Modern Türkçe şiirin ‘seslileri’ – I
Tatilde şiir okumayı düşünenlere, modern Türkçe şiiri kapsayan, birikimi, deneyimi temsil eden bir liste çıkardık. Listede şiirin yapısına ilişkin biçim ve biçemsel düzlemdeki değişime bir kuş bakışı görünümü çıkmakta... Yahya Kemal Beyatlı, Nâzım Hikmet ve Orhan Veli Kanık'ı şiir anlayışlarıyla birlikte, neden okunmaları gerektiğini de şiirlerinden örneklerle açıklayacağız.
DUVAR - Yaz tatili için bahane kalmadı. Okullar kapandı. Seçim bitti. Haziran da bitti. Kışın sonu bahar olmakla kalmadı, baharın sonu da yaz oldu. Tatil imkânı olanlar ve planlayanlar için hemen hemen tüm engeller aşılmış gibi. Tatilde yapılacak işlerden biri de daha çok kitap okumaktır. Öyle değilse bile öyle olmalı.
Tatilde daha çok kitap okunacağı öngörüsüne dayanarak ve şiir okumayı düşünenleri, daha önce okumamış, ama “ne okusam”, “acaba nerden başlasam” gibi arayış içine girenleri gözeterek kolları sıvadık. Bellek, kaynak taraması yaptık. Sonuçta okuma çağında olup da şiir okumak isteyenleri, isteyecekleri düşündük. Modern Türkçe şiiri kapsayan, birikimi, deneyimi temsil eden bir liste çıkardık.
Öncü olmuş ve yeniliği temsil eden şairlerden oluşan listemize “Modern Türkçe Şiirin Seslileri” listesi de denilebilir. Nesnel bir liste hazırlamaya çalışsak da her seçim gibi bizim listemizin de kişisellikten büsbütün uzak olduğu söylenemez.
'TÜRKÇE ŞİİRİN MACERASI'
Bu aslında bir şiir okuma listesi önerisi. Okunması için önerdiğimiz öncü ve yenilikçi şairlerin kendi kuşaklarını olduğu kadar kendilerinden sonraki kuşakları da etkilemiş olmaları önemli. Listede “Modern Türkçe Şiirin Seslileri” olarak yer verilen şairlerin, şiirde gerçekleştirdikleri yeniliklerin yanı sıra okurun beğenisini, yargısını ve tercihini de değiştirmiş olduklarını belirtmek gerekir. Deyim yerindeyse okuma listesinde önerilen şairlerin tümü, şiirin 'mecrasını' köklü biçimde değiştirmiş isimlerdir. Ya da bu şairler şiirde yeni 'mecralar' oluşturmuşlardır diyebiliriz. “Mecralar”, “maceralar” olarak da okunabilir. Ne de olsa “Modern Türkçe Şiirin Seslileri”nden söz etmek modern Türkçe şiirin macerasından da söz etmeyi içeriyor.
Türkçe alfabede sesli harf sayısı, malum sekiz. Ancak modern Türkçe şiirin sesli şairleri çok daha fazla ve iyi ki de fazla. “Türkçe Şiirin Seslileri” listesinde yer alan şair sayısını, Türkçe alfabenin seslilerinden iki kat daha fazla olarak belirledik. “Modern Türkçe Şiirin Seslileri” listemizle birlikte, cumhuriyetten sonra dil yeniliği, ses yeniliği, söz yeniliği, imge örgüsündeki yenilik gibi şiirin yapısına ilişkin biçim ve biçemsel düzlemde gerçekleşen kopuşun, değişimin, hatta devrimin de kuş bakışı bir görünümü çıkmış oldu diyebiliriz.
Listede doğum tarihleri sırasına göre Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Attilâ İlhan, Ahmed Arif, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Gülten Akın ve Ülkü Tamer yer alan şairler… Necip Fazıl Kısakürek ve daha yeni kuşaklardan İsmet Özel listede yok. Çünkü verilere ve değerlendirmemize göre Necip Fazıl Kısakürek de, İsmet Özel de modern Türkçe şiirin seslileri arasına girecek ölçüde yenilikçi olmamışlardır. Necip Fazıl Kısakürek biçim olarak heceye bağlı kalmıştır. İsmet Özel de İkinci Yeni dalgasının etkisinde bir şair olmuştur. O dalganın dışına çıktığında da “ölmüştür”, ölü bir şair olmuştur. Yenilikçi derken her yönüyle yenilikçi olmayı kastettiğimizi belirtmeye gerek yok aslında.
