Diyarbakır: Kederiyle, kaderiyle bir yerli olmak

Murat Özyaşar’ın, “Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri” adlı metni Diyarbakır, Diyarbekir, Amed -hangi ismi kullanırsak kullanalım -bir kente ait hissetmenin tüm duygusunu getiriyor okura. Anadilde yazma sorununa dair tartışmaya tekrar bakma fırsatı yakalarken, dilencilerin bile politik olduğu sokaklarda, bazen ışıkla, çoğu zaman keder ve karanlıkla dolaştırıyor: İstasyonlar, kentin başka yakaları, fakirlik, çocukluk, devletin elini hep üzerinde hissettirdiği insanlar, hikâyeler, anlamı başka anlamı çağıran kelimeler, dengbejler, yaslar, tanıklar, tanıklıklar, Newroz ateşinin coşkusu, ara sokakların kovalamacası…

Google Haberlere Abone ol

Kentin hâfızası orada yaşayanların onu taşımasıyla var olur. Birey bir kenti seviyorsa onu imkânları ve imkânsızlıklarıyla birlikte kalbinde ve belleğinde taşır. Onun için kent çeşitli anlamlara gelir, hele ki ömrünün çoğunluğunu aynı yerde geçirmişse, yaşamının dönemlerine göre mekânın taşıdığı anlam da değişir. Bir yerli olmak oraya kendini ait hissetmek, her sokağını tüm yaşanmışlıklarıyla içine doldurmak demektir bazen. O kentin tüm kuytularını bilmek, umutlu umutsuz zamanlarının izini taşımak, sonrasında dönüp yaşanmış anlara bakmak, genellikle bellekte kalan duygusal çağrışımlarla birlikte ona eşlik etmek demektir. Hele ki bu kent bir coğrafyanın “öte” tarafına düşüyorsa, egemenlerin politikalarından payına düşeni çokça alıyorsa o zaman oralı olmanın anlamı değişir. Kent artık kimlik gibi taşınır. Bizimki gibi coğrafyalarda genellikle “Nerelisiniz?” sorusuyla karşılaşmak bundandır. Eğer yaşadığınız yer “damgalı” bir mekân ise o damga çabucak size bulaşıverir; önyargıların, dik bakışların hedefi olmanız da olasıdır.

Tüm bunlar aklıma Ali Aydın’ın “Küf” (2013) filminin bir sahnesini getirdi. Film, kayıplara ve kayıp yakınlarının yaşadıkları sıkıntıya odaklanıyordu. Oğlunu arayan Ercan Kesal’ın canlandırdığı Basri karakteri, yolu zorunlu olarak karakola düştüğünde, ona sorulan “Nerelisin?” sorusuna, verdiği “Malatyalı’yım” cevabı ile kendisine yönelik bahsettiğimiz önyargıyla karşılaşıyordu. Böylece bir yerli olmanın bazen kişinin yaşamını coğrafi bir kadere hapsedebildiği gerçekliğiyle karşılaşıyorduk.

Tüm bunlardan bahsederken aslında bir kitaba sözü getirmeye çalışıyorum: Murat Özyaşar’ın son kitabı, “Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri”. Doğan Kitap etiketiyle okurla buluşan metin, Selçuk Demirel’in desenleriyle hayat bulmuş. Yazarın farklı dönemlerde çeşitli mecralarda yazdığı yazılardan derlenen kitapta, Özyaşar, bir yerli olmayı, yukarıda bahsettiğimiz tüm anlamlarıyla Diyarbakırlı olmak üzerinden ele alırken, ana dil meselesi, bir yazarın kendi dilinde yazamamasının olanakları ve olanaksızlıkları gibi konular üzerine de epey kafa yoruyor. Metin ayrıca yakın tarihe göndermeleriyle hem kentin belleğinden hem de özne olarak bahsedilen anları yaşayan yazarın tanıklığından izler taşıyor. Gerçek mi kurgu mu olduğunu ayırt edemediğiniz karakter hikâyelerinde, buruk bir neşe ile gülümsemeye devam ettiriyor ve bu kederli neşenin anlamı üzerine düşündürüyor.

