'Teknenin Ölümü' bağlamında Melih Cevdet Anday şiiri

Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinde saf düşünce ürettiğini öne sürmek anlamsızdır. Peki öyleyse neden hep Melih Cevdet şiiri dendiğinde akla ilk gelen özellik düşünce oluyor? Şunu Melih Cevdet şiirinin genel özelliği olarak söyleyebiliriz: Melih Cevdet şiiri imgesel bir şiirdir. İmge yapısı sakin, gerilimsizdir. Duygusal atmosfer, düşünceyle derine çekilmiş, yüzeyde, görünür olan düşünce olmuştur.

Google Haberlere Abone ol

Melih Cevdet Anday da sanırım Paul Valéry gibi düşünüyor olmalı ki, onun şu sözlerini bir yazısında bize ısrarla anımsatıyor: "Dizelerde içerikle biçimi, bir konu ile bir gelişmeyi, sesle anlamı ayırmak, uyumu, ölçüyü, vurguyu şifahi anlatımdan, sözcüklerden ve sentakstan doğal bir biçimde, kolayca ayrılabilir şeyler saymak, işte bütün bunlar şiir konusunda anlayışsızlığın, duygusuzluğun belirtileridir. Bir şiiri düzyazıya çevirmek, bir şiiri bir öğretim ya da sınav gereci durumuna getirmek, az sapıklık değildir..." (Valéry’den aktaran Melih Cevdet Anday, İmge Ormanları, Adam Y.1994)

Valéry’nin uyardığı tuzağa düşmeden, Melih Cevdet Anday’ın şiirini anlamaya, tanımaya, poetikasına tanıklık etmeye çabalarsak, onun şiirinin tek çizgi üzerinde gelişmediğini, farklı yönelimlerden oluşan bir yelpaze biçiminde geliştiğini söyleyebiliriz. Bu yelpazeyi daha yakından görmeye çalıştığımızda, üç dönemde değerlendirebiliriz.

  1. Geleneksel şiir anlayışına karşı verdiği mücadele dönemi: Rahatı Kaçan Ağaç (1946), Telgrafhane(1952) ve Yanyana(1956) adlı kitaplarını kapsayan dönemdir.
  2. Şiirinin kültürel temellerini araştırma ve oluşturma dönemi, Kolları Bağlı Odysseus (1962), Göçebe Denizin Üstünde (1970), Teknenin Ölümü (1975), Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (1981) adlı kitaplarını kapsayan dönemdir.
  3. Yalınlaşma ve durulma dönemi: Tanıdık Dünya (1984), Güneşte (1990) ve Yağmurun Altında (1995) kitaplarından oluşur.

Yaptığım bu dönem belirlemesini mutlak olarak almamak gerektiğini de belirtmeliyim. Çünkü, örneğin bütün şiirlerinde bir deneysel çaba hep belli eder kendini. Zaten bir yerde Melih Cevdet şöyle diyor: “Her şiir bir dil deneyidir.”

'GARİP ŞİİRİ POLİTİKTİR'

Birinci dönem (Garip dönemi) bir “ortak hareket” dönemidir ve daha çok bir “manifesto” çevresinde homojenleşen bir grubun politik çıkışıdır. Ne söylenmek istendiği açıkça, şiirin de dışında, şiirlere ek açıklamalar yapılarak belirtilir. Üretilen şiirlerde başka söylem biçimleriyle ilişkiye girilmez. Her şey şiirin dili içinde gelişir. Melih Cevdet bu dönemle ilgili olarak şöyle diyecektir. “Gerçeküstücü Fransız şairleri bizi etkilemişlerdir. Ama gerçeküstücülük tümüyle bizi bağlamaz. Gerçeküstücülüğün lideri olan Breton, şiirin politika dışında kalmasında çok ısrar ediyordu. Böyle de oldu başlangıçta. Daha sonra gerçeküstücü şairlerden Aragon, Eluard, Komünist Partisi'ne girince, Breton onlarla selamı, sabahı kesti. Breton’un tavrı bu kadar kesindi. Garip şiiri ise politiktir. Bu bakımdan Garip hareketine gerçeküstücü demek doğru değildir." (Hayati Özen , ‘Geleceğin Dünyasının Gazetesinde Bir Yazın Ustası’, Semender (TÖMER Bursa şubesi Çeviri Dergisi), s.1, yaz 1995,)

Melih Cevdet şiiri üzerine asıl poetik tartışmalar, ikinci dönem üzerinde yoğunlaşacaktır. Çünkü bu dönem, şiirinin sorunsallar yumağına dönüştüğü dönemdir. Mitolojiyi yeniden yazmaya kalkışmakla bile suçlanacaktır. Üçüncü döneminde son derece kristalize olmuş, şiirin kendi dilinden dışarı taşmayan, başka söylem biçimleriyle (mitoloji,felsefe, tarih vb.) açık seçik bir “dil benzerliği” taşımayan şiirler yazacaktır.

