Canan Coşkun: Bir insan hukuksuzluğa uğruyorsa onun ideolojisine bakmamak gerekli
Gazeteci Canan Coşkun, fotoğraf çekmek için çalışmaya başladığı Cumhuriyet gazetesinde tesadüfen adliyeye gönderildiğini anlatıyor. Takip ettiği ilk duruşma Temmuz 2013’te, aralarında Mücella Yapıcı’nın da olduğu birçok kişinin Gezi eylemleri nedeniyle gözaltına alındığı sorgu mahkemesi. Coşkun’un İletişim Yayınları’ndan çıkan “Burası Mahkeme/ Yeni Türkiye’de Yargı Rejimi” adlı kitabı önemli siyasi ceza davalarının seyrini anlatıyor.
DUVAR - “Burası Türkiye” demenin çağrışımı daha çok olumsuz şeyleri akla getiriyor. Bu yeni bir şey mi? Yüzeysel bir tarih okumasıyla söylersek dahi yanıt belli: Değil. Son yıllardan yaşanan hukuksuzlukların dozu artmış olabilir mi peki? Literatüre giren “Kumpas davalar” var örneğin. Buralı olmayana anlatmak mümkün değil. Kurguya dayalı, suç icat eden yüzlerce sayfalık iddianameler…
Bir ülkede ikiden, üçten çok siyasi ceza davası olması da manidar. Cumhuriyet davaları, Sözcü davası, Barış Akademisyenleri davaları, Altanlar/ Nazlı Ilıcak davası, Çağdaş Hukukçular Derneği ve Halkın Hukuk Bürosu davası…
Gazeteci Canan Coşkun bir adliye muhabiri. İş adresi, Çağlayan Adliyesi. Öfkeyle sorulan “Devlet nerede?” sorusunun açık adresi esasen ülkenin il il adliyeleri. Coşkun bizzat oradan bildiriyor, yazıyor. Coşkun’un “Burası Mahkeme/ Yeni Türkiye’de Yargı Rejimi” kitabının son cümlesi ise şöyle: “Saydığım nedenlerden ötürü bu çalışma, aslında sıradaki hukuksuzluklar için bir virgül.” Niye diye sorduğumda, “Umutsuzluk değil” diyor: “Durum tespiti.” Coşkun’un 2013 sonrası önemli siyasi ceza davalarının seyrini anlattığı kitabı bir tanıklık çalışması. Bir adliye muhabirinin uzun saatler geçirdiği mahkeme salonlarında yargılananları gözlemlediği, karar vericilerin hal ve tavırlarını kaydettiği satırlar Çağlayan adliyesi girişinde karşınıza çıkan iki devasa Themis heykelinin anlamını sorgulatıyor.
Coşkun’la kitabını, Cumhuriyet gazetesinde çalıştığı dönem gazetede yaşananları, izlediği davaları konuştuk...
Kitabın başında, gazeteye ilk başladığın zamanı “‘Cumhuriyet’te fotoğraf çekmeyi öğrenirim’ diye düşünmüştüm” diye anlatıyorsun. Adliye muhabiri oldun. Nasıl oldu?
Tamamen şans eseri. Fotoğraf çekmek için gittim ama fotoğraf da çekemedim. Günlük basın açıklamalarını takip ediyordum. Gazetenin asıl adliye muhabiri o sırada hamileydi. İzne ayrılması gerekiyordu. Temmuz 2013’te adliyeye gönderildim ama gönülsüzdüm. Adliyede olmak demek iş ortamındaki arkadaşlardan ayrılmak demekti, saatlerce adliye binasının içinde kalmak demekti ama sonra bağımlılık yapan bir mekân oldu.
Diğer taraftan hukuk terminolojisine hâkim değildin.
Evet. Hiç bilmiyordum. Hayatımda ilk defa adliyeye, duruşma salonuna girdim. Başladığımda Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız’dı. Ergenekon ve Balyoz davalarının sonuna doğruydu. Sürekli dava haberleri okuyordum. Alışkındım ama duruşma salonuna gidip, aktaracak kadar değildim. Temmuz 2013’te, aralarında Mücella Yapıcı’nın da olduğu birçok kişi Gezi eylemleri nedeniyle gözaltına alınmıştı. Onların sorgu mahkemesi, takip ettiğim ilk duruşmaydı. Apolitik bir insan değildim ama karakola, adliyeye hiç yolum düşmemişti. Adliye kocaman bir yer. Her şey devasa. O günlerde orası keşfedilecek bir yer gibi geldi bana.
‘ADIM DURUŞMA ÖNCESİ SÜREKLİ KAVGA EDEN BİRİ OLARAK ÇIKTI’
Kitapta bir iş insanının cenaze törenini takip ettiğin bir günden bahsediyorsun. Kadın olduğun için arkalara gönderilmişsin. Erkek meslektaşlarının bu duruma tepki göstermediğini söylüyorsun. Şöyle anlatmışsın: “Arkaya geçtikten sonra Erdoğan ile göz göze geldik. Ayrımcılığa karşı koyamamıştım. Bakışlarımı Erdoğan’dan kaçırmayarak kendimce direndim. İçimden ‘Patlasanız da çatlasanız da buradayım” dedim.” Okuyucu seni tanımıyor ama bu satırları okurken dedim ki, “Bu Canan…” Adliyede de en çok sesi çıkan muhabirsin. Niye sürekli kavga ediyorsun Canan?
