1940 kuşağı bağlamında şair Rıfat Ilgaz
Rıfat Ilgaz’ın ilk şiirleri duygusal ağırlıklı, ölçülü ve uyaklı metinlerdir. Toplumsal sorunlara ilgisi arttıkça, gündelik yaşamın gerçekliği içinde, yaşamın çarkları arasında yaşama mücadelesi veren insanlarla ilgili duyarlığının şiirine egemen oluğunu görürüz. Şiirlerinde bu duyarlılığı konuşma dilinin olanaklarından yararlanarak yalın bir biçimde dile getirir.
80’li yılların başında, “Edebiyat 81” adıyla yayınlanan dergide, “Eylül” adlı uzun şiirim yer almıştı. Derginin editörü Tanju Cılızoğlu bu şiiri çok beğendi, bir gün beni Attila İlhan’la tanıştırmak istedi. Başiktaş’ta buluştuk ve Taksim’e gittik. Hava yağmurluydu. Attila İlhan, o yıllarda Taksim’deki “Cafe Bulvar” da vakit geçirirmiş. Kafeye gittik. Yirmili yaşlardaydım ve yeni yeni şiir yayınlıyordum. Heyecandan neredeyse nefes alamıyorum. İçeri girdik. Attila İlhan’ı gördüm. Dip tarafta, bir masada, Rıfat Ilgaz’la oturuyorlardı ve ateşli bir sohbetin içindeydiler. Masaya yaklaştık. Yer yarılsa da içine girsem... Tanju Cılızoğlu, Attila İlhan ve Rıfat Ilgaz’la selamlaştıktan sonra (beni kimsenin gördüğü yoktu zaten), Attila İlhan’a, “Abi o ‘Eylül’ adlı şiiri yazan çocuk bu işte” dedi. Attila İlhan bana doğru şöyle bir baktı, sohbetine devam etti. “Şairin bir genç adam olarak portresi” olarak (o günlerde yirmi beş yaşındaydım) çok mahcup olmuştum. Attila İlhan’ın ve Rıfat Ilgaz’ın yanında ben kimdim ki!
1940 Kuşağı, Türkiye’nin aydınlanma, demokratikleşme ve estetik düşünce sürecinde çok önemli bir kuşağın adıdır. Bu kuşağı oluşturan şair, yazar ve düşünce insanları, resmi ideolojinin dışında bir toplumsal kalkınma projesi olan insanlardır. Ülke kalkınmasında toplumsal çıkarları ön plana alan, emek ve değer ilişkisini ekonomik üretim sürecinin ana ekseni olarak kabul eden 1940 Kuşağı, sanatta ve özellikle şiirde de bu projeyi destekleyen bir estetik yaratmaya çalışmıştır. Sosyolojik kategoride “sınıf” yaklaşımını “emek-sermaye” bağlamında değerlendiren 1940 Kuşağı “entelejansiyası”, kendini dönemin popüler ideolojisi olan “sosyalizm” in neferleri olarak kabul etmişlerdir.
Bu şiir anlayışının temelinde, 1934’teki Sovyet Yazarlar Birliği Kongresi’nde kararlaştırılan bazı ölçütler vardır. Sanatçıdan Sovyet sosyalist devrimine hizmet etmesini isteyen toplumcu anlayış, giderek dünyada kendine önemli bir alan bulmuştur. Toplumcu gerçekçilik Türk edebiyatını da etkilemiş, 1930’lu yıllardan itibaren toplumcu edebiyat, özellikle Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’de de birçok tartışmanın odağını oluşturmuştur. Örneğin İtalyan Komünist Partisi çevresinde gelişen tartışmalarda, sanatın toplumun eğitilmesine hizmet etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Buna karşın, önemli İtalyan Marksist düşünürü Antonio Gramsci, şu görüşünü açıklamıştır:” Sanat, sanat olduğu için eğiticidir; ‘eğitici sanat’ olarak sanat hiçbir şeydir.” Görüldüğü gibi, bu tartışmalar daha çok sanat ve sanatçının toplumsal görevi üzerinde yoğunlaşmıştır. Aynı yıllarda Fransa’da Roland Barthes, eleştiriyi tanımlarken, “eleştirinin görevi, bir yazınsal türün herhangi bir politik, toplumsal göreviyle ilgili değil, kendi söylem biçimine uygun olup olmadığıyla ilgilidir.” Diyecektir. O dönemde ülkemizde sosyalizmin karşılığı olan Marksist estetikle ilgili kuramsal çalışmaların yetersiz oluşu (sosyalizmin yalnızca bazı kesimlerce düşünsel olarak yaşandığı unutulmamalı) kavram kargaşasına yol açmış, “toplumsalcı”, “halkçı”, “birey karşıtı” gibi kavramlar, 1940 Kuşağının estetik anlayışını belirleyen kavramlar olarak kullanılabilmiştir.
