayıs 1960’daki ilk darbeden yola çıkıp, 12 Eylül 1980’in karanlığına dek Karadeniz’de yaşananları anlatıyor. Bunu yaparken üst perdeden bir dil çıkmıyor karşımıza. 40 yılın sonunda bir araya gelmiş olan o üç dostun yanına bir sandalye de biz çekiyoruz söz gelimi. Anılara öyle kaptırıyoruz ki kendimiz bir çay söyleyesimiz geliyor, gülümsüyoruz. Bazen de bir devrimcinin katledilme hikâyesine denk geliyoruz. Elimizdeki sigaradan derin bir nefes çekip öne eğiyoruz başımızı.
İkinci bölümdeyse devrimcilerin yaşam öykülerini anlatıyor Gül. Militan İsiin’in, Japon Yılmaz’ın, Zeki Subaşı’nın, Hasan Sabitoğlu’nun ve daha nicelerinin… Her öyküyle beraber onlar da geliyor yanımıza, birer sandalye çekip oturuyorlar. Kitabı okurken öyle kalabalık oluyoruz ki, değme mitinglere taş çıkarıyoruz.
DARBELER ALTINDA
27 Mayıs 1960’daki darbe gününde, Samsun Ladik İlköğretmen Okulu’nda okuyor Gül. 12 Mart 1971’deki darbede askerlik yapıyor. 12 Eylül 1980’deyse tutuklanıyor. Beş buçuk yıl çeşitli cezaevlerinde yatıyor. Okul, kışla ve cezaevi ne kadar da birbirine benziyor…
1967’de TÖS’le (Türkiye Öğretmenler Sendikası) beraber devrimci bir öğretmene dönüyor Gül. Sonrasında TÖB-DER’le devam eden mücadelesinde çok kez soruşturmaya uğruyor, gözaltına alınıyor. Hatta bir sorgu memuru ona “Yahu hoca, yaşın dolmuş, çoluk çocuğun büyümüş, hâlâ bu işlerle mi uğraşıyorsun, milletin enayisi sen misin sana ne? Bırak ne yaparlarsa yapsınlar, çekil köşene başkaları yapsın!” diyor. Fakat o memur hayal kurmak nedir bilmiyor. O hayalin peşine takılan binlerce insanla bir arada olmak ne demek, bilmiyor…
Gül ve arkadaşları sadece okulda değil, bütün Karadeniz’de faaliyet yürütüyorlar. Köy köy, mahalle mahalle gezip, yoksulları da bu hayale inandırmaya çalışıyorlar. Hasan Arslan’ın Yalı Kitabevi, Terzi Fikri’nin coşkulu hali, Sedat Nuri Ege’nin mısraları… Hep bu hayal uğruna ortaya çıkıyor.
Hele o fındık mitingleri…
“Kamyonlar geçiyor yanımızdan Ordu’ya doğru, insan dolu, salkım saçak. Mitingci gruplar köylerden Ordu’ya doğru yollanmışlar. Bir kısmı yürüyerek geliyorlar mitinge. Nasıl da coşkulu hepsi...”
Bu coşku sadece farklı yerlerdeki insanları bir araya getirmiyor, küsleri bile barıştırıyor. Taşkın Konuralp’in, köyde imamlık yapan babasına polis bir mektup getiriyor o zamanlar. "Oğlun anarşist oldu", diye. İmam Efendi de sinirle bir mektup yolluyor oğluna, onu evlatlıktan reddettiğini yazıyor. Nice zaman sonra, fındık mitinginde görüyor babasını Taşkın. “Bir duvar dibinden dikkatle mitingi izlemiş. Oğlunun üreticilere önderlik ettiğini, kötü yolda olmadığını gözleri ile görmüş, gözlemlemişti. Beni affettiğini öğrenmiştim!” diye anlatıyor sonra yaşadıklarını.
Halkla bu denli iç içe olma, onların derdiyle dertlenme, Devrimci Kadınlar Derneği’nin başını çektiği, Çıtlakkale Su Mitingi’nde de ortaya çıkıyor. Örgütlü mücadeleyle valiliği nasıl faka bastırdıklarını görüyoruz. Sonra Milliyetçi Cephe’nin okullardaki kadrolaşmasına öğrencilerin verdikleri büyük tepkiyi. Bu sayede sınavlar yeniden düzenleniyor. Tefecilere karşı da savaş açılıyor tabii. Tüp, gaz, yağ gibi ürünler karaborsaya düşünce, depoları patlatılıyor ve hepsi halka ücretsiz dağıtılıyor… Ve bizlere örgütlü bir gücün her şeyi başarabileceğini salık veriyor.
“Bu gençler, gençliğini yaşamadan kendilerini devrimci çalışmanın içerisinde bulmuşlardı. Belki de hiç âşık olmaya zaman bulamamış, hiç flört etmemiş, hiç elleri sevgili eline değmemiş, gençlik yıllarından itibaren kendilerini en kutsal davanın ‘devrimci çalışmanın’ içerisinde bulmuşlardı. Bütün dünyaları devrimci atmosferi geliştirmek, insanların kendi devrimci camiaları içerisinde yer almalarını sağlayabilmek, kendi devrimci kervanlarının yola çıktıkları devrim menziline daha hızlı ve en geniş çevre ile varmalarını hedefliyorlardı. Ve hedefte devrim yapmak vardı.”
KÖR KARANLIK
Kenan Evren’in o çirkin sesi bütün ülkede yayılırken, asker postalları duyulmaya başlıyor bir gece. Bütün dernekler kapatılıyor, bütün devrimciler tutsak ediliyor ve direniş zindanlarda devam ediyor.
Birbirlerine olan bağları o denli büyük ki, Mustafa Hoca gözaltına alınmadığı için içleniyor mesela. Bütün arkadaşları içeride, bir tek o kalmış sokaklarda. Bir gün onun da kapısı çalınıyor. “Kimdir demeye kalmadan polisler: ‘Hazırlan Hoca Emniyet’e gidiyoruz’ diye seslenirler. Neşesi yerine gelmiştir. ‘Oh be!’ diye seslenir Hoca evin içine doğru. ‘Bizim devrimci olduğumuzu nihayet anlamışlar’ der... Sevgili eşine ve çocuklarına... Kasıla kasıla karakola yollanır, sevgili Mustafa Çoban Hocam!”
Askerden kaçmak için gerillaya çıkanlarsa bambaşka hikâye… Bu maceraya plansız programsız atılanların çoğu ya yakalanıyor ya da gerisin geriye merkeze dönüyor. Ama en büyük darbeyi Dikmen-Kozköy Katliamı’ndakiler alıyor. Tıpkı Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi gammazlanıyorlar ve uykularında kurşun yağmuruna tutuluyorlar…
12 Eylül’ün tank paletleri sadece toprağın değil, devrimcilerin, aşkların ve hayallerin de üstünden geçiyor…
Giresun Yol Hikâyeleri, isimsiz devrimcilerin anılarını yâd ederken, mücadelenin tarihinden yola çıkarak bugüne dair de sözünü söylüyor aslında. Yapılan hataların tekrarlanmaması gerektiğini, umudu diri tutmanın önemini ve yaşamanın şakaya gelmeyeceğini anlatıyor.
Kitabı kapıyoruz ve sandalyelerden birer birer kalkıyoruz sonra…