Mahir Ünsal Eriş'in sahici derdi
Mahir Ünsal Eriş Sarıyaz ve Kara Yarısı'nda bir eşraf gözlemiyle izlediklerini alıp harmanlıyor ve yaşamının orada geçeceğinin, karşılaşacaklarının kabullenileceğinin bilgeliğiyle, dramaturginin ustalıklı kullanımıyla okura sunuyor.
Can Yayınları, yazar Mahir Ünsal Eriş’in iki öykü kitabını birden yayımladı: Sarıyaz ve Kara Yarısı. Altı yıl aradan sonra iki kitabıyla aynı anda okurla buluşan Eriş, önceki yıllarda olduğu gibi yine yoğun olarak kasabayı ve kasaba insanlarını odağına alarak öykülerini anlatıyor.
İlk kitap Sarıyaz, bir doğa olayı sonrası şaşkına uğrayan kasaba insanlarının daha büyük bir doğa ile bozguna uğramasını, hayatlarının tamamen değişmesini anlatıyor. Paralel bir anlatımla aktarılan sekiz farklı öykünün birbirine değmesiyle yeni bir anlama kavuşan hikâyelerin günün sonunda yeni başlangıçlara gebe olması, edebiyatın hayatla olan sahici ilişkisine dair de kuvvetli bir içerik sunuyor. Bu bağlamıyla yorumlandığında Eriş’in kitabı, biçimsel olarak gerçekçi bir yapıyla aktarılıyor. Herkesin kendi hikâyesinin kahramanı olduğu öyküler, kasaba atmosferinin sahici anlatımıyla, günlük ilişkilerin yaşamda olduğu gibi aktarılmasıyla okura, uzak olmayan bir ortamda ve zamanda geçiyor hissini veriyor. Eriş’in sunduğu yapı, sinema üzerinden yorumlarsak, Yılmaz Güney’in Yol (1982) ve Alejandro González Iñárritu’nun Paramparça Aşklar Köpekler (2000) filmlerini anımsatıyor. Birbirine değen paralel hikâyelerin güçlü bir atmosferle sunulduğu bu filmlerde de olduğu gibi Sarıyaz, başlarda verdiği hissi kitabın sonuna doğru süreklileştiriyor ve daha sağlam bir his uyandırıyor. Fakat bunu yaparken, bir zaman sonra –artık sürpriz olmayan- finali, tanrısal bir noktaya bağlıyor: Deprem. Ancak bu nokta, öykülerinin gücünden bir şey kaybettirmiyor ve aksine yaşamsal olanı daha da etkili kılıyor.
Bu durumu, yine sinema üzerinden şu örnekle aktarabiliriz: Yeni Gerçekçilik akımının en gözde olduğu yıllarda, Meksika’da yaşanan bir olay dünya kamuoyunun ilgisini çeker. Uzun yıllar önce ölen bir genç kızın mezarı –niye bilmiyorum- tekrar açılır. Aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen genç kız, öldüğü zamanki gibi bir görünüme sahiptir. Babası, kızının bedeninin o kadar yıl toprak altında kaldıktan sonra aynı olduğunu görünce Vatikan’a götürmek ister. Çünkü kızının bir azize olduğunu düşünür. Olurdu olmazdı, derken bu olay, Yeni Gerçekçilik akımını kuramcısı ve senaristi Cesare Zavattini’nin kulağına gider. Meraklı birkaç kişi gelip, fikrini almak, bu olayın bir filmin olup olamayacağını sorup öğrenmek ister. Zavattini, olayı ilgiyle dinler ve kendisini meraklı gözlerle izleyen kalabalığa şöyle der: Bu olay fazla gerçek, inandırıcı olabilmesi için bir yalana ihtiyaç var. Eriş, Sarıyaz kitabı ile bir yazar için tanrısal bir yalan olan (deprem) üzerinden, sahici olanı daha da sahici hale getirmeyi başarıyor.
İkinci kitap Kara Yarısı ise üç farklı bölümden oluşuyor. İlk bölüm, birbirinden bağımsız on öykünün yer aldığı bir biçimle sunulurken, ikinci ve üçüncü bölümler bir başlığın adı altında ve birbiriyle ilişkili olarak okura ulaşıyor. Sarıyaz’da olduğu gibi kasaba yaşamının, şehirden görünen taşranın sığ ve klişelere bürünüp oryantalizme kaçmadan, oradan birinin gözü ve ağzıyla dinlediğimiz/okuduğumuz hikâyelerini anlatıyor Eriş. Hüzünlü hikâyelerin, kalabalık yalnızlıkların, sonu mutlu bitmesi umulan düşlerin anlatıldığı öyküler günün sonunda bir tebessümle, nahif bir gülümsemeyle sonlanıyor. Kasabada olmanın, önüne sınırı, durağı, ucu, sonu belli bir yaşamın, kıstırılmanın ve çıkışsızlığın halini, tıpkı Sarıyaz’da olduğu gibi, orada olan biri olarak anlatıyor. Ne tayinle gönderilmiş bir memur, ne hırsa ve sınıf atlamaya tutkun bir lise öğrencisi ergen kişiliği var öykülerinde. Bir eşraf gözlemiyle izlediklerini alıp harmanlıyor ve yaşamının orada geçeceğinin, karşılaşacaklarının kabullenileceğinin bilgeliğiyle, dramaturginin ustalıklı kullanımıyla okura sunuyor.