“Modern Türkçe Şiirin Seslileri” olarak gördüğümüz şairleri, şiir anlayışlarıyla birlikte kısaca anlatırken neden okunmaları gerektiğini de şiirlerinden örneklerle açıklamaya çalışacağız. Listemizin aslında bir iddiası yok. Belki tek iddiası modern Türkçe şiire “giriş” ya da “başlangıç” yapmak isteyenler ve “yenileşme dönemlerine, deneyime, birikime toplu bir bakış” atmayı düşünenler için bir kılavuzluk olabilir.
Yaz günlerinde hangi nedenle olursa olsun, modern Türkçe şiire zaman ayırmak isteyenlere, şiirin dili, dünyasıyla haşır neşir olmak isteyenlere armağan olsun…
YAHYA KEMAL: ARUZLA TÜRKÇE...
Cumhuriyetin bütün olanaklarından yararlanmış ve son Osmanlı olarak yaşamış bir şairdir Yahya Kemal Beyatlı. Yeri gelmişken belirtelim; şairleri “şair adları”yla anmayı tercih edeceğiz. Örneğin Yahya Kemal Beyatlı’nın şair adı Yahya Kemal, Nazım Hikmet Ran’ın şair adı Nâzım Hikmet’tir.
Bitenin, eskinin, geçmişin hafızasını oluşturmanın yanı sıra yeninin, eğer bir yeni olacaksa onun, ancak hatıralarla yaşayacağı, yaşaması gerektiği iddiasının sözcüsü olmuştur. Daha açık söylemek gerekirse Yahya Kemal’i yeni olan değil eski, bugün ve yarın değil dün, ati değil mazi ilgilendirmiştir. Şairliği de, şiirleri de, yapıtlarında yer aldığı haliyle duygusu, duyarlılığı, düşüncesi de bunu gösterir.
Eski şiir kalıbında ısrar etmiştir. Biçim olarak bile aruzun, çoktan darmaduman olduğu bir zamanda aruzdan bir tek şiir için vazgeçmiştir. “Ok” şiirinde hece ölçüsünü denemiştir.
'KÖKÜ MAZİDE OLANA ATİYİM'
Öne doğru hamle yaparken bile gözü arkada kalanda olmuştur. “Kökü mazide olan atiyim” demesinin vezin gereği olduğu bile söylenebilir. Geriye bakmıştır. “Batı’ya doğru giden bir geminin güvertesinde Doğu’ya doğru koşmak” sözü onun için “yeniye doğru giden şiir gemisinin güvertesinde geriye doğru koşmuştur” biçiminde yinelenebilir. Hatta cumhuriyete doğru giden bir geminin güvertesinde Osmanlı’ya doğru koşmayı temsil eden bir rol model olmayı denemiştir de diyebiliriz.
Şeref Bilsel gibi söylersek şiirleri yaşarken kapaksız olmuş bir şairdir Yahya Kemal. Yaşarken şiirlerinin kitaplaşmamış olmasını belki de gerçek anlamda basacağı zemini kaybetmiş bir şair için şaşırtıcı görmemek gerekir. Maddi yaşantısıyla cumhuriyete, duygusal ve düşünsel dünyasıyla Osmanlı'ya ait olarak “gününü gün ederken” şiirlerini toplayacak cildin, altına yerleştirilecek bir kapağın mümkün olmadığını düşünmüş olabilir. Evinin mümkün olmaması gibi.
Tüm imkânlarından yararlanmasına karşın kendini cumhuriyete ait hissetmez. “Ankara’nın en güzel tarafı İstanbul’a dönmektir” sözü, kendini cumhuriyete ait görmemesinin dışavurumu olarak da yorumlanabilir. Ankara cumhuriyetin, İstanbul Osmanlı’nın başkentidir çünkü… Onun aitsizliği, bugünün ve geleceğin dünyasında, geçmişin hayaleti olarak kalma arzusu gibi düşünülebilir belki.