İşte Rıfat Ilgaz da bu kuşağın bir temsilcisi, hatta önde gelen bir temsilcisi sayılır. 1940 Kuşağı’nın tipik temsilcisi bir şair olarak Rıfat Ilgaz, 1976’da, Militan Dergisi’nde şunları söyleyecektir: “…topluma yeni biçimler vermekte olan işçi sınıfının değiştirici bir bireyi olarak yaşama yeni bir anlam katması, geleceğe güveni açığa vurması, iyimser bir duyarlık içinde çağının yeni gerçeklerini belirtmesi görevi başlamıştır şairin. Bu görevin dışında kalmış olan şair, sanatının çekiciliğini, coşturuculuğunu, atılımlara götürücü, hız verici niteliğini yitirmiş demektir…( Rıfat Ilgaz: Militan Dergisi, 1976)” Nitekim 1943’de yayınlanan “Yarenlik” adlı ilk kitabında yer alan “Alişim” adlı şiiri de bu anlayışı yansıtmaktadır:
“ALİŞİM //Kasnağından fırlayan kayışa/Kaptırdın mı kolunu Alişim!/Daha dün öğle paydosundan önce/Zileli’nin gitti ayakları./Yazıldı onun da raporu:/“İhmalden”/Gidenler gitti Alişim,/Boş kaldı ceketin sağ kolu…”
Cahit Irgat, Suat Taşer, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Mehmet Başaran, Hasan Hüseyin Korkmazgil, A.Kadir, Hasan İzzettin Dinamo, Enver Gökçe, Ahmed Arif ve Attila İlhan’ın temsilcileri sayılan 1940 Kuşağı’nın en yaşlı temsilcisi olarak Rıfat Ilgaz, şiirlerinde mizah ve alaysı söyleyişiyle dikkat çeker. Memet Fuat’ın vurgulayacağı gibi, şiirlerinde herhangi bir “artistik” öge, herhangi bir “atraktif” dil kullanmama konusunda Garip Şiiri’ni geçecektir.
Rıfat Ilgaz şiire gözünü açtığında, Nazım Hikmet fırtınası hem poetik hem de politik olarak egemenliğinin doruğundaydı. Çünkü Nazım hem estetik olarak, hem de ideolojik olarak yepyeni bir şiir yaratmış, kendinden önceki modernleşme deneyimlerini gölgede bırakarak bir devrim yaratmıştı. Garip Şiirinin tek boyutlu itirazı, hececi şiirler yazan Behçet Kemal Çağlar, halk şiiri geleneğini sürdüren Ahmet Kutsi Tecer, geleneği koruyarak modernleşme çabalarını sürdüren Ahmet Muhip Dıranas’ın çabaları sürse de etkisini yitirmişti. Böyle bir dönemde Rıfat Ilgaz şiirde nasıl bir özgünlük sağlayabilirdi ki? Şükran Kurdakul’un “Çağdaş Türk Edebiyatı” adlı yapıtındaki yaklaşımları, bu sorunun yanıtı olabilir mi acaba: “Nazım Hikmet’in şiirimizi büyük ölçüde etkilediği 1940’lı yıllarda Rıfat Ilgaz yapıtlarıyla kendi kişiliğini ortaya koyarak toplumcu gerçekçi anlayışa yeni olanaklar kazandırdı. Özellikle tabana yakın kesimin güncel yaşamına egemen olan acıları, sıkıntıları, yoksulluğu, ince yergi ögeleriye yansıtarak lirizme ulaşmış bir şiirdi bu.”
“NE DİYEBİLİRSİN//Geç vakit işten çıkarsın/İki satır konuşmak için/Hasretsin bir ahbap yüzüne,/Bıçak açmaz dostların ağzını/Değirmenci su derdinde…/Yorgunluğu çıkarmak istersin
bir koltuk meyhanesinde/kesen el vermez (…)”
Rıfat Ilgaz’ın ilk şiirleri duygusal ağırlıklı, ölçülü ve uyaklı metinlerdir. Toplumsal sorunlara ilgisi arttıkça, gündelik yaşamın gerçekliği içinde, yaşamın çarkları arasında yaşama mücadelesi veren insanlarla ilgili duyarlığının şiirine egemen oluğunu görürüz. Şiirlerinde bu duyarlılığı konuşma dilinin olanaklarından yararlanarak yalın bir biçimde dile getirir. (İlk Kitabı, Yarenlik, 1943). Sosyalist bir ideolojik arka planla ama daha eleştirel bir dille yazdığı şiirlerini “Sınıf” adlı kitapta derler (1944); bu kitap nedeniyle kovuşturmaya uğrayarak tutuklanır. Ama şiirleri hangi izleklerde, hangi duyarlılıklarda yazılmış olursa olsun, mizah atmosferini her zaman yansıtmıştır. Yahya Kemal’in “Eylül Sonu’’nda ölüm kaygısını derinden duyan “Kanlıca’nın ihtiyarları” ile Rıfat Ilgaz’ın ihtiyarlara arasında da bu bağlamda fark vardır:
“
…
Biz yaşlılar türlü nedenlerden
Kuşlarla birlikte uyanmak zorundayız
Saksıdakı karanfil bakım ister.
