Bir Öğle Vakti Yenişehir’de kimleri gördük?
Her okuyuşta bize kendimizi biraz daha fark ettiren Sevgi Soysal: Hayır, sen yetersiz değilsin. Sen sadece ondan farklısın, başka bir insansın. Senin de görüşlerin, düşüncelerin, birikimlerin var. Karşındaki ile aynı düşünmüyorsun veya aynı şeylere farklı tepkiler veriyorsun diye bilgiç bir tavırla özgüvenini yıkmasına izin verme. Kendini o kişiden bağımsız sorgula, o zaman daha da güzelleşeceksin!
Büşra Şahin
Tüm dünyada edebiyat sahasında git gide sayısı artan kadın yazarlar, bilinçli bir şekilde, sürekli değişen siyasi veya sosyolojik dengelerin kadınlar üzerindeki etkilerini yazmayı tercih ediyorlar. Bu belki bıkkınlık, belki isyan, belki de sadece sesini çıkarma isteğidir… Bu yazma nedenlerinin hepsini bulabileceğimiz bir isim de Sevgi Soysal.
Sevgi Soysal üzerine elbette çok fazla kaynak bulabiliriz: Yazılar, makaleler, tezler, kitaplar… Ama her kadın okurun Sevgi Soysal kitapları üzerine söylemek istedikleri, etkilenimleri vardır. Her kadın kendini bir şekilde bir Soysal kitabında görmüştür. Onun kitaplarındaki kadınların yaşadıklarını yaşamıştır. Ele aldığı karakterleri çok geniş bir yelpazede işlemesi, belki de kendimizi bu kitaplarda bulalım diyedir. Her birey kendine özel olduğu gibi her kadın da birbirinden farklı ve özel yanlara sahiptir. Bunun bilincindeki Soysal da katı kadınları, yumuşak huylu kadınları, huysuz ev kadınlarını, en büyük derdi çay partileri ve aldığı kilolar olan kadınları, özgürlüğünü arayan kadınları, hepsini ve her çeşit kadını kitaplarına alır. Belki de şunu söylemek ister: Evet çok farklıyız, birbirimize benzemiyoruz ama hepimiz kadınız ve hepimiz kadın olmanın zorluklarını yaşıyoruz. Bir radyo programından bize ulaşan, “Londra’da, Ankara’da, İstanbul’da ya da Zap suyunun yanı başında, nerede olursa olsun, kadınları birbirlerine ortak eden tek bir şey vardır: Hayat.” (1) cümlesiyle örtüşüyor bu durum. Bu nedenle Sevgi Soysal’ı kadın gözüyle okumak çok farklı bir deneyim. İlla ki güçlü ve başkaldıran kadınlar yoktur onun kitaplarında, kahramanlar değil gerçekteki karakterleri tekrar yaratır.
Sevgi Soysal üzerine yazı yazma fikri bile beni çok heyecanlandırdı ve “Acaba hangi açıdan yaklaşmalıyım, hangi kitabın neresini anlatmalıyım” endişesi sardı. Fakat dediğim gibi, üzerine yazılan çok şey var. Söyleyeceğimiz her şey zaten söylenmiş olabilir ancak ben Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ne bakalım istiyorum; çünkü biraz roman üzerine konuştuktan sonra kişisel tecrübelerimle ilgisini anlatacağım.