DİYARBAKIR

Özyaşar, “Diyabakır’da Yaşamak” adlı yazısında dil meselesiyle başlıyor. Kürtçenin yasaklı olmasının, kentin yaşayanlarının Türkçeyi tam olarak bilmemesinin ortaya çıkardığı “aksayan” bir dilden söz ediyor. 'Dilin aksaması ne demektir' üzerine düşünürsek; bu bir dilin tam bir ifadeye kavuşamaması anlamına gelir. Hani dilinin ucuna gelir ve ortaya çıkmaz ya söylemeye çalışılan, sanırım bu böyle bir durumdur. Zihinden tartarak dile getirmeye çalıştığınızın orada bir yerde asılı kalmasıdır. Yazarın Diyarbakırlı olmayı dil ile ilişkilendirdiği şu cümlelerdeki ifadesi gibi: “Diyarbakırlı olmak… Gramatik ve semantik bağlamda Türkçeyle Kürtçenin birbirine fena halde bulaştığı, bulaşmakla kalmayıp birbirini feci kırdığı bir dilin içine doğmak ve oradan konuşmaktır.” Bu bahsedilenlerden anladığımız Diyarbakır sadece kent olarak değil, dil olarak da kendine has bir yer. Elbette bunun olumlanacak bir yanı yok evet, diller birbiriyle ilişki içindedir, saf dil diye bir şeyden de söz edemeyiz ancak gönül isterdi ki diller arası etkileşim zoraki olandan değil de ortaklıktan, yan yana olmaktan, komşuluktan kaynaklansın. Bu durumda yazarın cümlelerini haklıca kuralım: “Ey devlet kabahatlere gelesin”.

PARÇALANMIŞ BEN

Elbette Diyarbakırlı olmak sadece “aksayan” bir dile doğmak anlamına gelmiyor. Özyaşar, bu yazısında Diyarbakırlı olmanın tüm anlamını ortaya koymaya çalışıyor. Örneğin; yaşlı bir “dayıya” mikrofon uzatan spikerin, “Devlet hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, “Walla biz devletten memnunuz” yanıtını vermesi, Roj TV spikerinin kamerayı ve mikrofonu kapattıktan sonra, tüm yaşatılanları hatırlatıp isyan etmesi sonucu verdiği “o benim resmi görüşümdür” cevabı, bir yandan okuru gülümsetirken, diğer yandan bu cümlenin anlamı üzerine düşüncelere daldırıyor. Bu cümlenin söylediği bir korku veya sinme durumu değil çünkü bana kalırsa bu cümlenin gizlediği anlam bölünmüş bir benlikle var olma çabası. Asıl hissettiğini, kalbinden geçeni dile getirememe, kırgın bir ben hâli. Resmi ben ile kendi ben’i arasında sıkışıp kalan varlığın, çaresizce düşündüren durumu. Hiçbir zaman kendisi gibi olamamak, asıl varlığını duyumsayamamak.

Özyaşar, “Diyarbakır’da Yaşamak” yazısında bir yerli olmanın anlamını, tanıklığından yola çıkarak anlatırken, içeriden bir bakışla okuru Diyarbakır’ın çoklu varlığıyla buluşturuyor.

Aslı Gibidir-Diyarbakır Hikâyeleri, Murat Özyaşar, 116 syf., Doğan Kitap, 2019.

KİMSİZ'İN DİLİ

Murat Özyaşar, “Muhteşem İmkânsızlık” adlı yazısında dil konusunu tartışmaya devam ediyor. Bir yazar olarak ana dilinde yazamamasının nedenlerini ortaya koymaya çalışıyor. Devamlı karşı karşıya kaldığı “neden anadilinde yazmıyorsun” sorusuna cevabını samimice arıyor. Anadil hakkı konusunu tartışmasız bir şekilde kabullendiğini ifade ederken şunu ekliyor: “Zihin dünyama da, şeyleri kavrayışıma da, eşyayı anlama biçimime de sirayet eden bir “yarılmış dil” var. Ve ben bu dili, anadilim olarak görüyorum çok zamandır.” Yazarın bu dilden kastı melez bir dil değil, onun tanımlamasıyla “kırma” dil. Bu “kırma dil” kendi biçimini yaratan bir dil belki de. Ayrıca, majör bir dilde yaratılan minör bir imkâna da gönderme yapıyor bana kalırsa. Dilin kendince bulduğu direnç, bir “kaçış çizgisi”.