Kavgacı değilim. Duruşma öncesi sürekli kavga eden birine çıktı adım. Üstüme yapıştı. Yasaklamalar anlamsız geliyor. Gereksiz sınırlamalara gelemiyorum. Adliye koridorlarındaki bariyerler önceleri yoktu. Her yere girip çıkabiliyordum. Duruşma kapısının önünde bekleyebiliyorduk. Düşman değiliz, halkız biz. Buralar zaten bizim. Orada “Kanunlara göre duruşmalar alenidir, halka açıktır” dediğinde söylediklerin, anlatmaya çalıştığın kişiden uzay boşluğunda sekiyor. Bazen kendime, “gerek yoktu” dediğim oluyor.
'SİYASİ İKTİDAR, GAZETENİN ÜSTÜNE AŞAMA AŞAMA ÇÖKTÜ'
Yakın tarihte Cumhuriyet gazetesi nasıl bir süreç yaşadı, bilmeyen birine başlıklar halinde nasıl anlatılabilir?
Gazetenin hukuk bürosunda bugüne kadar Cumhuriyet’e açılan ceza ve hukuk davalarının el yazısıyla yazıldığı iki defter vardı. İlk kayıt 1991’e aitti. Sadece o defteri incelendiğinde Türkiye siyasi tarihinde iktidarların Cumhuriyet’e nasıl yaklaştığı görülüyor. 2014’ten sonraki süreç bu anlayışın devamı gibiydi. 17- 25 Aralık soruşturmaları döneminde Cumhuriyet, süreci aktarma görevini yerine getirdi. Soruşturmalar kapatılınca fatura yolsuzlukları duyuran gazetelere kesildi. Sadece Cumhuriyet’e değil; Evrensel, Birgün, o sıralarda Yurt Gazetesi…
Gazeteciler bu süreçte yazdıkları yazı ve haberler nedeniyle yargılanmaya devam ederken Paris’te Charlie Hebdo baskını oldu. (12 kişinin öldüğü Charlie Hebdo saldırısının ardından Cumhuriyet, derginin bu sayısından bir seçki yayımladı. Gazetenin iki köşe yazarı Hikmet Çetinkaya ile Ceyda Karan ise köşe yazılarında derginin Muhammed peygamber olduğu iddia edilen çizimli kapağını yayımlamıştı. F. G.) Çetinkaya ve Karan hakkında çizime köşe yazılarında yer verdikleri için soruşturma başlatıldı ve iddianame hazırlandı. İddianamede 1280 şikâyetçi vardı. Bu kişilerin arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan, kızları Sümeyye Erdoğan ile Esra Albayrak ve damadı Berat Albayrak, Erdoğan ailesinin ve 17-25 Aralık soruşturması şüphelilerinin avukatları da vardı. Şikâyetçi olarak intikam almaya çalışıyorlardı. Sonrasında o dönem Genel Yayın Yönetmeni olan Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül, MİT TIR'ları haberleri nedeniyle tutuklandı. Son dönemeçte darbe girişiminin ardından başlatılan operasyonla geçildi. Gazetenin tüm yönetim kadrosu tutuklanarak gazete susturulmaya çalışıldı. Operasyon tamamlandığında başta Orhan Erinç olmak üzere Cumhuriyet davasında yargılanan kişilerle yazar, çizer, editör, muhabir, avukat 50 kişi işten ayrıldı ve operasyon 'başarıya' ulaştı. Saydığım dört dönemeçte siyasi iktidar gazetenin üstüne aşama aşama çöktü.
‘CUMHURİYET FABRİKA AYARLARINA DÖNDÜ’
Gazete işgal edildi diyebilir miyiz?
Evet, gazetenin şimdiki yöneticilerinin de işbirliğiyle işgal edildi.
Bu nasıl oldu? Bir gazetenin içinden nasıl 'işbirlikçi' çıkabildi? Hatta Cumhuriyet Vakfı eski yöneticilerinden Alev Coşkun Cumhurbaşkanlığı’na ihbar mektubu dahi yazdı...
Şu an gazetenin yazı işlerindeki insanların çoğu uzun zamandır orada çalışan kişiler. Can Dündar dönemindeki yayınları beğenmeyenlerin bazıları daha iyi gazeteciliğin mümkün olduğunu düşünüyordu, bazıları da bu fikrin altına kişisel iktidar hırsını saklıyordu.
Şimdi öz, hakiki Cumhuriyet kadrosu mu gazetenin başında? Ya da ekip yine değişebilir mi? Gazete için öngörün nedir?
