Nuray Ergüneş ve Türkiye'de finansallaşma*
Sosyal Araştırmalar Vakfı'nın geçtiğimiz günlerde yayınladığı ‘Nuray Ergüneş İçin Yazılar’ kitabı 2018 yılının şubat ayında hayatını kaybeden barış akademisyeni Doç. Dr. Nuray Ergüneş'in çalışmalarından hareketle finansallaşma konusuna eğiliyor. Kitabın editörlerinden Elif Karaçimen'in sorularını Ekonomistler Dr. Ali Rıza Güngen ve Doç. Dr. Ümit Akçay yanıtladı.
Elif Karaçimen
Doç. Dr. Nuray Ergüneş yakın zamanda aramızdan ayrıldı ve genç yaşına rağmen ardında önemli bir entelektüel birikim bıraktı. Dostları tarafından hazırlanan ve Sosyal Araştırmalar Vakfı yayınlarından 2019’un Mart ayında çıkan ‘Nuray Ergüneş İçin Yazılar’ kitabının kapsamı, Nuray’ın çalışma alanının zenginliğini yansıtıyor. Finansallaşma, kadın emeği ve devlet alanlarına yayılan zengin içerikli bu kitapta yer alan makalelerin listesine şu linkten ulaşılabilir. Burada, kitapta Nuray’ın çalışmalarından hareketle Türkiye’de finansallaşma alanında çalışanlar olarak yaptığımız değerlendirmelere yer verdik.
Sevgili Nuray Ergüneş Türkiye’de finansallaşma yazınına ilk katkı yapan kişilerden biriydi. Sizler de Türkiye’de finansallaşma yazınına önemli katkılar yapan iki araştırmacı olarak, finansallaşma terimini biraz açar mısınız? Geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye’de finansallaşmanın özgün biçimlerine dair neler söylersiniz?
Ümit Akçay: Finansallaşma, Gerald A. Epstein’in artık klasikleşmiş tabiri ile, finansal işlemlerin, kurumların ve saiklerin ulusal ve uluslararası ekonomide artan rolünü tarif etmek için kullanılan bir kavram. Hangi düşünce okulları tarafından kullanıldığına baktığımızda, Marksistlerden Post-Keynesyenlere, hatta Düzenleme Okulu’nun güncel temsilcilerine kadar farklı ekolleri görebiliyoruz. Bu açıdan, daha genel bir şemsiye olarak, eleştirel politik ekonomi çerçevesinde gelişen bir tartışma.
Tabii ki, finansallaşma üzerine olan ilginin yoğunlaşması 2008 küresel finans krizi ile daha da arttı. Artık finansallaşma, ana akım uluslararası teknokratik kurumlar tarafından da dikkate alınan bir konu başlığı haline geldi. Finansallaşmanın bu şekilde gündeme gelmesi, kapitalizmin 1970’li yıllardaki kriz sonrasında, krizden çıkış için geliştirilen ekonomi politikaları bağlamında değerlendirilmeli. Bu anlamıyla, farklı türdeki borçların ekonomideki ağırlığının artması finansallaşmanın temel özelliği.
Borcun ve kredinin ekonomideki artan ağırlığı, sermaye açısından kârlılık sorunlarına geçici çözümlerin üretilmesi ya da ‘geleceğe kaçış’ stratejilerinin geliştirilmesi; emekçiler açısından reel gelirlerinin artmadığı ancak harcamalarının arttığı bir ortamda bir zorunluluk; siyaset sınıfı açısından da ekonomik büyümeyi desteklediği ölçüde bir siyasi kaldıraç anlamına geliyor.
1980’li ve 1990’lı yıllarda kamu borcunun çevrilmesi önemli sorunların başında geldiğinden, geç kapitalistleşmiş ülkelerde finansallaşma tartışması ilk olarak ‘devlet merkezli’ olarak gerçekleşti. Türkiye’de de Yılmaz Akyüz, Korkut Boratav ve Erinç Yeldan gibi hocalarımız, özellikle 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sonrasında, kamu borcunun çevrilmesine odaklanan bir finansallaşma tartışması yaptılar 1990’lar ve 2000’lerin başında.