'DÖRT DÖRTLÜK BİR İKTİDAR ŞAİRİ'
Ece Ayhan’a göre “yalnızca bir devlet şairi değil, dört dörtlük bir iktidar şairidir” Yahya Kemal. Onun, daha önce “devlet ve tanrı şairi” olarak tanımlandığı da bilinmektedir. Ömer Seyfettin, “Türkçeyle Yunan edebiyatı yapmakla” suçlamıştır. Bizce Türkçeyle divan edebiyatı yaptığı daha doğrudur. Cumhuriyetten önce başlamış bir “Türkçecilik” gayreti söz konusudur ve Yahya Kemal de bu eğilimi benimser. Cumhuriyet de bu Türkçecilik akımını uluslaşmayı gerçekleştirmenin bir gereği olarak kabul eder ve sürdürür. Galiba Yahya Kemal’in öncülüğü, ayırt ediciliği Türkçeyi modern şiirin dili yapmak konusundaki girişimi ve deneyimidir. Aruzu Türkçeleştirmiş olmak kendi dönemi açısından da, sonraki zamanlar için de önemli bir değişim ve gelişmedir. Aruzu Türkçeleştirmek bir yeniliktir. Ancak heceyi Türkçeleştirmek gibi bir yenilik söz konusu değildir. Aruzu Türkçeleştirmekle kalmamış, sembolist şiirin, lirik şiirin Türkçedeki olanaklarını genişletmiştir. Şairin “Büyü Şiir”ini okuyalım:
Paris'te genç iken koyu Baudelaire'perest idim.
Balkon'la, Yolculuk'la, Güzellik'le mest idim.
Sinmişti şi'ri ruhuma ulvi keder gibi;
Absente damla damla sızan şeker gibi.
Hulyâsının yarattığı iklim o başka yer!
Gür defnelerle çevrili, afyonlu bahçeler...
Her zevki bir haram olan efsunlu cennetin
Koynunda vardı lezzeti bin türlü nimetin.
Bir gün veda edip o diyârın hayatına,
Döndüm bütün bütün vatanın kâinatına.
Lâkin o bahçelerde geçen devreden beri
Kalbimde solmamıştır o şi'rin çiçekleri.
Yahya Kemal; kendisinden önceki ve kendi zamanının şairlerinin üstünden, onlara takılmadan atlamıştır ve böylece onlara benzememeyi sağlamıştır. Öyle ki ne “romantik” Hamit’e, ne “sembolist” Haşime, ne “inanmış” Akif’e, ne aydınlanmacı Fikret’e benzer… Bir ölçüde hepsi ve hiçbiridir. Sadece şiirdeki müziği duymak için bile okunabilir…
NÂZIM HİKMET: ŞİİRDE DEVRİM
Modern Türkçe şiirde geçmişten, yerleşikten, eskiden, eskimişten devrimci bir tarzla kopma düşüncesinin, gereğinin ve amacının sesi olmuştur Nâzım Hikmet. Onun arkasında bıraktığı bütün şiir birikimi, hayalin gerçeğe dönüştürülmesinin deneyimi olarak önümüzde durur.
Osmanlı rejimi ve onunla birlikte geleneksel yapı yıkılmış ve yerine cumhuriyetle birlikte yeni bir dünya kurulmaktadır. Üretim araçları, üretim tarzı ve kültürel değişimle birlikte toplumsal bir dönüşüm hedeflenmektedir. Bunun biraz da zorunluluk gereği olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu yeni dünyanın kurulma süreci yalnızca Türkiye’ye mahsus bir gelişme değildir. Batı’da Fransız İhtilali ve Aydınlanmayla, hatta Rönesans’la, yani çoktan başlamış bir sürecin geciktiği coğrafyalarda ve toplumlarda açığı, zaman aralığını kapatma devinimidir söz konusu olan. Aynı zamanda bir telaş ve acelecilik, dolayısıyla da üst üste gelen telafisi imkânsız hatalar, ölümcül yanlışlar elbet… Acelecilik ve telaş gibi neden olduğu telafisi imkânsız hatalar, ölümcül yanlışlar da modernleşmenin geciktiği coğrafyalarda ve toplumlarda adeta kader olmuştur. Gecikme krizinin yarattığı bir sonuçtur bu. Cumhuriyet aynı zamanda baştan sona bir tür acelecilik ve telaş örneğidir diyebiliriz. Bunun sonucu olarak da kriz elbette...