'ŞİİR ÇALIŞMASI ÖZGÜRLÜK İSTER'

Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinde “düşünsellik” özelliği belirgindir. Bu konuda kendisi şöyle diyor:

“Her şiirimde, yukarılarda, beni yöneten, gittiğim yönü işaret eden bir düşünce vardır, o kadar. Ama şiire karışmaz. Şiir çalışması biraz özgürlük ister, mantıktan, dilden bağımsızlık ister. Ben de, o en yükseklerdeki düşüncenin işaret ettiği yolda giderken bazen kendimi kapıp koyuveririm… Rastlantılara, isterseniz imgeler diyelim, kapı açıcı, yol açıcı ilişkilere zihnimi açık bırakırım… Şiirin içine girince zihin de kendini ona göre ayarlar. Zaten 'şairin görevi' de budur… Kendi makinesini (kafasını yani) şiirin gidişine uydurmak." (3 Mart 1995, Cumhuriyet)

Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinde saf düşünce ürettiğini öne sürmek anlamsızdır. Peki öyleyse neden hep Melih Cevdet Anday şiiri dendiğinde akla ilk gelen özellik düşünce oluyor? Şunu Melih Cevdet Anday şiirinin genel özelliği olarak söyleyebiliriz: Melih Cevdet şiiri imgesel bir şiirdir. İmge yapısı sakin, gerilimsizdir. Duygusal atmosfer, düşünceyle derine çekilmiş, yüzeyde, görünür olan düşünce olmuştur. Melih Cevdet, imgelerini yer yer duygusal (sentimental) çağrışım yükü olan sözcük ve kavramlarla değil, düşünsel çağrışım yükü ağır olan sözcük ve kavramlarla tasarlar. Hatta bazen “düşünce şiiri” haksızlığını davet edercesine, “düşünce” sözcüğünün kendisini kullanır. Eni konu İmge, anlamın görsel tasarımı değil miydi? O da öyle yapar: Anlamlardan yola çıkarak yeni düşünceler üretmez, o da bir şair olarak anlamların görsel karşılıklarını tasarlar.

Deniz en ince hayvanı belleğin

bir kuşluk vakti tanrının sevdiği

Görünür zaman yaratan.

Bir tekne her zaman düşüncelidir.

ŞİİRDE DÜŞÜNCE NASIL YANSIR?

Tekrar soralım: Şiirde düşünce nasıl yansır? Bir şiir neden düşüncenin ağırlıkta olduğu izlenimini bırakır? Çünkü lirizm adına sulu sepken bir romantizm, soyut ve genel bir doğa, toplum, insan anlayışının lirizm sanılması nedeniyle. Aslında her gerçek şiir “düşünsel şiir” izlenimi bırakır. “Ben” anlatıcı yerine “biz” anlatıcı, bu izlenimi oluşturan başlıca etkendir. Şiirin ürettiği bilgi, düşünce bilgisi değil, imgesel bilgidir. Estetik bilgidir. Kullanışsızdır, bir işe yaramaz. Ama duyarlılık dünyamızda çok işe yarar. “Şiir insanın mantık öncesi düşünme biçimidir (Eliot)”, “şey” lerin ilk haline dönme isteğidir. Gerçekliği yeniden yaratma isteğidir.