Ancak, Türkiye’de 2000’li yıllarda, öncesinden farklı olarak iki kritik gelişme oldu. Bunlardan ilki hanehalkı borçlanmasının hızla artması; ikincisi de firma borçlarının, özellikle de finans dışı firma borçlarının hızlı artışı. Bu iki gelişme, Türkiye’nin 2001 krizi sonrası küresel kapitalizmle bütünleşme biçiminin bir sonucu olarak gelişti. Nuray, Türkiye’deki finansallaşmanın ikinci dönemi diyebileceğimiz, 2000 sonrası gelişmeleri, uluslararası akademik yazınla paralel bir şekilde ilk değerlendirenlerden oldu. Zaten Nuray’ın çalışmalarından sonra, bu alanda çalışan yeni araştırmacıların sayısı arttı.
Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerin finansallaşma deneyimlerini tek bir potada eritmek oldukça zor. Finansal dışı firma borçluluğu, hanehalkı borçluluğu, bankacılık sektörünün dönüşümü, kamu borcunun gelişmesi, merkez bankalarının rezerv politikası ya da artan borçluluğun siyasi yansımaları gibi alanlarda benzerlikler olsa da, pek çok farklılıklar da var. Bu alanda uluslararası literatürün gelişimi de nispeten yeni sayılır. Büyük Britanya’da SOAS merkezli yapılan çalışmalarda gördüğümüz ‘çevresel/yarı-çevresel finansallaşma’ (peripheral/semi-peripherial financialization) kavramının yanı sıra, Avusturya’da Viyana Üniversitesi’ndeki tartışmalarından türeyen ‘bağımlı finansallaşma’ (dependent financialization) kavramı, geç kapitalistleşen ülke deneyimleri için kullanılmaya başlandı. Her ne kadar iki kavram ve kullanımları arasında büyük farklar olmasa da ben süreci daha iyi tarif etmesi bakımından ikinci kavramı kullananlardanım.
Bağımlı finansallaşmanın bazı temel özellikleri var. Bunlardan ilki, ülkedeki üretim yapısının ithalata bağımlı olması. Özellikle sermaye ve ara mallarda ithalat bağımlılığı, yükselen kapitalist piyasaların temel özelliklerinden biri. Bu bağımlılık, yapısal olarak ödemeler dengesi sorunlarına yol açıyor. Bir başka ifadeyle, bağımlı üretim yapısı, ekonomik büyümeyi döviz biçimindeki para sermaye girişine bağlıyor. Bu nedenle de yükselen kapitalist pazarlarda finansallaşma, bağımlı finansallaşma halini alıyor. Bağımlı finansallaşmanın özelliklerinden bir başkası, ekonomideki yüksek dolarizasyon (ya da euroizasyon) düzeyi. Bu ise, Merkez Bankası'nın ekonomiye müdahalesinin etkilerini sınırlayan bir faktör. Üçüncü olarak, ekonominin genelinin sermaye hareketlerine aşırı duyarlı olması, bağımlı finansallaşmanın bir başka özelliği.
Bu temel özellikleri aklımızda tutarak Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrası dönemine baktığımızda, özellikle 2013’e kadar bağımlı finansallaşmanın geliştiğini, gerek hanehalkı borcunun gerekse firma borçluluğunun hızla arttığını ve bunun faizlerin göreli olarak düşük seyredebilmesinin bir sonucu olduğunu görebiliriz. Kısacası, Türkiye’de 2002-2013 arasında bağımlı finansallaşma gelişti. 2013 bu süreçte bir dönüm noktası olarak görülebilir.