Nâzım Hikmet, dünyanın farkında ve yaşamın bilincindedir. Şiirini de bu bilinçle kurar. Modern Türkçe şiirde her anlamda devrim niteliğinde olan ilk kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü 1928’de Türkiye dışında Bakû’da çıkaran şairin yaşamını yitirdiği ana kadar şiir düşünüp, şiir duyup, şiir yaşadığı, yeni şiiri aradığı ve denediğini söylemek mümkündür. Başka birçok şeyin yanı sıra kalıplaşmamış, kendini tekrara düşmemiş bir şair oluşu önemlidir.
“Güneşi İçenlerin Türküsü” modern şiirde, akışı durdurulamayacak ve bir daha geri dönüşü mümkün olmayan devrim niteliğinde bir değişimi başlatıyordu. Kitap Türkiye’de 1929’da başka şiirlerle birlikte “835 Satır” adıyla yayımlanır. Böylece, hem eski şiirin artık mezbeleleşmiş, metruk yapısındaki çivileri, tahtaları, tuğlaları, söken hem de doğaya, insana, çağına tanıklık eden, dünyadaki gelişmeleri eleştirel bir mesafeden izleyen ve yorumlayan şair, modern Türkçe şiirin kütüğüne bir daha adı silinemeyecek biçimde kaydolur.
Tek başına “Memleketimden İnsan Manzaraları”, hâlâ modern Türkçe şiirin olduğu kadar modern dünya şiiri kitaplıklarının da başyapıtı olma niteliğini korumaktadır.
“Nâzım”dan bir tek şiir seçmek onun şiiri ve kişiliği konusunda bir tek şiirle düşünmek, yazmak zor; hatta imkânsız” diyor Turgut Uyar. Öyledir gerçekten de… Nâzım Hikmet’ten şiir seçmek zordur. Onun şiirinden alınacak bir dize bütün şiirlerini arkasından getirir. Eşitler arasında birinci yoktur onun şiirlerinde. Çünkü hepsi eşittir, bir bütünü tamamlar…
Tüm seçim yapma zorluğuna karşın alıntımızı, şairin ilk kitabı “835 Satır”da yer alan “Güneşi İçenlerin Türküsü”, “Salkımsöğüt” ve “Bahri Hazer” şiirlerinden yaptık. Bunu yaparken amacımız, şairin modern Türkçe şiirde gerçekleştirdiği devrimin tüm özelliklerini yansıtacak ve bu sürecin nasıl başladığını gösterecek örnekler sunmak oldu. O nedenle sözünü ettiğimiz üç şiirden, kitaptaki hurufatıyla da dikkat çeken ve birkaç kez tekrarlanan bölümleri seçtik. Bu bölümlerin hem biçim, hem biçem hem de içerik yönünden Nâzım Hikmet şiirinin “ruhunu” yansıttığını düşünüyoruz:
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
(Güneşi İçenlerin Türküsü’nden)
Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar
Atlan rüzgâr kanat...
Atlan rüzgar...
Atlan...
At...
(Salkımsöğüt’ten)
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyar kayık!
(Bahri Hazer'den)
Şiirleri kitaptaki hurufatıyla teknik nedenlerden dolayı aktaramadığımızı belirtelim.
