Onur Çalı: körlemesine umut, aptallığın sınırlarına girebilir
Onur Çalı'nın yeni kitabı Kaplumbağa Makamı, Alakarga Yayınları tarafından yayımlandı. Çalı ile yeni öykülerini ve edebiyat eleştirisinin önemini konuştuk.
DUVAR - Onur Çalı’nın dördüncü öykü kitabı Kaplumbağa Makamı geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Çalı, ilk kitabından bu yana kendi edebi duruşunu koruyan bir yazar. William Trevor’ın “Hikâyede gerçek infilak etmelidir. Gücü, neleri içerdiği kadar neleri dışarıda bıraktığındadır. Anlamsızlığın külliyen dışlanmasıyla ilgilenir” diye tanımladığı öykünün peşine düşüyor Kaplumbağa Makamı’nda da. Onur Çalı ile umuttan karamsarlığa, mitolojiden teolojiye, edebiyat dünyamızın hazır şablonları olan eleştirmenlerinden okumayan yazarlarına kadar pek çok konuyu konuştuk.
Dört yıla yayılmış bir yazım süreci var Kaplumbağa Makamı’nın. Bu sürecin uzamasında sence ne etkili oldu?
Önceki kitaplarım daha sık aralıklarla çıkmıştı. Bu anlamda uzun bir süre denebilir Huma Kuşları'ndan sonra geçen dört yıl için. Nedir, geç kalmışlık hissi yok bende. Bu süre toplum olarak maruz kaldığımız kötülüklere denk geldi. Hoş, memleket tarihinde "rahat" bir dönem var mı ki? Son bir yıl da ekonomik kriz yüzünden yayıncılığın içine girdiği darboğaza takıldık, biraz da o yüzden uzadı Kaplumbağa Makamı'nın yayımlanması.
Geçen günlerde edebiyatta kayıp özneyi tartışmaya çalışmıştık BirGün Kitap’ta. Anti kahraman ve yaralı öznenin yeniden egemen olması üzerine durmuştum ben de yazımda. Senin öykü kişilerinde ne yaralı öznenin kederi ne de anti kahraman tınısı sezinliyorum. Özellikle kaçındığın bir şey mi bu? Memleketin ahvali farklı bir şekilde yansımış yazdıklarına ama karakterlerin en sonunda karamsar olmaktansa umutlu, edilgen olmaktansa eyleme geçmek isteyen kişiler sanki…
Ben o dosyayı kaçırmışım ama şimdi sen söyleyince düşündüm de özellikle kaçındığım bir şey olduğundan emin değilim. Körlemesine umut, aptallığın sınırlarına girebilir ama hiç umut olmadığını söylemek de doğru değil. Benim öykülerimdeki kişiler için karamsar denemez. Umutlu olmaya daha yakınlar galiba. Onlar sanki daha geniş bir zamanın içinde hareket ediyorlar, aceleci değiller. Umut ya da umutsuzluk ilk sarıldıkları can simidi değil. Büyük büyük olaylar içinde debelenirken, bunların, aslında iyi ya da kötü her şeyin, er geç geçip gideceğinin ve çok küçük manevralarının bile etkisinin giderek genişleyecek (uzayda giderek büyüyen bir halka geliyor gözümün önüne) eylemler olduğunun farkındalar. Yine de bütün bunlar benim yorumum. Hikâyeleri ve hikâye kişilerin ben yazdım ama yorumlama konusunda en az hak sahibi de benim aslında.