ABD Merkez Bankası Fed ilk olarak 2013 sonrasında önce miktarsal genişlemenin sonlandırılacağını ilan etti. Ardında da art arda faiz artışlarının yapılacağını ve nihayetinde de miktarsal daralmanın başlayacağını açıkladı. Bu gelişme, Türkiye gibi ülkeler açısından uluslararası finansmana erişimi daha masraflı hale getiriyordu, ki zaten Türkiye’de faizlerin bu tarihten beri sürekli artması, bu eğilimin bir yansıması olarak görülebilir.
2013 sonrası dönemde iki gelişme yaşandı. İlki, faizlerin yükselmesi nedeniyle hanehalkı borçlanmasının milli gelire oranının azalmaya başlaması; ikincisi firma borçlarının, özellikle de döviz biçimindeki borçların hızlı artışa geçmesi. 2018 yılında görülen döviz krizi ve 2018’in ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan kriz eğilimleri, bu ortamda gerçekleşti. Faiz oranındaki artışa, TL’deki hızlı değersizleşme eklenince, bağımlı finansallaşmanın krizi, stagflasyon biçimini aldı.
Ali Rıza Güngen: Ümit’in finansallaşma ile ilgili tespitlerine büyük oranda katılıyorum. Türkiye yüksek faizle uluslararası finansal sermayeyi çeken, bu süre zarfında kredi genişlemesi ile görece parlak ekonomik performans sergileyen bir ülke. 2018 yılında bu döngü işlemez hale geldi. Önceki yıllarda Türkiye’ye giren sermaye sayesinde bazı sektörlerin hızla canlandığı ancak aynı zamanda finansal piyasaların da yeni araçlar ve yeni düzenlemelerle öneminin arttığı bir süreci deneyimledik. Bu bağlamda Türkiye çevresel/bağımlı finansallaşma sürecinin içinden geçti. Ancak benim özellikle ilgilendiğim ve Ümit’in ismini andığı hocalarımızın da altını çizdiği bir husus Türkiye’deki 1980 sonrası süreçte önem arz ediyor. O da devlet borç kâğıtlarının finansal piyasadaki ağırlığı nedeniyle 1990’larda finansal derinleşmenin devlet iç borçlanma temposuna bağlı bir seyir izlemesi. Üretken yatırımı azaltmış, finansal piyasaya kaçışı derinleştirmiş ağırlıkla iç borçlanmaya dayalı döngü, Türkiye’nin 1980’lerdeki uluslararası borç krizi sonrasında dış borçlanması derinleşen ülkelerden farklılık arz etmesini beraberinde getirdi.
Bugün finansallaşma teriminin daha rahat kullanımı için menkul kıymetlerin el değiştirdiği ikincil piyasada derinliğin artması gerektiği kanaatindeyim. Klasik kredi öncülüğünde büyümeden farklı olarak hayali sermayenin el değiştirdiği piyasaların inşası, derinleşmesi kadar hayali sermayenin bu tarz el değiştirmesinin ekonomik kararlar ve belirli sektörler üzerinde de etkisinin bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenlerle Türkiye’deki finansallaşma sürecini 1980’lere geri götürmek ve 2001 sonrasındaki ikinci dönemin özelliklerini de tespit etmek gerektiği kanaatindeyim. Bunu söylemekle birlikte 2001 sonrası süreçte tüketici kredileri, konut kredileri vb.nin menkul kıymetleştirilmesinin ve türev piyasa derinleşmesinin ağır aksak ilerlemesi nedeniyle terimi dikkatli kullanmak ve kredi genişlemesinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de bankaların odaklarının hane borçlanmasına kayışının gerçekleşmesi 2001 sonrasında, şirketlerin borçlarının hızlı artışı özellikle 2008 sonrasında görülüyor. Bu nedenle Türkiye trene biraz daha geç binen ama izleği, başka “geç kapitalistleşen” ülkelerle yakın benzerlikler sergileyen bir ülke. Enflasyon hedeflemesi gibi uygulamalar ve politika tepkileri de “geç kapitalistleşen” ülkelerdeki uygulamalara benzerlikleriyle bu bağlamda çalışılmayı hak ediyor. Nuray bu temaları dikkatle ele aldı. Özellikle finansal alana kaçışın yeniden üretken yatırıma dönme, artı değeri çekip çıkartma ve değerlenme yolları ile birlikte ele alınmasına dair vurguları daha sonra stilize göstergelerle yapılan ve finansal biçime odaklanarak, finansı reel birikimden kopartan fetişist finansallaşma tartışmaları karşısında nefes aldırıcıdır.