'NÂZIM HİKMET ŞİİR BAĞIRIYORDU'
Nâzım Hikmet bağırıyordu. Canı yanan insan bağırır. Nâzım Hikmet’in canı yanıyordu… Sesini duyurmak için başka çaresi yoktu. Bağırmak; canı yanan, sesini duyurmak isteyen, ama buna imkân bulamayan herkesin doğal hakkıdır. Bağırmak; bedenin, duygunun, düşüncenin, duyarlılığın isyanıdır. Bağırmak aynı zamanda bir öz savunma eylemidir… Nâzım Hikmet şiirlerinde bağırıyordu, ama daha önce kimse bunu yapmamıştı. Daha sonra deneyenlere bakınca da görüyoruz ki o çok da güzel bağırmış ve kimse onun kadar güzel bağıramamış… Nâzım Hikmet şiir bağırıyordu, şiirle bağırıyordu. Nâzım Hikmet’in şiirinde ses yüksekti. Çünkü o açık havada konuşuyordu.
Hiçbir yenilik, hiçbir devrim çatışmasız gerçekleşmiyor. Nâzım Hikmet’in şiir devrimi de çatışmasız gerçekleşmedi. Uzun yıllar şiirleri, kitapları yasaklandı. Okunması engellendi. O hem şiir yazdı hem de şiir yazmasına yönelik baskılarla, engellerle mücadele etti. O Ece Ayhan’ın dediği gibi “tüzüklerle çarpışarak büyüdü”.
Nâzım Hikmet, komünistti. Komünist şair ve şair komünist olmanın rol modeli olarak yaşadı ve yaşıyor. Tüm şiirlerini okumak için bir yaz tatili yeter mi? Kesinlikle denemeye değer…
ORHAN VELİ: ZEVKİ DEĞİŞTİRMEK...
Nâzım Hikmet’ten sonra modern Türkçe şiirin ikinci kopuş girişimi, değişim hamlesi Garipçiler olarak bilinen şairlerden gelir. Otuzlu yılların sonuna doğru yayımladıkları şiirlerle ve dikkat çeken üç genç; Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday 1937’de yayımlanan bir söyleşide kendi şiir anlayışlarını savunmuşlardır. 1941’de “Garip” adıyla ortak bir kitap çıkarırlar. Kitapta üçünün şiirleri ve imzaları bulunmaktadır. Kitabın önsözünü de Orhan Veli yazar. “Garip” başlığı altındaki önsözde üç gencin şiir anlayışı dile getirilir:
“Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. Böyle değişmelerin pek seyrek vukua geldiğini; üstelik, bu suretle meydana çıkan edebiyatlarda da her şeye rağmen değişmeyen, yine devam eden, hepsinde müşterek olan bir taraf bulunduğunu görüyoruz. Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmeyen taraf; müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler. O insanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık akalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir.”
'GARİP ŞİİRİNİN HEM ÖNCÜSÜ HEM TEMSİLCİSİ'
Garip dalgasında Oktay Rifat ve Melih Cevdet de önemlidir; ama bugün yeniden bakıp değerlendirdiğimizde kurucu ve esas ismin Orhan Veli olduğunu daha açık görüyoruz. Ayrıca hem Oktay Rifat, hem Melih Cevdet Anday çıkışlarını Garip’le yapmışlar, ama daha sonraki süreçte bir kez daha yenilik ve dönüşüm gereği duymuşlardır. Orhan Veli’nin ölümünden sonra Garip anlayışını terk ederek başka bir şiir oluşturmuşlardır. O nedenle Orhan Veli’yi Garip şiirinin hem öncüsü hem de temsilcisi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Garip, modern Türkçe şiirde hem içeriği hem de biçim ve biçemi değiştiren ikinci büyük kopuştur. Yürürlükteki lirik şiire, süslemeci dile, şairane duyarlılığa, yinelemeye, kopyaya, kalıplaşmaya itiraz ederken kendi şiir anlayışını da uygulayan, bunu da amacına uygun biçimde gerçekleştiren ve yaygınlaştıran yönüyle etkili olmuştur. Hem kendi çağındaki şairleri hem de sonraki kuşakları etkilemiş ve kalıcı olabilmiştir. Garip’in önsözünde “Halbuki” deniyordu, “eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairânenin aleyhinde bulunmak lâzım.” Başta Orhan Veli olmak üzere Garip şairleri sözlerini tuttular. Şiirde amaçladıkları yeniliği ve kopuşu gerçekleştirdiler ve kalıcı oldular.