Bu metinde bahsedilen Çayan Demirel’in Dersim ’38 Belgeseli’nden, Özyaşar’ın alıntıladığı bir cümlenin de söylediklerini es geçmemeliyiz. Yazar şöyle söylüyor: “38 Dersim Felaketi’ne tanıklık eden Dünya Ana, belgeselde tanıklığını anlatırken önce saf bir Zazaca ile konuşmaya başlar, devamında Zazaca sözcüklerine Türkçe sözcükler karışır ve en sonunda ise konuşmasını kır edilmiş, kırılmış Türkçe bir cümle ile bitirir: “Kimsiz kaldım, kimsiz kaldım, derdime yanak yok.” Özyaşar sonrasında alt yazıda ve alıntılanan başka yerlerde, cümlenin “kimsesiz kaldım” olarak düzeltilmesinden de söz ediyor. Buradaki dilin kullanımı üzerine düşünmek gerekiyor bana kalırsa burada dilin kendince ifadesini bulduğu bir an ile karşı karşıyayız. Bu ifade için “yersiz yurtsuz” bir dil kullanımı demek yanlış olmayacaktır zannedersem. “Kimsiz kalmak” aynı zamanda imkânsız kaldığın an da dilin asıl söylemek istediğine yüklediği anlamın başka bir anlamı çağırması belki de. Özyaşar’ın “kayıp hece” olarak ifade ettiği bu durum bir anlamda dilin ifade edebilmek için direnmesi olarak tanımlanabilir. Bu ayrıca, yazarın ifade ettiği gibi felaketten kalan ve artık aynı olamayacak bir dile de gönderme yapıyor. Bu açıdan bakıldığında ana dille yazma tartışmalarında göz ardı edilen, özellikle edebiyat söz konusu olduğunda “minör edebiyat”ın imkânlarının çok konu edilmemesi bana kalırsa oysa minör edebiyatta, yani ana diliyle yazmayan yazarın majör dil ile edebiyat yapmasında, bulunan direnç noktası ve orada açılan yarık üzerine düşünmeyi atlamamak gerekiyor. Bu nedenle, Özyaşar’ın bu metninde neden Kürtçe yazmıyorsun sorusuna bulmaya çalıştığı yanıt, bu açıdan da tartışılabilir. Kürt bir yazarın Kürtçe ile yazmamasının, yazamamasının çok farklı nedenleri olabileceği gibi minör bir edebiyat yapmanın oldukça bireysel hikâyeleri bile politik bir zemine taşıdığını unutmamalı. Böyle bir edebiyat, anlatının değil de anlamın, biçimin değil de düzensizin, sterilin değil de çoğulun peşinden gitmek, dil de “kekeme” bir olasılık yaratmak anlamına gelebilir çünkü.

Murat Özyaşar’ın, “Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri” adlı metni Diyarbakır, Diyarbekir, Amed -hangi ismi kullanırsak kullanalım -bir kente ait hissetmenin tüm duygusunu getiriyor okura. Anadilde yazma sorununa dair tartışmaya tekrar bakma fırsatı yakalarken, dilencilerin bile politik olduğu sokaklarda, bazen ışıkla, çoğu zaman keder ve karanlıkla dolaştırıyor. İstasyonlar, kentin başka yakaları, fakirlik, çocukluk, devletin elini hep üzerinde hissettirdiği insanlar, hikâyeler, anlamı başka anlamı çağıran kelimeler, dengbejler, yaslar, tanıklar, tanıklıklar, Newroz ateşinin coşkusu, ara sokakların kovalamacası… Kısacası bir coğrafyanın acısı, tatlısı, öfkesi, kederi, yası ama her şeye rağmen muzipçe direngen bir neşeyle gülümsemesi... Kitabı okurken ve üzerine düşünürken, açıp dinlediğim o türkünün hissettirdiği gibi:

“Diyarbakır yolunda toz olmuş dağılırım,

Bu hırçın depremlerle sarsılırım kanarım

Arkadaşların yüzü ağır ağır solarken

Gün doğar yaylalara, kahrımdan utanırım”