Hilmi Yavuz, şiirde düşüncenin yerini tartıştığı bir yazısında, “‘Düşünce şiiri’, bana göre elbet, şiirselliğin geriye itilmesi, buna karşılık, belagatin öne çıkması anlamına gelir.” der ve Mallarmé’ye ve onun izini süren Haşim’e göre ‘Düşünce şiiri’nin olanaklı olmadığını, şiirin kelimelerden (düzyazının ise, düşüncelerden) yola çıkılarak yazılıyor olmasının, ‘Modern’ Batılı şiirle Geleneksel Osmanlı Divan şiirinin örtüştüğü bir ortak alana işaret ettiğini belirtir Bu bağlamda, geleneksel Divan şiirimizin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin ‘Giriş’ bölümünde belirttiği gibi, ‘son derece kelimeci’ ve ‘baştan aşağı kelime zevkinin idare et[tiği]’ bir şiir olduğunu söylemenin bile fazla olduğunu vurgular . (Zaman, 15.1.2003)

Buna karşın Volpe salt bir düşünce sürecinin olmadığını öne sürer. Şiirin düşüncelerle (duygularla) değil, sözcüklerle yazılıyor olması, bu bağlamda da ele alınabilir. O zaman, genelde dilin, özelde sözcüklerin birer düşünce (duygu) taşıyıcısı oldukları sorunsalı karşımıza çıkar. Bu bakımdan, her düşünce süreci aynı zamanda anlambilimsel bir süreçtir, sözlük anlamında ve kesinlikle sözcük olarak düşüncedir. Volpe’ye göre, Herder, şeylerin ancak “düşüncenin işaretleri” olan sözcükler aracılığıyla seçilebileceklerini bulgulamıştır. Himbolt, “insanın içinde derin, ince ve büyük bir şey olsun da bu, dile geçmesin ve dilde kendini tanıtmasın; bu, olanaksızdır” der. Marx, haklı olarak dil, düşüncenin “dolaysız somut” anlatımıdır der. Croce, “ifade edilmemiş, hiç olmazsa kendi içimizde mırıldandığımız bir sözcük bile olmayan bir imgenin var olmayan bir şey olduğunu” kabul eder. (Galvano Della Volpe, Türk Dili Eleştiri Özel Sayısı, 1971.)

Şimdi işin içinden nasıl çıkacağız?

Şiir ve düşünce ilişkisi söz konusu olduğunda, gerçekte, başta söylenmesi gereken şu açıklamalar, bazen son nokta yerine de geçebildiği için, burda yinelemek yararlı olacak: Şiir, amacı kendisi olan bir dildir. Bu yüzden de döngüsel bir dildir, düzyazı gibi iletişimsel değildir. Yani şiir, her şeyden önce, amacı birtakım düşünceler (anlamlar) iletmek olan bir dil değildir. Şiirde sözcükler birtakım tümceler adına kendilerinden vazgeçmezler. Oysa düzyazı, ister edebiyat sanatları dediğimiz roman, öykü, oyun gibi sanat metinlerinde olsun (çünkü bu metinlerde kullanılan tümceler, bilinçakışı tekniğinde bile, sentaks olarak ortak, genel mantıksal dizge kurallarına dayanır), ister öğretici ya da akademik metinler dediğimiz makale, rapor gibi metinlerde olsun, düşünselliğin amaç olduğu metinlerdir. Bu yüzden de, Paul Valery’nin öfkesine hak vermek gerekir.

İyisi mi sözü Melih Cevdet’e bırakalım: “Fakat şiir düşünsüz yapılabilir anlamına da gelmez bu… Şiirde düşün, Valery'nin bir sözüyle, yukarılarda, yükseklerdedir. Şiirin içine girmez. Fakat düzyazının içine gelir oturur." (Cumhuriyet, 3 Mart,1995)

Füsun Akatlı, bu sorunsalı saptarken şunları söylüyor: “…söz Melih Cevdet’e gelince şiirin içinde ‘düşünce’ öğesinin, ‘zihinselliğin’, ‘felsefe’nin izini sürme gereğini duyuyoruz? Elbette Anday bizi, özellikle ‘Kolları Bağlı Odysseus’ta, ‘Göçebe Denizin Üstünde’de, ‘Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’ta bu izlerin peşine düşürmüştür. Ancak, kanımca, yüzeysel ve kestirme sonuçlara atlamak yerine, bu şiirlere şiirin araçları açısından ve onlarla eğilmekten şiirsel menfaatlerimiz olacaktır!" (Mitostan İmgeye”. Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi’nin düzenlediği ‘Melih Cevdet Anday’ın Şiiriyle Geleceği Yaşamak’ sempozyumunda sunulan yayımlanmamış bildiri.)

