'Kimsiz'lerin kimi olmak için yazmak
Murat Özyaşar, insanların unutma, görmezden gelme, önemsememe hastalığını eleştiriyor Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri’nde. Felaketlerin normalleşmeye başladığı bir coğrafyanın hafızası olmaya çalışıyor. Kısa hayatlarımız boyunca rast geldiğimiz felaketleri de hatırlıyoruz kitabı okurken. Sadece son birkaç yılı gözümüzün önüne getirdiğimizde bile kanımız donuyor: Diyarbakır, Suruç, Ankara’da patlatılan bombalar… Günlerce süren sokağa çıkma yasakları… Sokaklarda sürüklenen Hacı Lokman Birlik’in, cenazesi, yedi gün yerde kalan Taybet Ana’nın görüntüleri… Ortadoğu coğrafyasındaki savaş…
Bazı yazarlar bazı şehirlerle yahut mekânlarla anılmayı hak ederler. Tarık Dursun K. denince aklımıza İzmir düşer mesela. Sevgi Soysal denince Ankara’nın, Yaşar Kemal deyince Çukurova’nın kafamızda canlanması da bundandır. Yaşayan yazarlarımızda da gözlemlenen bir şey bu: Ahmet Büke İzmir’e, Onur Çalı, Mahir Ünsal Eriş Kuzey Ege’ye iliştirilir. Murat Özyaşar adını duyunca Diyarbakır yolculuğuna çıkacağımızı hissetmemiz bundan. Bu yazar, ilk kitabı Ayna Çarpması (2008) ile hem önemli öykü ödülleri almış hem de kendi okur kitlesini yaratmayı başarmıştı. 2015’te yayımlanan Sarı Kahkaha ise okurun uzun bekleyişini ödüllendiren bir kitap olarak göze çarptı. Her iki kitapta ana mekân Diyarbakır’dı. Doğrusu, ismi şehirlerle anılan yazarların çoğunda rastlanan bir özellik Özyaşar’ın öykülerine de sinmişti. Diyarbakır, anlatının mekânı değil sanki karakteri olmaya başlamıştı.
Murat Özyaşar’ın üçüncü kitabı Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri bu durumu bir adım ileri taşıyor ve Diyarbakır, kitabın ana karakteri oluyor. Yazarın çeşitli mecralarda kaleme aldığı yazıların bir derlemesi olan kitapta nefes alıp veren, sürekli hareket halinde, kırılan, düşen, dizi kanayan, ayağa kalkan, direnen bir kentin hikâyelerini anlatıyor, Özyaşar. Hem denemeye hem de öyküye göz kırpan metinler, aynı zamanda Özyaşar’ın yazınsal yolculuğunu anlamada bir pusula işlevi görme özelliği taşıyor. Şunu başta belirtmekte fayda var: Saf bir Diyarbakır güzellemesi ile karşılaşmıyoruz kitapta; güzelliklerinin yanında zaafları, eksikleriyle birlikte anlatılıyor şehir.
KIRIK BİR DİL KIRIK BİR ŞEHİR
Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri, tüm kitaba yayılacak bir dil tartışmasıyla başlıyor: “Diyarbakır’da yaşamak, Kürtçenin yasaklı olması sebebiyle temiz bir Kürtçenin konuşulmadığı, yaşayanların Türk olmaması sebebiyle temiz bir Türkçenin de konuşulmadığı, herhangi bir dilin herhangi bir ağız, şive ve lehçesinin de konuşulmadığı, hele hele bir aksanın hiç konuşulmadığı, ancak ve ancak “aksayan” bir dilin konuşulduğu, gramatik ve semantik bağlamda Türkçeyle Kürtçenin birbirine fena halde bulaştığı, bulaşmakla kalmayıp birbirini feci kırdığı bir dilin içine doğmak ve oradan konuşmaktır”. Dillerin birbirini kırdığı bir ortamdan konuşmak, Diyarbakırlılar için bir eksiklik değil, imkândır. Özneyi kuran dildir ama insanın özne olabilmesinin ön koşulu o dille kurduğu ilişkidir. Özyaşar, açılış yazısında Diyarbakır insanının dille kurduğu ilişkiyi masaya yatırır ve şehrin politik atmosferinin etkisiyle özne olma, dolu söz söyleme potansiyellerinin ne kadar yükseldiğini örnekler. Ama bu örnekler belirli bir politik tavır alıştan ziyade kişilerin Diyarbakır’ın atmosferini deneyimleme tarzlarına odaklanır. Dolu söz ve özne olma vurgusu önemli. Abdurrahman Aydın bir yazısında bunu çok güzel özetler: “Dolu–sözde, konuşucu, sözü üstlenir. Söylemenin öznesi olarak, söylediğinden ve söylerken söylemediklerinden sorumlu olduğunun farkındadır. Bu bakımdan yalnızca bir aralıkta özne olunabilir; tahkim edilmiş bir mevzide değil.”
