Hepsi Diyarbakır hikâyeleri
Murat Özyaşar, yeni kitabında her şeyi gönül gözüyle gören Kör Recep’in rehberliğinde Diyarbakır’ı anlatıyor. Kör Recep okuru elinden tutuyor, 'aksayan' dilden şehrin sokaklarına, kurşunlanmış duvarlara, berduşların avarelerine, 'eqo piçi' olmaya itirazı kadar götürüyor, şehri apaçık ediyor.
Murat Özyaşar’ın yeni kitabı Aslı Gibidir-Diyarbakır Hikâyeleri Doğan Kitap’tan çıktı. Yeni kitap heyecanlandırdı beni. Çünkü önceki kitaplarını okumuştum Özyaşar’ın ve bundan sonra ne yazarsa okurum diye düşünmüştüm. İlk kitap Ayna Çarpması'nı okuduğumda da aynı şeyi düşünmüştüm. İlk kitabı sevmiştim ama bundan sonra ne yapacaktı Özyaşar? Hemen her zaman ve ilk kitabını yayımlamış her yazar için bu soruyu sormak önemlidir. Bu soruyu sormaktaki niyet, elbette sevilen yazarın bir sonraki kitapta çıtayı biraz daha yükseltmesini arzu etmektir. Bu nedenle bekleyiş sırasında belli belirsiz bir tedirginlik de hissettirir kendisini.
Hem niyet hem de niyetten kaynaklanan tedirginlik güzeldir. Bunu yazar birebir bilmez, bütün okurlarıyla bir araya gelip onları dinlemesi mümkün değildir çünkü. Kitap tanıtım yazılarından, önemli eleştirmenlerin değerlendirmelerinden beklentileri hisseder. O, yazar yani, yeni hikâyelerini kotarırken, gazete ve dergi sayfalarından (şimdilerde sosyal medyadan da) kendisine ulaşanlarla yetinmek durumunda kalır genellikle. Elbette bu, yön tayini konusunda az şey değildir, hatta çok fazla şeydir.
Sarı Kahkaha'da enfes hikâyeler vardı. Kâmil karakterini unutmak mümkün değildir mesela. Bazı hikâyeler ise aceleye gelmiş ya da “nasıl olursa olsun, bunu anlatmalıyım” baskısı ve hızıyla yazılmış gibi bir hisse neden olmuştu bende. Ama bu kendi halindeki memnuniyetsizlik bile Murat Özyaşar’ın bundan sonra yazacaklarını merakla bekleme duygusunun önüne geçmedi. Çünkü Özyaşar', -üçüncü kitabını okuduktan sonra rahatça söyleyebilirim- dünyaya hikâye anlatmak için gelen insanlardan biridir.
GERÇEKLİK VE ÖZYAŞAR’IN KURGUSU
Yeni kitabı Aslı Gibidir, Diyarbakır Hikâyeleri. İki ayrı ismi var kitabın ama ve ben iki ismi “,” ile ayırmayı tercih ettim. Çünkü iki ismin ancak virgülle birbirinden ayrılabileceğini ya da birbirini tamamlayabileceğini düşündüm.
Aslı Gibidir, size de resmi evrakların üzerindeki bir mührü çağrıştırdı mı? Çağrıştırsın çünkü kitaptaki metinler tam da bunu anlatmaya çalışıyor. Olaylar gerçek, kelimeler ve cümleler kurmacadır. Metinlerde yazarın kendi hayatı ile şehrin tarihi, dili ve bütün birikimi iç içe geçer de ondan. Yazar kendisini ve şehri anlatırken gerçek bir durumdan yola çıkar ve kurduğu her cümle kurmacaya evrilir, aslı gibi olur. Kopya değildir ve 'aslı' da değildir, aslı gibidir.
Böyle olması gerekir çünkü Murat Özyaşar bir hikâye anlatıcısıdır, tarihçi değildir. Belgeleri sorgularken ve diyelim sokakları tanıtırken bir tarihçiden farklı olacaktır. Yazar bunu bilendir ve mümkün kılandır. Anlattığı, bu nedenle 'aslı gibi' olacaktır.
'Diyarbakır Hikâyeleri', 'Aslı Gibidir'den sonra gelir. Yazarın sayfalar boyunca hikâyeler anlatacağını hissettirmek ya da uyarmak ister gibi... Kendisiyle ve içine doğduğu şehirle, giderek bütün ülke ve dünyayla meseleler üzerine tartışırken, aslında hayatına yön veren ve yazılınca hikâye olan durumlardır 'Diyarbakır Hikâyeleri' içinde yer alanlar. 'Aslı Gibidir' mührünün sevimsizliğinden sonra elinden tutar (belki Kör Recep’in elinden tutar gibi), hikâyeler eşliğinde şehrin sokaklarına çıkarır okuru.
Sokaklarda ne var? Bir kişisel ve toplumsal tarihin olduğu muhakkak. Satırlar ilerledikçe kişisel ve toplumsal tarihin bir bütünlük içinde, birbirinin önüne geçmeden hikâye edildiğine tanık oluyoruz. Bu anlamda hakkaniyetli bir tutumdan söz etmek mümkün ama aslında Özyaşar, kişisel ve toplumsal tarihin birbirinden kopamamazlığının farkında olmanın avantajını kullanıyor. Sadece kendisini anlatsa yavan, sulu göz, hatta bencil olabilir; tek başına toplumsal tarihi anlatsa belgelerle yorabilir, okuru sokaklardan soğutabilir. Kitapta, kişisel olanla toplumsal olandan biri diğerinden önde olsa bile ‘sıkıntılı’ metinler çıkabilir ortaya. Kişisel ve toplumsal tarih, Diyarbakır sokaklarında kol kola, arada uzaklaşıp tekrar yakınlaşarak ve daha çok enfes bir uyumla birbirine yaslanarak ilerliyor.