Elbette Melih Cevdet Anday felsefe yapmıyor. Bir konuşmasında kendisi de bu durumu şöyle ifade eder: “Şiirle felsefe yapılmaz. Felsefe açıklık, seçiklik ister ve mantığın şaşırmaz kurallarına bağlıdır(…). Şiir buna elverişli değildir. (Cumhuriyet, 3 Mart 1995)

Yalnızlıktır denizin tek yasası,

Bütün ölüler unutulur,

Yaşayanlar kalır tek başlarına.

Melih Cevdet Anday - Şiir Yaşantısı, Yayına Hazırlayan: Yalçın Armağan, 535 syf., Everest Yayınları, 2015.

Orhan Koçak, Melih Cevdet Anday’ın şiirini incelediği bir makalesinde, Anday’ın şiirinde “felsefe”nin ve “düşünce”nin belirleyici özellikler olarak öne çıkarıldığını ve onun şiirini anlamak için bu kavramlara nasıl baktığının anlaşılması gerektiğinin önerildiğini vurguluyor. Oysa bu kavramların bir şiir metninin nesneleri, izlekleri ya da temaları olduğu için, şiirin kendi dilsel dinamiği içinde ele alınması gerektiğini öne sürüyor. (Melih Cevdet Anday Şiirinde Ten ve Tin 1. Defter 10 (Haziran- Ekim 1989, 93-116.)

Orhan Koçak bu yaklaşımında son derece haklıdır. Bu bağlamda, Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinde “zaman” kavramını inceleyen makalelerde de genellikle çizgisel mantıkla yaklaşıldığı görülüyor. Elbette şiirsel dil içinde ele alınan ”zaman”, anakronik bir zaman olmalıdır. Çünkü şiir, tarih değildir. Kronoloji, olayların nasıl birbiriyle bağlı olduğunu anlamak için, zamansal bir sıra izlemelidir. Oysa şiir, anlamların (olay, olgu) görsel tasarımı olan imgeyle yapılan bir estetize edilmiş (onarılmış, müdahale edilmiş, uyumlulaştırılmış, tarihselleştirilmiş ) dildir.

“Yaşamak” dediğimiz, insana verilmiş mucizenin “zaman” dediğimiz şeyin içine sıkıştırılarak, bir gün “ölüm” dediğimiz şeyle son bulması, kabul edilir bir durum değildir, hatta insana yapılan en büyük haksızlıktır. O halde, şiirsel yaşantı yalnızca “şimdi” ile sınırlandırılamaz. “Geçmiş” de “şimdi” nin içindedir. Böylece şair belleğini de yaşantıya katar. “Saatler dardır” der. Böylece “zamansızlık” duygusuna kavuşur ve “zamanlar üstü” yaşar. Bu zamanlar üstü olma durumu, “ölümsüzlük” duygusunu getirir çünkü “başlayan-gelişen-biten” bir zaman yoktur artık.

Melih Cevdet Anday’ın şiiri, bir yanıyla da “zaman” sorunsalını içerir. Çünkü tarihsel ve mitolojik ilgisi, insanın ürettiği bir bilgi olan “zaman” a özgü kronolojik bir yapı içinde gerçekleşmediği için, ister istemez alımlayıcının (okurun, eleştirmenin) tepkisiyle karşılaşır. Oysa bu tepki yersizdir çünkü şiir Caudwell’in de belirttiği gibi, “genel zamansızlık” özelliğine sahip bir dildir. Şiirsel gerçeklik, süreçsel bir zaman içinde değil, döngüsel bir zaman içerisinde devinir. Bu konuda Anday şunlar söyler: "Antik Anadolu eskiden beri merak konumdu. Yahya Kemal kendini Osmanlı ile sınırlamıştı; Kavafis, Hellenistik dönemden esinleniyordu; deyim yerinde ise ben de şiirim için gerekli bulduğum Hümanizmayı eski Anadolu'da aradım. Onun üstünde çalışırken, günümüzü yazdığım duygusuna kapılıyorum. Başka türlüsü de işe yaramazdı zaten. Hitit'ten, Frigya'dan, Likya'dan bir kişi ya da bir olay anlatırken kendimi o zamanda, o olayı günümüzde varsayıyorum. (...) "Zaman" teması böylece benim mitologya merakımla birleşiyor. Zamanın geçişinin kaldırılıvermesi bu eski masallara birden bire güncellik kazandınveriyor." Insanal varlık değişmediğine göre, insan orijinli olan zamanın yadsınmasında şairce hiçbir sakınca yoktur. Bilakis, yadsınmış zaman boyutunda, birey ve insan gerçeğini görme ve değerlendirme olanakları bulunacağından yararlı görülür. Çünkü "büyük zaman akışı içinde, her varoluş geçici, uçucu ve yanılsamadır."(Cumhuriyet, 22 Mayıs,1976)