Özyaşar, dil ve özne olma ile ilgili tartışmayı burada noktalamaz. Evet, dillerin birbirini kırdığı durumlar kimi zaman imkânlar yaratır ama kimi zaman da ezilen halkların dilini geri dönüşsüz bir şekilde bozguna uğratır. Özyaşar, Çayan Demirel’in Dersim ’38 Belgeseli’ndeki Dünya Ana’nın tanıklığına dikkat çekerken tam da bu durumu işaret eder: “Dünya Ana’nın Felaket’i anlatırken önce Zazaca, sonra Zazaca–Türkçe ve en sonunda kırılmış bir Türkçeyle konuşması, onun böyle dilden dile geçişi, bana kalırsa Felaket’in yarattığı tahribatı ve Felaket’in dildeki tezahürünü de gösterir. Çünkü bu Felaket zamanında yitirdiğimiz sadece canlar olmamış, dil de bu Felaket’ten nasibine düşeni almıştır.”
FELAKETİ ANLATMAK
Yazar, Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri'nde dille, dilin olanaklarıyla ve felaket koşullarında dilin yaşamıyla ilgili söz aldıktan sonra insan hikâyelerine odaklanmaya başlıyor. Makarna yemeyen Niyazi’yi, sarı–kırmızı tişörtünü paramparça eden Zindan’ı, neden ödev yapmadın sorusuna “Geçen yıl arkadaşımın evine gittim” diye başlayıp uzun uzun yanıtlayan öğrenciyi tanıyoruz böylece. İnsan hikâyeleri, Diyarbakır’ın daha da ete kemiğe bürünmesine hizmet ediyor ama.
Özyaşar, insanların unutma, görmezden gelme, önemsememe hastalığını da eleştiriyor Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri’nde. Felaketlerin normalleşmeye başladığı bir coğrafyanın hafızası olmaya çalışıyor, yazar. Kısa hayatlarımız boyunca rast geldiğimiz felaketleri de hatırlıyoruz kitabı okurken. Sadece son birkaç yılı gözümüzün önüne getirdiğimizde bile kanımız donuyor: Diyarbakır, Suruç, Ankara’da patlatılan bombalar… Günlerce süren sokağa çıkma yasakları… Sokaklarda sürüklenen Hacı Lokman Birlik’in, cenazesi, yedi gün yerde kalan Taybet Ana’nın görüntüleri… Ortadoğu coğrafyasındaki savaş… Her gün Akdeniz’de, Ege Denizi’nde batan mülteci gemileri… Tüm bunlar yaşandıktan sonra dünya dönmeyecek zannediyoruz ama hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor yaşam. Unutmanın “iyileştirici” gücü her şeyi kişisel ve toplumsal hafızadan silmek için işliyor. Daha olay yaşanırken bile bir iki haftaya unutulacağını, orada yaşamını yitirenlerin isimlerinin aklımıza gelmeyeceğini düşününce insanlığımızdan utanıyoruz.
Karanlık başlıklı yazı tam da bunu vurgulayarak başlıyor: “Herkesin bilmediği ama hiç kimsenin bildiği bir şey bu.” Sonra hafızanın derinliklerine kazımak istermiş gibi “Bütün dünya bilsin” diye sesleniyor, Murat Özyaşar. Kimsiz kalmışların kimi olmak için yazdığını hepimize hatırlatarak…