Romandaki kişileri düşünürken şu ayrıma katıldığımı fark ettim. Bu romanda -Olcay, Doğan, Ali üçgeni dışındaki- tüm kişiler aslında karakter değil de tip olarak verilmiştir bize. Tek bir zamanın ve mekânın çevresinde toplanan/kesişen kişiler okuyoruz her bölümde ama bu kişiler sanki bir insandan ziyade birer portre gibiler. Bu portreleri gündelik hayatta karşılaştığımız yüzlerce insana benzetebiliriz. Özellikle kitabın yazıldığı dönemi (12 Mart Muhtırası'ndan hemen sonra) düşününce dönemin tiplemelerini ve siyasi gelişmelerden etkilenimlerini vermek istermiş gibi... Tabii burada bahsettiğim 'tip', bunların birer roman kişisi olduğunu değiştirmiyor. Eagleton’ın stereotip ile tip arasında yaptığı ayrımı hatırlayalım: “Stereotipler insanları genel kategorilere indirger; buna karşılık tipler bireyliklerini korurken onlara daha geniş bağlamlar kazandırır. Kinikler bu önermeden İrlandalıların sonsuza dek içip içip birbirleriyle dalaşacakları, ama her birinin bunu kendine özgü bir tarzda yapacağı sonucunu çıkarabilir.” (2) Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin tipleri de bireyliklerini korur ancak daha genel kişiliklere karşılık gelirler. Kitabın ilk yedi bölümünde ele alınan tezgâhtar Ahmet, Hatice Hanım, Necip Bey, bankacı Mehtap, antikacı Güngör, Profesör Salih Bey ve Mevhibe Hanım ile kitabın son dört bölümünde karşımıza çıkan boyacı Necmi, seks işçisi Aysel, isimsiz deli ve kapıcı Mevlût’u ele alalım.
Ahmet, tezgâhtarlık yapan bir dış görünüş meraklısı. Yaşadığı Ulus’u hor görüp Kızılay’ın şatafatlı hayatına kabul edilmenin peşinde. Sınıf atlamanın giyilen kıyafetle sağlanacağını düşünen pek çok insan gibi biri Ahmet.
Hatice Hanım emekli öğretmen. Abartı denilecek kadar kuralcı birisi. Değişiklikten hoşlanmaz, o kadar ki zamanın gençlerini ve onların yaşam şekillerini de bir nevi “değişiklik” gibi görüp onlardan da hoşlanmaz. Muhafazakâr ve otoriterliği attığı her adımda kendini gösteriyor. Emekli öğretmen olması da anlamlı. Hepimizin uzaktan yakından tanıdığı tutucu ve kuralcı bir emekli öğretmendir…
Necip Bey ise tam bir Avrupa aşığı. Kıyafetlerinden yediği yemeğe ve düşündüğü şeylere kadar her şey Avrupaî, her şey “üst sınıf”. Baba parası yiyen, üretmeyen ve tenis kulübünü bırakmayı felaket sayan bir tip. Sanki bu romana değil de Tanzimat dönemine ait bir karakter. “Yanlış Batılılaşma” mizahı gibi.
Mehtap bankacı, yoksulluğun vücut bulduğu bir evde büyümüş. Tek gayesi çalışıp anne babasına güzel bakabilmek. Bankacı olup Ankara’ya gelince hayalleri gerçekleşir sanıyor ancak şehir hayatı Mehtap’a da acımasız davranıyor. Biraz fazla duygusallık, biraz ucu kaçmış romantiklik var Mehtap’ta.
Antikacı Güngör tam bir tüccar tiplemesi. O da fakir bir ailede büyümüş ama sivri zekâ ve fırsatçılık gösterileri ile hayatta yolunu bulmuş. Alım satım işlerinden nasıl para kıracağını herkesten iyi biliyor.
Profesör Salih Bey pek etkin bir karakter değil. Olcay ve Doğan’ın babası olmasına rağmen romandaki yeri çok pasif kalıyor. Tüm hayatı boyunca yaptığı tek şey ders çalışmak olduğu için belki de. Hiçbir şeyi sevmiyor çünkü sevginin bağlanmak olduğunu ve kendisini alçaltacağını düşünüyor.
Mevhibe Hanım, Olcay ve Doğan’ın annesi. CHP Kadın Kolları üyesi. Babasının Halk Partili olması bu hayatta tutunduğu en güçlü dal. Babası sevecen, iyi, ilgili biri olduğu için değil ama bu ülkeyi kuran meclisin bir üyesi olduğu için. Mevhibe Hanım babasının katılığında yaşıyor çünkü başka türlü yaşamayı bilmiyor. Kendi sosyal sınıfının aşağısına hiçbir his beslemeyen, düzen ve zaman takıntılı, tek otorite olmak isteyen, anlayışsız bir kadın.