Senin geçenlerde çevirdiğin söyleşisinde William Trevor’ın sözleri geldi aklıma*: “Frank O’Connor’ın dediği üzere ‘Hikâye, küçük insanlar hakkındadır’, katılıyorum. İnsanların kahramanlıktan uzak yanlarını, siyah beyaz başarılara göre daha zengin ve daha eğlenceli buluyorum.” Senin öykü kişilerinde biraz böyleler sanki…
William Trevor’ı bazı başka yazarlar gibi Yüz Kitap sayesinde tanıdık. Daha önce bir öyküsü çevrilmişti Türkçeye ama kitap boyutunda ilk kez yayımlanmış oldu. Küçük insanların büyük dünyaları gibi laflar o kadar çok tekrarlandı ki klişeleşti ama Trevor’ın öyküleri hakikaten de küçük insanlar hakkında. Benim öykü kişilerine bu açıdan benziyor olabilir, doğru. Trevor o küçük insanların yaşamlarını öyle ince görmüş ki büyük hikâyeler çıkarmış oradan.
Yazdıklarını okurken, ‘saf’ bir anlatıma ulaşma çabası görüyorum. Tüm fazlalıklardan arınmış bir öyküyü kovalıyorsun. Bazen biraz abattım mı acaba diye düşündüğün oluyor mu?
Düşünmüyorum dersem yalan olur. Dürüst olacağım: Bu kitaptaki bilhassa hacmen en kısa olan öyküleri seçmekte çok zorlandım. Bu öyküleri kitaba alıp almama konusunda çok gidip geldim. Bunun iki nedeni var; biri tamamen benim kendi öykü anlayışımla alakalı. Dediğin gibi, öyküyü fazlalıklardan arındırma ve anlatma illetine düşmeme derdi. Tamam ama bunda ne kadar ileri gitmeliyim? Ya ortada okuyanın el uzatacağı, temas edebileceği hiçbir şey bırakmazsam kaygısı. İkinci neden ise dış mihraklar. Birkaç istisnayı saymazsak, günümüz öykü anlayışı çok kısa öyküyle barışık değil. Belki fark eden olmuştur, daha önceki kitaplarda bir-iki tane kıpkısa öyküm olurdu. Bu kitapta daha fazla. Çünkü artık nasıl bir öykü yazmak istediğim konusunda daha eminim. Ve okuyanların bunlara vereceği kıymet konusunda da daha eminim.
'EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ ALANINDA BOŞLUK VAR'
Dış mihraklar demişken; “Hem Okudum Hem Yazdım” ve “Yazarokur” öykülerinde edebiyat dünyasına dair eleştirilerin var. Birincisinde hazır şablonları olan eleştirmen ile ikincisinde kendi yazdıklarına âşık bir yazarı anlatıyorsun. Edebiyat dünyasında ters giden bir şeylere işaret etmeye iten şey nedir seni?
Kazık soru! Nedir, edebiyat okurları ve yazarların hemen hepsi de benim söyleyeceklerime yakın şeyler söyleyecektir. Edebiyat eleştirisi konusunda, bilhassa öykü alanında, müthiş bir ihtiyaç ve boşluk var. Öykü yazanlardan bazıları (örneğin Orçun Ünal) bu boşluğu doldurmak için çabalıyorlar. Orçun, yakın zamanda kapanmak zorunda kalan Öykülem dergisinde öykü kitapları üzerine eleştiriler yazdı. Çok da iyi yazılardı. Zaten yazan herkes kendi yazdıkları ve çağdaşlarının yazdıkları üzerine düşünüyordur. Nedir, benim kastettiğim “dışarıdan” bir bakışla, eleştirmen formasyonuyla yazacak ve sözünün ağırlığı olan eleştirmenlere olan ihtiyacımız. Bizim kuşağın en büyük şanssızlıklarından biri de bu, eleştirmenimiz yok. Eleştirinin olmadığı yerde de birtakım metinler bu boşluğu dolduruyormuş gibi yapıyoruz. O malum atasözü işte: Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler. “Kendi yazdıklarına aşık yazar” meselesi ise yazan herkesin korkulu rüyasıdır herhalde. Yazmak, nedense, egoyu şişiren bir şey. Hepimiz tetikte olmalıyız.