Büyük destanların şiire nesne olduğu tarihsel zaman için söyledikleri, bizi poetikası konusunda aydınlatıyor. Ama belki kendisinin de farkına varmadığı “zaman” algısının nasıl diyalektik materyalist bir biçimde kavrandığını, Teknenin Ölümü şiirindeki örneklerle gösterebiliriz:

Ruh, şarabı gördü üzümden önce

Süt, kan olmak için devinir

Tohum bildi herkesten önce ekmeği

Ağaç ne diye kalktı çiçeklendi,

Denize inmesi nedendir?

Teknenin Ölümü, ikinci dönemde yer alan bir şiirdir. Bu şiirde kıyıya vurmuş, çürümüş bir tekne konuşur. Anlatıcı ile yazar-şair her zaman aynı kişi değildir. Çakıştığı zamanlar da olabilir. Burada Melih Cevdet’in, teknenin ağzından konuştuğunu öne sürersek, şiirsel evreni şairle sınırlandırmış oluruz. Şiiri yazan elbette Melih Cevdet’tir ama konuşan kişi teknenin kendisidir. Yani şiiri “yazan” kişi ile şiirde “konuşan kişi” yi aynı tutmamak gerekir. Bu konuşma, “kişileştirme” tekniği ile yapılır.

Teknenin Ölümü şiiri bir bütün olarak metafordur. “Ölüm”ün metaforudur. Genellikle metaforlarla yapılmış imgelerle yazılmıştır. Benzetme ve eğretileme ile (metafor) şiirsel imgeyi karıştırmamak gerekir. Kaldı ki benzetme ve eğretileme, şiirsel imgeye göre daha dar ve mekanik bir anlam ifade ederler. Oysa şiirsel imge, bir benzetmeyi ya da eğretilemeyi bile içinde taşıyabilecek denli üretici, eylemsel ve organik bir bütündür. Bu yüzden de, bazen bir şiir tek başına bir imge olabilir. Ritsos'un İkimiz adlı şu imgesel şiiri, benzetme ve eğretilemeyi içinde taşıması açısından, konumuz için somut bir örnek oluşturuyor:

Eksiksizdin sen; bütün çıplaklığına sarınmış,

Bir orman yangınındaki ağaçlar gibi,

Onurlu ve korunmasız.

Teknenin Ölümü, mitoloji, tarih açısından okurdan ön bilgi istemez. Ön bilgi isteyen şiirlerde, “ön bilgi isteme durumu”, şiirin estetik değerine bir katkı sunmaz. Kurmaca metinlerde sunabilir. “Ölümsüzlük Ardında Gılgamış” ya da “Troya Önünde Atlar” adlı şiirlerin arka planını bilen bir okur ile bilmeyen bir okur, bu şiirlerle farklı alımlama ilişkisine girecektir. Ama bu ilişki, hiçbir okura “estetik haz”, “katarsis” avantajı sağlamaz. Eğer sağlıyorsa, bu şiirsel temele dayanan bir ilişki değil, “enformatik bir olanak sahibi olma” dan kaynaklanan bir durumdur.

Teknenin Ölümü’nde “yalnızlık”, “ölüm” ve “zaman” izlekleri devam eder. Ama bu izlekler “içerik” değil, “motif” tir. İçerik, bir metnin dokusunu, varlık nedenlerini oluşturur. Metinden ayrılamaz. Motif ise bir metni süsleyen ögelerdir, yüzeydedir, yapıştırmadır, değiştirilebilir.

“kükürt rengindeydi ağzı gecenin”

Gece: Yavru kuş ağzı. Kocaman. Hep açık. Bağıran. İçine alacağı şeyler için açılmış, bekleyen.

Melih Cevdet şiiri üzerine bütün bu söylediklerimizden sonra umarım Paul Valéry’nin sapıklık suçlamasıyla karşılaşmayız.