Necmi ayakkabı boyacısı bir çingene. Çingenelerin geneline yapılan bir gönderme ile dış mekânla bütünleşik verilmiş bir tip Necmi. Tüm çingene tiplemeleri gibi renkli şeyleri, güzel kokuları, içmeyi ve umursamazlığı seviyor.
Aysel bir seks işçisi. Ağzı bozuk, hazır cevap bir kadın. Ali’ye duygusal hisler besliyor. Hayatın sertliğinin karşısında kendisi de sertleşen insanlardan.
Deli’nin isminin bile olmaması, öteki olma hâlini daha da güçlendiriyor. Kendi dünyasında ve kendi seyrinde. Yıkılan kavak onu zerre kadar ilgilendirmiyor.
Mevlût romanın merkezindeki binanın kapıcısı. Binada oturan kişilere karşı her zaman mahcup ve ezik bir ruh hâli var. Böylece sosyo-ekonomik farkları da görebiliyoruz. Mevlût’un, yıkılan kavak ağacının altında kalıp ölmesi de kimi edebiyatçılara göre köylü sınıfının yok oluşun dair bir gönderme.
Tüm bu kişileri ve temsil ettikleri sınıf/karakter/iletişimleri anlatmak isteyen her yazar aşağı yukarı aynı özelliklerle, aynı tiplemeyi çizecektir. Fakat çizdiği kişi Hatice Hanım değil de Zeliha Hanım olacaktır. Bu yüzden yukarıda bahsedilen kişiler stereotip değil birer tiptir. Dikkati çeken bir başka dikkat çeken durum da duygulardaki ortaklık. Karakterlerin hepsi birbirlerine karşı olumsuz hisler besliyor ve anlatıdaki bağ noktaları da bu olumsuz hislerle kuruluyor. Ahmet, Hatice Hanım’a çarptığında Hatice Hanım onu küçümsüyor ve olay Hatice Hanım’a geçiyor. Necip Bey, Hatice Hanım’a selam verdiğinde selamının karşılıksız kaldığını görüp Hatice Hanım’ı küçümsüyor, adeta nefret ediyor. Necip Bey bankaya girdiğinde Mehtap’ın Necip Bey’i açıkça sevmediğini okuyoruz. Olay tekrar Necip Bey’e geçtiğinde yan masada oturan Güngör’ün onu küçümsediğini görüyoruz. Güngör, Salih Bey ile karşılaşıyor, Salih Bey Güngör’ü paragöz ve sabırsız olarak görüp kendini ondan üstün tutuyor. Salih Bey’i pencereden gören Mevhibe Hanım ise her şeyden nefret ediyor zaten.