'ELEŞTİRİYE MUHTACIZ'
Kendi tecrübelerimden yola çıkarak söylersem; eleştiriyi sindirme ve tartışma konusunda da çok istekli sayılmaz edebiyat dünyamız. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Olabilir. Ama kendimden ve yakın olduğum bazı yazar dostlarımdan biliyorum: Gerçekten eleştiriye muhtacız. Gerçekten eleştirilmek istiyoruz. Çünkü eleştiri olmadan kendimizi bu büyük edebiyat tarihi içerisinde nerede konumlandıracağımızı bilemeyiz. Tartamayız. Pusulasız kalmış gibiyizdir. Kendi adıma konuşayım, bir süre önce, Kitap-lık dergisinde torba yasa gibi, birkaç öykücü dostumla beni aynı kefeye koyup “torba eleştiri” yapan bir yazı çıkmıştı. Onu bile öpüp başıma koymuştum.Tabii, beğendim/beğenmedim gibi gerekçesiz, desteksiz “sosyal medya eleştirileri”nden bahsetmiyoruz burada.
Kıpkısa öykü konusuna geri dönmek istiyorum. Parmakla göstermeden, slogana kaçmadan nokta atışı kıpkısa öyküler var bu kitapta. Mesela Kaplumbağanın Duası’nda hız hastalığımızı yazmışsın. Ne var ki kıpkısa öykünün de handikabı aforizmalar gibi içinin boşaltılması. Bu tehdit seni korkutuyor mu?
Elbette böyle riskler var. Biraz önce çok kısa olan öyküleri seçmekte zorlandım derken kaygılarım arasında bu söylediklerin de vardı. Saydıkların (parmakla göstermek ya da kör gözüm parmağına yapmak, sloganvari yazmak ya da en kötüsü aforizmamsı laflar etmek) çok korkutucu. Bu tehlikeleri savuşturduğumu zannediyorum.
Az önce eleştirinin yokluğundan dem vururken atlamışım. Bir de dergiciliğimiz var. Az önce andığım Öykülem ve benim de düzenli olarak yazdığım Öykü Gazetesi art arda kapandı. Elimizde nitelikli edebiyatın peşinde olan çok fazla dergi yok. İşte, herkesin bildiği gördüğüdür, popüler bazı dergiler var ortada. Çok değerli isimler de yazıyor orada, hiç sorun yok. Hatta bu popüler (hatta daha doğru ifadeyle popülist) dergilerin bazı yararları bile olabilir. Gençleri, bazı “ünlü”ler aracılığıyla edebiyata çekebilir. Bunların hiçbirine itirazım yok. Sorun şu: Edebiyat dünyasına bu tip dergilerin hâkim olması. Demem o ki, sorunumuz bu popüler dergilerin varlığından ziyade diğerlerinin yokluğu. Maalesef, orada sağlam yazılar yazan edebiyatçıları tenzih ederek, bu popüler dergilerin getirdiği bir şey var: Aforizmacılık, ölü sevicilik (kapaklarında intihar eden ya da erken ölen bazı yazarların, popüler kültür figürlerinin olması) ve özensizlik.
Soruya dönersek, böyle bir ortam içinde, bahsetmiş olduğun tehlike, öykülerin “içinin boşaltılması” riski daha olası hale gelebilir. Benim öyküler de böylece gümbürtüye gidebilir.
'YAZDIKLARIMDA MİZAHIN OLMASINI ÖNEMSERİM'
Şükrü Argın ile bir sohbetimizde (eksik aktarıyorsam günahı benim boynuma) Türkiye'de edebiyatın derinleşememesinin önemli bir nedeninin din ile hesaplaşamaması olduğunu söylemişti. Edebiyat dünyasında derinlemesine tartışılmadığı için de bir çıban gibi durduğunu, edebiyatın önünü tıkadığını… Mitoloji ve teoloji senin öykülerinde sürekli peşini kovaladığın iki konu. Türkiye’de genellikle uzak durulan bu tartışmalara mizahi bir dille dâhil olduğunu hissediyorum. Bir eksikliğe yöneliş mi bu yoksa Türkiye insanını bir tartışmaya mı davet ediyorsun?