Tüm çiçekler, ağaçlar, parklar,
Yollar koprüler bakım ister.
Balıkçı barınağı, barınaktaki gemiler,
Gün doğmadan deniz fenerimiz,
Kıyılarımız, gökyüzü, bulutlar,
Bir uçtan bir uca esen rüzgar,
Bütün gün gözümüz üzerlerinde olmalı.
…
(Kulağımız Kirişte)”
Şükran Kurdakul’un değerlendirdiği şiirlerin zamanı ile bugünkü bizim zamanımız arasında geçmiş olan seksen yıldan geriye baktığımızda, bir şiirde toplumun alt kesimindeki insanların yaşamından, o insanların acılarından söz etmek yenilik sayılabilir. Ama bu, evrensel olan sanat için genellenmemeli. Çünkü yaklaşık aynı yıllarda Roland Barthes, Fransa’da şiirle düzyazıyı ayırırken, içeriğin, “anlatılan şey” in bir ölçüt olduğundan hiç söz etmiyordu. Şiiri bir dil etkinliği olarak ele alıyor ve “şiirde dilin amacı kendisidir” diyordu. Hem Şükran Kurdakul’un bir yenilik olarak gösterdiği “alt toplumsal kesimin acıları” nın anlatılmasını Memet Fuat “şiirsel” bile bulmayacaktı: “Rıfat Ilgaz ölçülü uyaklı hece şiiriyle başlamış, Nazım Hikmet’e, yani devrimci, ilerici, halkın sorunlarını sergileyen bir şiire geçmeye özenirken, iç dış biçim oyunlarından uzak kalmaya çabalayan Garip akımını gözlemiş, ‘bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak’ kadar ‘zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmak’ da kaygıları arasında yer almıştır (…) ölçü, uyak, uyum, benzetme, imge, eğretileme gibi şiirleştirme araçlarından yararlanmamakta, salt dile, söyleyişe yaslanmakta Orhan Veli’den çok daha sakınmasızdı. Konuları, anlattığı şeyler de şiirsel değildi.”
Dönemin eleştirilerinin önemsediği ölçütlere baktığımızda, içeriğin, şiirin “anlattığı şey” in, anlamın, mesajın öne çıktığı görülüyor. Bu da, şairlerin görevci bir kimlikle işlev yüklenmelerinden kaynaklanıyor. Bu işlevi yerine getirmek, bunun için de geniş kitleler tarafından “anlaşılır” olmak gerekiyor. Rıfat Ilgaz’ın yedinci kitabı olarak yayınlanan “Karakılçık” için Asım Bezirci şunları yazacaktır: “Karakılçık’ta dil temiz ve işlek, anlatım açık ve yalındır. Mizah ve alay bırakılmış, yergiye arada bir başvurulmuştur. İmge ile uyak da seyrek olarak kullanılmıştır. Buna karşılık düşünceyle duygu iyi yoğrulmuştur. Şiirlerde iyice ustalaşmış bir kalemin okura rahatlık veren belirtileri görülmektedir.”
Aradan yıllar geçti. Bir gazetenin eski bir sayısında (Milliyet’ti sanırım) Rıfat Ilgaz’ın ölümünden sonra Attila İlhan’ın bir yazısını okudum. Yazdığına göre on yıl geçmiş:“ On yıl kadar oluyor, yağmurlu bir sabah, Taksim’deki Bulvar Kahvesi’nde karşılaşmıştık; laf arasında yeri nasıl düştüyse, demişti ki: Şimdi bana bak şair! Yetenek, bilgelik, çalışmak, teknik, ıvır zıvır, hepsi lazımdır, ama yetmez! Seni şair mertebesine getirirse halk getirir, marifet, onun bulunduğu hizaya yükselebilmektedir!”
Meğer o gün böyle şeyler konuşuyorlarmış.