Orhan Veli’nin Garip dalgasının içinde üç dönemi olduğunu söyleyebiliriz; Garip’e giriş diyebileceğimiz ilk dönemi. Bu döneminin örneği olarak “Kitabe-i Seng-i Mezar” başlıklı üçlemenin ilk şiirini gösterebiliriz. Bu şiir Garip yayımlanmadan önce yazılmış ve 1938’de İnsan dergisinde çıkmıştır. Şiiri hatırlayalım:
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
'SOKAĞI ŞİİRE TAŞIYAN İLK ŞAİR'
Nâzım Hikmet şiiri sokağa taşımıştı, Orhan Veli sokağı şiire taşıyan ilk şair oldu diyebiliriz… Şairin sokaktaki insanın, sokağın şiirini yazdığı ve böylece Garip dalgasının ortasında yer aldığı ikinci döneminin örneği olarak da “Eskiler Alıyorum” başlıklı şiiri alabiliriz:
Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musikî ruhun gıdasıdır
Musikîye bayılıyorum
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip
Musikîler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam
Garip’in 1941’de yayımlanmasından sonra, Orhan Veli’nin yaşamını yitirdiği 1950’ye kadar “Vazgeçemediğim” (1945), “Destan Gibi” (1946), “Yenisi” (1947) ve “Karşı” (1949) adıyla dört kitabı daha yayımlanır. “Garip” 1945’te ikinci baskısını yapar. Kırklı yılların sonuna gelindiğinde Orhan Veli’nin Garip’ten sıkıldığını, çıkmak, kaçmak istediğini yansıtıyor şiirleri. “Kuyruklu Şiir" ve “Cevap” başlıklı şiirleri bu arayışın örnekleri olarak değerlendirebiliriz. “Kuyruklu Şiir”i okuyalım:
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.
Şairin Garip’ten çıkmak istemesinin nedeni artık etkisiz ve işlevini yitirmeye başlamış yorgun bir dalgaya dönüşmesi olması yüksek ihtimaldir. Ama asıl neden belki de tek cümleyle “yeni bir dünya kuruluyordu” ve Orhan Veli de bunu fark etmişti.. Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış “Cumhuriyet kütlesi”, artık yavaş yavaş, anlaşılıyordu ki hiç de öyle değildi. Sınıflar da vardı, imtiyazlar da vardı; zümreler, mevkiler, makamlar da vardı. Ezenler ve ezilenler arasındaki çelişkiler, daha açıkçası sınıf çatışması gün gibi ortadaydı. Orhan Veli, “Halkçılık” ve “folklorculuk” duraklarından sonra yeni bir istikamet görmüştür diyebiliriz. Orhan Veli’nin Garip’ten çıkmak isteğinin dışavurumuna bir örnek de “Dalgacı Mahmut” şiirdir:
İşim gücüm budur benim
Gökyüzünü boyarım her sabah
Hepiniz uykudayken
Uyanır bakarsınız ki mavi
Deniz yırtılır kimi zaman
Bilmezsiniz kim diker
Bilmezsiniz kim diker
Ben dikerim
Dalga geçerim kimi zaman
O da benim vazifem
Bir baş düşünürüm başımda
Bir mide düşünürüm midemde
Bir ayak düşünürüm ayağımda
Ne halt edeceğimi bilemem
Nâzım Hikmet, Orhan Veli’nin şiirini, yolculukta taşıdığı bavula alacak kadar çok beğenmiş ve önemsemiştir. 1955 yılında Prag’da katıldığı radyo programında bu ilgisini, sevgisini, beğenisini açık bir dille ifade eder: “Şimdi size söyleyeyim, mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu. Ama ölümsüz…”
Nâzım Hikmet, yeni şiirin ne olduğunu göstermişti. Orhan Veli’yse kısacık ömründe şiirin artık asla eskisi gibi olamayacağını kanıtladı ve gitti. Orhan Veli ve şiiriyle ilgili Cemal Süreya’nın düşüncelerini de önemli ve belirleyicidir: “Orhan Veli’nin kavgası, edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz.”
Cumhuriyet sonrası İstanbul’un ve sokaklarının sesi, Yahya Kemal’den çok Orhan Veli’nin şiirlerinde duyulur.