Elif Karaçimen: Nuray Ergüneş’in Türkiye’deki ekonomi politik yazınına önemli bir katkısı olan “Bankalar, Birikim, Yolsuzluk: 1980 Sonrası Türkiye'de Bankacılık Sektörü” kitabından yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Nuray Ergüneş kitabında 1980-2003 yılları arasında bankacılık sektöründeki yolsuzlukları ele alarak sektörde yaşananların Türkiye’de sermaye birikim dinamiklerine içkin olduğunu, sorunun çarpık kapitalizm ya da yanlış devlet politikalarıyla açıklanamayacağını göstermişti. Nuray’ın ele aldığı dönemden sonra Türkiye’de finans sermayesi nasıl bir değişim geçirdi? Kapitalizmin Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş bir ülkeye özgü temel çelişkilerinden hareketle bu çelişkilerin finans sermayesi açısından bugün aldığı biçime dair neler söylenebilir?
Ü.A: 2000’lerdeki ana eğilim, Nuray’ın yazılarında işaret ettiği gibi, para sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi oldu. 2001 krizi ile gerek banka sayısının azalması, gerekse BDDK gibi düzenleyici kurumlarla sıkı denetimlerin getirilmesi, bankacılık sisteminin önemli bir dönüşüm geçirmesine neden oldu. Tabii bunu mümkün kılan, 2001 krizi sonrası kurulan kurumsal ve makroekonomik çerçeve oldu. Merkez Bankası bağımsızlığının odağında olduğu reform programı sayesinde, Hazine ile Merkez Bankası arasındaki avans hesabı kapatıldı ve bu önlem, mali disiplini teşvik eden bir işlev gördü. Kamu borcunun çevrilmesinin, bankacılık sisteminin temel faaliyet alanı olmaktan çıkması ve faizlerin düşüş temposuna girmesi, bankaları tüketici kredileri alanına yönlendirdi.
Bankacılık sisteminin özel sektöre açtığı kredilere baktığımızda ise, özellikle 2008 krizi sonrası dönemde, firmaların dövizle borçlanmasının neredeyse yarısının Türkiye’deki bankacılık sistemi tarafından karşılandığını görüyoruz. Bir başka ifadeyle, Türkiye’deki bankacılık sistemi, döviz ile borçlanıp bunu hem döviz kredisi hem de TL kredisi olarak firmalara kullandırmış durumda. Bu nedenle, güncel olarak yaşanan döviz krizinin sonuçlarından biri de kredi çöküşü oldu.
2018 yılı ağustos ile kasım ayları arasında reel kredi büyüme hızı negatif düzeye inmiş durumda ve halen serbest düşüş sürüyor. Bu, ekonomik daralmayı hızlandıran en önemli nedenlerden biri. Diğer yandan, ekonomi yönetimi, krizin bankacılık sistemini etkisi altına almaması için elinden geleni yapacağını duyurdu. Ancak döviz krizi sonrası giderek artan batık kredilerin oluşturduğu maliyetin kim tarafından üstlenileceği henüz netleşmiş değil. Ekonomi yönetimi tarafından hazırlanan ve henüz bağlayıcılığı olmayan taslaklarda, yükün sanayiciler ile bankacılar arasında paylaştırılmaya çalışıldığı görülüyor.