DİL MESELESİ
Yıllar önce, ben İstanbul’da kardeşim Diyarbakır’da yaşarken arada telefonlaşırdık. “Nasılsın?” sorusunu, örneğin, “Kendime uzanmışım” dediğinde şaşırırdım, “Oğlum, elbette kendin için uzanacaksın, başkası için uzanılır mı?” diye çıkışırdım. Türkçesini düzeltmeye çalışırdım. Bu arada kardeşimin Diyarbakır’da üniversite okuduğunu ve iyi bir edebiyat okuru olduğunu belirtmeliyim.
Yıllar sonra Diyarbakır’a yerleştiğimde fark ettim: Eğitim hayatında yüksek notlar almış olabilirsin, birkaç üniversite bitirmiş olabilirsin ama karşına çıkan “Diyarbakırca”dan kurtulamıyorsun. Konuşma dilinde, örneğin soru eklerini kaldırmış Diyarbakırlılar. “Geldin mi?” demiyorlar, “Geldin” diyorlar. Sesteki vurgudan anlıyorsun soru sorulduğunu.
Daha çok örnek vermek mümkün ama bu benim “Diyarbakırca” dediğim meseleyi Murat Özyaşar’ın hikâyesinden okumanın daha keyifli olacağını düşünüyorum. Özyaşar Diyarbakır’da konuşulan Türkçeye “aksayan” diyor ve bence çok haklı, çünkü sahiden bir “aksan” yok burada. Bana, Diyarbakırlıların Türkçe dayatmasına bir isyan biçimi olarak da geliyor, bu dili bozup yeniden yapmak eylemi.
Bir de Türkçe yazan her Kürt yazara sorulan, “Neden anadilinde yazmıyorsun?” sorusuna cevap vermeye çalışıyor Özyaşar. O kadar çok şey yazıldı ve söylendi ki bu konuda, ne denirse eksik kalıyor. Özyaşar bu meseleyi de bilgi ile yaşanmışlık, gerçeklik ile kurguyu yan yana getirerek ifade etmeye çalışıyor. “Neden anadilinde yazmıyorsun?” sorusu hep sorulacak ama Özyaşar’ın samimi ve cevap niteliğindeki hikâyesi okunmayı ziyadesiyle hak ediyor.
HİKÂYELERİN ÖZETİ GİBİ
Kitaptan çok alıntı yapmak niyetinde değilim. Ama kısaca da olsa “Bazı Sözcüklerin Yaşı”ndan söz etmek isterim. Çünkü bu, kitapta yer alan bütün hikayelerin ya da anlatılmak istenen meramın özeti gibi geliyor bana.
“Bazı sözcüklerin Yaşı”ında “Eqo Piçi” çıkıyor karşımıza. “Niye, ben eqo piçiyem?” deyimini belki duymuştum ama çok üstünde durmamıştım. Murat Özyaşar, “Bazı Sözcüklerin Yaşı”nda çok iyi görünür kılıyor bu deyimi. Bir serzenişi, bir isyanı dile getiri bu deyiş. Daha güzeli, “Dost kim düşman kim belli olsun” niyetini de taşıyor beraberinde.
“Elbette ve tabii ki hiçbir anne çocuğunu tehlikeli sulara yollamak, kriminal durumlara bulaştırmak, başına bir fenalık gelmesine izin vermek istemez. Ancak daha önemli bir şey var ki, Diyarbakır’da hiçbir anne, çocuğunun ‘eqo piçi’ olmasını asla istemez.” İşte bu nedenle, “Niye, ben eqo piçiyem?” diye sorulduğunda akan suların durduğunu da ekler Özyaşar. Ve kim dost kim düşman, asıl bu sorudan sonra belli olacak.
Özellikle 1990’lı yıllardan sonra yeniden ve politik olarak şekillenen şehir ve ahalisinin özeti gibidir bu hikâyede anlatılan. Bu yıllarda büyüyen ve kim dost kim düşman göstermek biçimleriyle hemhal olan Özyaşar, kendi kuşağının sancılarını hikâye ediyor.
BİR ŞEHRİN YAZARI OLMAK
Bitirirken, kitabı bir çeşit “şehir rehberi” olarak da okumak mümkün, demek isterim. Şehir rehberinin rotasını çizen yazar, ev içlerinden sokaklara taşan kimlik çatışmalarına, dil meselelerinden korkulara, silah seslerinden berduşların okuduğu avarelere kadar uzatır, Hicri İzgören gibi kimliğini soranlara yarasını göstermeye kadar vardırır.
Diyarbakır’ı anlatan ve buradan dünyanın kapılarını zorlayan özel bir kitaptır “Aslı Gibidir, Diyarbakır Hikâyeleri”. Bir sonraki kitabını da merakla bekleyeceğim Murat Özyaşar’ın ve öyle tahmin ediyorum ki yeni kitabıyla başka diyarların, başka kişilerin hikayelerini fısıldayacaktır.
Ama sonra, kitabı bitirirken, “Diyarbakır çok şanslı” diyorum, “Keşke her şehrin Murat Özyaşar, Şeyhmus Diken, Hicri İzgören gibi yazar ve şairleri olsa.”
RESİM ŞART NOTU
“Kılıç kalkan gürz ve at/Tâ çocukluğumdan beri/Ne buldumsa okudum/Sonunda anladım ki/Bir kitapta resim şart” demişti Cemal Süreya. Murat Özyaşar’ın hikâyelerine Selçuk Demirel’in çok güzel desenleri eşlik ediyor, Cemal Süreya’yı haklı çıkarır gibi.