Kitabın diğer üçlüsü Olcay-Ali-Doğan’a gelirsek özellikle Olcay ve Ali arasındaki ilişkiyi ele almak istiyorum. Çünkü ikisi arasında bireysel olarak kendime yakın bulduğum bir durum var. Öncelikle Ali karakterinin fazla idealize aktarıldığına katılıyorum, bunun eleştirileri yapılmıştı. Şunu eklemeliyim: O kadar uç noktada idealize edilmiş ki absürt bir hâl almış Ali karakteri. Böylesine realist niyetlerle yazılmış bir romanda gerçekçi olmayan tek karakter. Öve öve bitirilemiyor. Herkesle arası iyi, herkesin suyuna gidiyor, Aysel bile ona karşı pozitif hisler besliyor. Ama karakteri biraz sorguladığımızda kendini beğenmiş, üstenci, cinsiyetçi bir kişilik olduğunu görüyoruz. Zaten günlük hayatımızda sıkça karşılaşabileceğimiz ‘solcu erkek’ tipleri de böyledir, böyle biriyle kısa/uzun zamanlı ilişkide olan kadınlar hak verecektir. Kendilerini ve görüşlerini çok beğenirler, o görüşte olmayanı sürekli eleştirip kendi yollarına çekmeye çalışırlar, ilişkide oldukları kadını aşağı görüp alttan alta küçümserler ve özgüvenlerini yerle bir ederler. Hele ki Olcay gibi henüz kimliğini tam oturtamamış, özgüveni zaten sallantıda olan bir karakter için Ali çok sağlıksız yaklaşımlar sergiliyor eser boyunca. Olcay’ın Ali hakkındaki ilk sözlerinden biri şu: “Ali beni eleştirdikçe hırçınlaşıyorum, kendimi ispat etmeye çabalıyorum.” Ali gibi solcu ve eşitlikçi olduğunu iddia eden insanların kadınlara genel yaklaşımı eleştiri üzerine kurulu çünkü. Kadında bir ispat çabası oluştururlar, 'sen benim gibi bilgili, eşitlikçi, solcu, özgür düşünceli değilsin' havası hâkimdir tavırlarında. Olcay ile Ali’nin her diyaloğunda bir ders verme metni okuyoruz dikkat ederseniz. Olcay ağlayarak ayrılma fikrini dile getirdiğinde bile Ali zarflara pul yapıştırmaya devam ediyor sakince. Bir diğer ayrıntı ise Olcay’ın kendi yaşadığı dünyaya Ali’nin gözünden bakmaya başlayacak kadar manipüle edilmesi. Olcay’ın, yaşadığı burjuva hayatta bireysel temelde bir memnuniyetsizliği her zaman var ama zamanla, sorgulamalarının dayandığı nokta Ali’nin bakış açısı oluyor. Olcay’ın kendi hayatına bakış açısı Ali ekseninde şekilleniyor. Dolayısıyla sağlıklı bir muhakeme sürecinden geçemeyen Olcay ne hayatını sevebiliyor ne de ondan kopabiliyor. Ali ise eleştirdiğiyle haklı çıkıyor. Romanda Olcay’dan duyduğumuz -Ali ve Doğan hakkında- son sözler, nasıl hissettiğinin ve nasıl muamele gördüğünün açık bir göstergesi: “Bir süs gibi görüyorlar beni, öyle ele alınıp bırakılan bir aksesuvar gibi, oyunun önemsiz bir parçası.”
Yazının sonuna gelirken kendi adıma birkaç söz söylemek istiyorum. Kendini kadın olarak tanımlayan her kişi, zaten gündelik yaşamında erkeklikten gelen kesintisiz eziyet ve aşağılama ile uğraşmak zorunda kalıyor. Yetmiyor gibi kendini ilerici ve eşitlikçi gösteren ama içten içe 'erkekliğini' kırmak istemeyen bu 'solcu erkek' tipolojisi de kadına başka yönlerden saldırmaya devam ediyor. Maalesef Ali gibi kişiliklerle, sözüm ona solcu/eşitlikçi erkeklerle, ilişkide bulunan her kadın bu aşamaları yaşıyor, kendini yetersiz görüp özgüveni kırılıyor, ispat çabalarına giriyor. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni ilk okuduğumda ben de Olcay’ınkine paralel bir süreç yaşadığım için bireysel anlamda çok etkilenmiştim bu ikilinin iletişiminden. Zamanında bu süreçleri yaşadığım ve atlattığımda daha da özgürleştiğim için bunu yaşayan her kadına şunu söylemek isterdim: Hayır, sen yetersiz değilsin. Sen sadece ondan farklısın, başka bir insansın. Senin de görüşlerin, düşüncelerin, birikimlerin var. Karşındaki ile aynı düşünmüyorsun veya aynı şeylere farklı tepkiler veriyorsun diye bilgiç bir tavırla özgüvenini yıkmasına izin verme. Kendini o kişiden bağımsız sorgula, o zaman daha da güzelleşeceksin.
Her okuyuşta bize kendimizi biraz daha fark ettiren Sevgi Soysal’a sevgiyle…