A.R.G: Nuray’ın söz konusu kitabı doktora tezine dayanıyordu. Bankaların üretken yatırım finansmanından uzaklaşarak devlet tahvillerine yönelimini ve bunun finansal piyasa için yarattığı dönüşümü çok özlü bir şekilde ortaya koymuştu. Aynı zamanda yüzeysel yolsuzluk yazınının da Marksgil bir eleştirisini içeriyordu. Geç kapitalistleşen ülkelerde finansallaşmanın özgünlükleri teması sonraki çalışmalarında da belirgindir.
1980’ler ve 90’lar finans sermayesinin serpilme çağı. 2001 sonrasında satın alma ve birleşmelerle finansal sektörün yapısı değişiyor. Piyasa finansı diyebileceğimiz bankacılık sektörü dışı finansal alanın serpilmesi bilhassa uluslararası finansal kriz sonrasında gerçekleşiyor. Bugün 1990’lara nazaran uluslararasılaşmış bir finans sermaye, çok daha çeşitli finansal araçlar ve daha alacalı bir finansal sektörle karşı karşıyayız. Yüksek borçluluk ve sermaye girişlerine bağımlı bir ekonomik yapı altında finans sermayesi temsilcileri çelişkileri toplumun geneline mal etmek, finansal riskleri toplumsallaştırmak için çok çaba harcıyorlar. 2018’deki kur krizi sonrasında yaşananlar da bunu doğruluyor.
Türkiye’de finansal sektör 2008-09 daralması sonrasında da bir süre görece yüksek kârlarla faaliyet gösterdi. Yurt dışından borçlanan ve bunu haneleri borçlandırmak için kullanan tipik bir geç kapitalistleşen finansal sektör portresi karşımızda. Ancak uygun sendikasyon kredilerinin bulunmadığı ve kredi genişlemesinin sürdürülemediği koşullarda “çarpık kapitalizm” “eş-dost kapitalizmi” gibi tespitlerin hızla ve yine finansal sermaye mahfilinde dolaşıma sokulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bunca badireye, dönüşüme, aradan geçen zamana ve riski yayma mekanizmalarının zenginliğine karşın söylemsel olarak yine Türkiye’de sermaye birikimine içkin çelişkilerin başka alanlardan kaynaklandığı izlenimini verme isteğiyle karşı karşıyayız.
Finansallaşmanın önemli bir ayağı da finansal faaliyetlerin giderek bireylerin hayatlarının önemli bir parçası haline gelmesi ve bu bağlamda finansal piyasalara olan bağımlılığın artması. Sevgili Nuray Ergüneş de bu sürecin önemli bir parçası olarak mikrokredileri ele almış ve iddia edilenin aksine kadınlara yönelik mikrokredi faaliyetlerinin mucize öyküler yaratmadığına ve kadınların istihdama katılmaları ya da güçlenmeleri için bir çözüm olamayacağına dikkat çekmişti. Türkiye’de Nuray’ın yazdığı dönemden bugüne hızla yaygınlaşan finansal içerilme söylemine, bu söylemin öne çıkmasının nedenlerine ve bu alanda atılan adımların olası sonuçlarına dair nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
A.R.G: Karşımızda bir kalkınma anlayışının yansıması bulunuyor. Hanelerin birikimleri finansal piyasaya akar, orada değerlenirse bir kazan-kazan durumu söz konusu olacaktır. Hem haneler yatırımcı-girişimci pozisyonu üstlenirler hem de ülke sıkıntısını çektiği tasarruf eksikliğinden kurtulur düşüncesi… Bu düşünce dizgesini takip eden politika yapıcıların çabasıyla Türkiye’de 2014’te finansal içerilme resmi bir strateji olarak ilan edildi. Etkisi sınırlı kalmış olsa da devlet eliyle finansal hesaplama mantığı yaygınlaştırılmaya, bilinçli kredi kullanıcısı özneler inşa edilmeye çalışıldı.