Ulusal bir edebiyat dergisinde 2008 yılında yayımlanan ilk öykümden beri bu mevzular öykülerimde görünüyor. Dışarıdan bir bakışla, haber diliyle kurdum evvelki cümleyi çünkü bilinçli olarak bunları yazayım diye hareket etmiyorum. Bu konular benim zihnimi meşgul ettiği için ister istemez sızıyor yazdıklarıma. Tabii hiçbir mesele öyküyle, öykü yazarak çözülmez. Nedir, okuyanlarda bazı düşüncelere uç verebilir.
Gerçekten dediğin gibiyse, bu konulara mizahi bir dille dâhil oluyorsam iyi. Mizah öyküleri yazmak istemem ama yazdıklarımda mizahın, ironinin olmasını önemserim. Mizah öyle büyülü bir şey ki “normalde” söyleyemeyeceğin ya da düz bir dille söylediğinde başını derde sokacak şeyleri rahatlıkla söyleyebilirsin.
Kutsal metinler, mitolojik hikâyeler, peygamberin hayatları, kıssalar çok renkli. Benim takıldığım şey şu galiba: Dindarlığın sözde yoğun olduğu, dini kavramların günlük hayatımızda baskın olduğu bir ortamdayız. Oysa, elimde istatistik yok ama, insanlar kutsal metinleri yeterince okumuyor sanki. Okumadıkları için de dinlerin bazı yorumları, gelenek halini alıyor. Ve sanki bu yorumlar tek doğruymuşçasına sunuluyor. Oysa bu metinler, hikâyeler, kıssalar insanlığın en kadim miraslarından. Doğru kelime değil belki ama bunlardan bir kurgu yazarı olarak neden faydalanmayayım ben? Şükrü Argın’ın dediğine katılırım. Şunu da ekleyebilirim: Bizde bu meseleler tabu olduğu için, biraz da bundan pek yazılmıyor galiba. Kurgunun konusu haline getirilemiyor. Bu bağlamda aklıma gelen en güzel örneklerden biri Etgar Keret’in “İlkoğul Belası” adlı öyküsüdür. Müthiştir bence. Keşke böyle öykülerden daha fazla yazılsa.
Öykü kitabının gecikmesinde bir etken de Parşömen Sanal Fanzin sanırım. Bu blog çevirdiğin öyküler, söyleşiler, yazdığın dünlükler ile öykü üzerine düşünen herkes için gerçek bir vahaya dönüştü… Biraz da Parşömen’den bahseder misin?
Sağ olasın. Tek başıma yaptığım bir şey olmadığı için daha rahat konuşabilirim. Fena olmadı Parşömen. 2007’den beri birçok kişi (ki bazılarını yazı isteyerek bıktırmış bile olabilirim) katkı sundu. Kaplumbağa Makamı’nın gecikmesine neden olmuşsa da helali hoş olsun. Parşömen’e verdiğim emeğe hiç acımıyorum çünkü bunu bir nevi yeni dergicilik, e-mecmua gibi görüyorum. Kolektif bir yayın ortamı olarak görüyorum. Benim son birkaç yıldır Parşömen’e katkım daha çok Dünlükler üzerinden oldu. Dünlükleri, Salâh Birsel ve Tomris Uyar’a öykünerek yazmaya başladım ve yüz sayıyı geçti. Hem Parşömen hem de özelde Dünlükler benim şaka yollu kendime sorduğum bir soruya cevap verme çabam aslında: “Bugün edebiyat için ne yaptın?”
Huma Kuşları yayımlandıktan sonra yaptığımız söyleşide roman yazmaya başladığının rivayet edildiğini söylemiştim sana. Sen de öykü gibi yazmaya kalkıştığım için hiç bitmeyecek galiba demiştin. Bitmemek de ısrarcı gibi...
Gerçekten de bitmedi! Olmadı o iş, yarım kaldı. Roman başka bir disiplin gerektiriyor, o disiplin de bana pek uymuyor galiba. Biz bildiğimiz yoldan, öyküden devam edelim.