Bu küresel uğraşın Türkiye ayağında yine başka yerlere benzer sorunlar var. Finansal eğitim, kampanyalar, özel tasarlanmış krediler finansal davranışı kolay kolay değiştirmiyor. Üstelik sigortalıların yüzde 41’inin asgari ücretli olduğu, her üç çalışandan birisinin kayıt dışı çalıştığı bir ekonomide ne o yatırımcı pozisyon dolduruluyor ne de beklenen şekilde kalkınmaya destek olacak bir finansal dönüşüm gerçekleşiyor.
Türkiye’de başka çevre ülkelere nazaran mikrokredi uygulamalarında devletin pro-aktif rolü ve ağırlığı nedeniyle, ticarileşmiş bir mikrokredi piyasasının yokluğu hasebiyle farklılıklar var. Ancak bu farklılıklar bizi olumlu bir sonuca götürmüyor. Bu bağlamda daha düşük ücretle çalıştırılan ve daha güvencesiz işlerde çalışan kadınların yaşamlarında mucizevi dönüşümler gerçekleşeceğini ima eden mikrokredi uygulamalarının, eşitsizliğin yönetilmesi araçlarından birisine dönüştüğü iddia edilebilir. Nuray’ın çalışmaları toplumsal cinsiyet yazınıyla da irtibat halinde buradaki uygulama ve sorunları ele aldı.
Emek piyasasının yapısı, reel sektördeki çalışma pratikleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi alanlardaki gerçeklerle kredi uygulamalarının işaret ettiği dönüşüm arasında kapatılamaz bir uçurum var. Türkiye’de finansal içerilme stratejisinin ve bütün kampanyaların “finansal hizmetlerden faydalanma” oranlarını artırdığını söylemek mümkün. Türkiye’de toplumun geniş kesimlerinin on yıl öncesine nazaran finansal açıdan çok daha fazla içerilmiş olduğu itiraz edilemez bir olgu. Ancak bu olguyu alt sınıfların kredi bağımlılığının azalmadığına, finansal eğitim kampanyalarının sermayenin arzuladığı dönüşümü gerçekleştirmediğine dair verilerle birlikte incelemeliyiz. Daha genel bir perspektiftense, bir kalkınma anlayışının uzantısı olarak finansal içerilme siyasetinin yaldızları son yıllarda döküldü ancak bu siyasete bağlılık ortadan kalkmadı demek uygundur.
Ü.A: Her ne kadar mikro krediler bağlamında daha sık kullanılsa da, finansal içerilme kavramını genel olarak daha önce finans sistemi ile ilişkilenmemiş, özellikle de alt gelir grubu ve yoksulların bankacılık sistemine dahil olmalarına işaret etmek için de kullanabileceğimizi düşünüyorum. Finansal içerilmeyi bu şekilde geniş tanımdan yola çıkarak değerlendirirsek, birkaç temel işlevinin olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlardan ilki, reel gelirleri harcamaları kadar artmayan hanehalklarının bütçe açıklarının kapatılması idi. Bir başka ifadeyle giderek daha geniş toplum kesimleri özellikle de düşük gelirliler, finans sistem tarafından kapsandılar, kredi kartları oldu ya da farklı kredi türlerinden kullanmaya başladılar, yani borçlandılar.
İkincisi, geniş toplum kesimlerinin finansal sisteme içerilmesi yani krediye erişebilmeleri sayesinde, gelirleri artmasa da harcamaları, yani tüketim seviyeleri artabildi. Üçüncüsü de, giderek daha fazla sayıda insanın finans sistemi tarafından içerilmesi, insanların kaderlerinin piyasaya bağlanmasını beraberinde getirdi. Faiz ve döviz konusundaki gelişmeler, artık doğrudan hanehalkını ilgilendirir hale geldi.
Bu üç gelişmenin en temel siyasi sonucu ise, ekonomik ve siyasi istikrar talebinin artması oldu. Bu bağlamda finansal içerilme, kısmi bir yeni refah rejiminin kurulması anlamına gelen sosyal içerilme pratikleri ile birlikte, 2001 krizi sonrasında AKP’nin temel iktidar stratejisi haline gelen neoliberal popülizmin iki temel telafi mekanizmasından biri olarak işlev gördü.
Son olarak kişisel tanışıklığınız ve akademik çalışmalarına da yakınlığınızdan hareketle sizler Nuray Ergüneş’e ve çalışmalarına dair neler eklemek istersiniz?
Ü.A: Nuray ile tanışıklığımız, Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadı ve İktisadi Büyüme lisans üstü programına dayanıyor. Bir yüksek lisans öğrencisi olarak, Nuray’ın özellikle 2000’lerin ortalarındaki Küçükkuyu ekonomi politik toplantıları sırasındaki sunuşlarından ve konuşmalarından etkilendiğimi hatırlıyorum. Doktora sırasında Merkez Bankası bağımsızlığı üzerine çalışmaya başladığımda, Nuray’ın özellikle bankacılık sisteminin dönüşümü ve bunun Merkez Bankası politikaları ile ilişkisi üzerine yönlendirici yorumları olmuştu.
Sonrasında, 2011 yılında Nuray ile birlikte İktisat Dergisi için Kalkınma İktisadı özel sayısının editörlüğünü birlikte yaptık (sayı 519). O sayıyı hazırlarken, Fuat Ercan Hoca’nın 1997’de sayı editörlüğünü yaptığı İktisat Dergisi’nin, ‘Kapitalizm ve Azgelişmişlik - Kalkınma İktisadının Sonu mu?’ sayısının 15 yıl sonra bir benzerini yapmaya girişmiştik. Sonrasında yollarımız daha az kesişti ancak çalışmalarını her dönem takip ettim.
Özellikle finansallaşma alanında, Türkiye’deki tartışmalar ile uluslararası tartışmaları birbirine bağlayan bir çerçeveye sahip olması, yazdıklarını sadece Türkiye açısından değil, uluslararası bağlamda da önemli hale getirdi. Nuray’ın aramızdan çok erken bir şekilde ayrılması, sadece onu tanıyan dostları ve meslektaşları açısından değil, eleştirel politik iktisat açsısından da büyük bir kayıp.
A.R.G: Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ancak Küçükkuyu toplantılarında kendisiyle yüz yüze tanışma imkânı bulmuştum. 2007-08’de ODTÜ’de doktora tez önerisi yazarken Türkiye’deki finansal derinleşme ve krizlere odaklanma isteğimi dillendirdiğimde, Oktar Türel’in yönlendirmeleriyle iç borçlanma piyasasını incelemeye girişmiştim. Nuray’ın çalışmaları doktora tez çalışmamın başlangıcında, araştırma alanımı daha iyi tanımlamama yol açtı ve Galip Yalman’ın yönlendirmeleriyle de Marksgil bir devlet-finans ilişkisi tartışmasının Türkiye’nin özgünlüklerini ve küresel Güney ülkelerine benzerliklerini göz önünde bulundurarak yapılabileceği yönündeki kanaatimi pekiştirdi.
Doktora tezimin bir bölümünün ilk taslağını 2008 yılı sonlarında kendisine ilettiğimi, Londra’ya tez sırasındaki araştırmam için gitmeden önce 2009’da kendisinden akıl aldığımı hatırlıyorum. Sonraki yıllarda da Praksis dergisi yayın kurulu toplantılarında, Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin örgütlediği ya da parçası olduğu kongre ve çalıştaylarda, hatta üniversiteden atılmamız için uğraşanlar karşısında yan yanaydık. Değerli bir hocam ve yüreği çok geniş bir dostumdu.
Çalışmaları bazen bir labirente benzeyen ve aynı giriftliği nasıl her konjonktürde yeniden üretebildiğini anlamakta zorlandığım Türkiye devleti/finansal sektör ilişkiler ağının koridorlarında yol bulmayı sağlayacak bir rehber niteliğindedir.
*Bu söyleşi ilk olarak Nuray Ergüneş İçin Yazılar Finansallaşma, Kadın Emeği ve Devlet kitabında yayınlandı.