2013’ten Eylül 2018’e kadar olan dönem bir parantezdi aslında Cumhuriyet’in tarihine bakıldığında. Fabrika ayarlarına döndü şimdi. Başka bir parantez açılır mı bilinmez. 90’lı yılların başında da benzer bir yönetim çekişmesi olmuştu gazetede ama hiçbir zaman iş adliyeye taşınmamıştı. Tokalaşıp ayrılmıştı insanlar.
Charlie Hebdo seçkisi yayınlandığında da gazetenin içinde tepki oluştuğunu yazıyorsun kitapta.
Evet, gazete çalışanlarının böyle bir seçkinin yayımlanacağından haberi yoktu. Can güvenliği endişesi taşıyorlardı, bu nedenle tepki gösterenler de vardı.
Tepki gösterenler içinde sen var mıydın?
Hayır, Charlie Hebdo seçkisinin basılmasından rahatsız olmadım. Bu bir dayanışma örneğiydi. Madımak’ta olan şeye tepki gösteriyorsak buna da göstermeliydik.
‘EVİMİZİ KORUYORMUŞUZ GİBİ GAZETEDE BEKLEDİK’
Sonrasında ne yaşandı?
Seçkinin yayımladığı gün gazetenin önündeki cadde trafiğe kapatılmıştı. Öğlen saatlerine doğru çember sakallı insanlar gazetenin önüne geldi. Aczmendi tarikatı mensuplarına benziyorlardı. Korkulu gözlerle sokağı izliyorduk. Sonra yönetim toplantı yapmaya karar verdi. Yazı işlerinin bulunduğu katta toplandık. Herkes oradaydı. Can Dündar da gelmişti. “Cenaze evindeymişiz gibi yüzler görüyorum” dedi. Toplantıda olan herkes bu cümlesini hatırlar. İlk defa o gün görmüştüm gazetede. Gün içerisinde sosyal medyadan gazeteyi basma çağrısı yapıldı. Binadan ayrılmadık, bekledik. Gazetede çalışmaya başladığım günlerde “Cumhuriyet’te aile ortamının olduğu” konuşulurdu. Biz de o yüzden çıkmadık, sanki evimizi koruyormuşuz gibi. Gazetenin önündeki yolu ana caddeye bağlayan noktada bir güruh toplandı. Sokakta da zırhlı polis araçları vardı. Kalabalığın seslerini duyuyorduk. Sosyal medyadan fotoğraflarına bakıyorduk. İntikam almaya gelmiş gibi görünüyorlardı. Madımak olduğu sırada Divriği’de yaşıyorduk. 1. sınıftaydım. Sokağın başında bir cami vardı. O gün babam eve geldiğinde aklımda kalan “Caminin önünden otobüs kaldırıyorlar” cümlesiydi. Su dökmeye götürmüyorlardı elbette insanları. O günden sonra caminin önünden geçmedim, hep karşı kaldırımdan yürüyordum. Orası hep korku hissettiriyordu bana. Gazetede o korkuyu hissettim.
'MADIMAK'I YAKAN ZİHNİYET ADLİYEYDİ'
Ne slogan atıyorlardı?
“Kouachi kardeşler onurumuzdur” diye bağırıyorlardı. Şeriat yanlısı sloganlar atılıyordu.
Dava açıldı. O insanlar Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan’dan şikayetçi oldu. Adliyenin önünde Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya’nın kafalarından dövizler taşıyorlardı. Duruşma salonunda ise ipe sapa gelmez şeyler söylendi. “Cumhuriyet sadece devlet kurumlarında olan bir isim, bu gazeteden bu ismi alın” bile denildi. Herhangi yargılamada karşılığı olmayan talepler sıraladılar. Çetinkaya ve Karan’a hapis cezası verildiği hükmü açıklandığında salonda tekbirler atılmaya başlandı. Mahkemenin nizamından hâkim sorumludur ama hâkim Abdurrahman Orkun Dağ hiçbir şey söylemedi. Gerekçeli kararında da Madımak’ı örnek gösteriyordu. Madımak’ı yakan zihniyet adliyeydi. Gördüğüm ve hissettiğim buydu. Ürkütücü bir durumdu. Tepki gösteremedim. İkilemde kaldığım anlardan biridir.
Gerekçeli kararda yazan neydi?
Aziz Nesin’in sözleri nedeniyle Sivas’ta toplu hâlde harekete geçen insanların Madımak’ı galeyana gelerek ateşe verdiğini, bunu din için yapanların iyi niyetli olduklarına inandıklarını yazmıştı. Bunu söyleyen kişi basın davalarının hâkimiydi.
‘KÖTÜLÜK ODAĞINI BİLMENİN GEREKLİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM’
Kitapta Sözcü Davası, Altanlar/ Nazlı Ilıcak Davası, Barış Akademisyenleri Davaları gibi pek çok davanın seyrinden bahsediyorsun. Savcı ve hâkim adları veriyorsun. İleride bundan dolayı ceza alabileceğini düşündün mü?
Hukuksuzluk, adaletsizlik yapan insanları bilmeliyiz. AKP-Gülen cemaati ortaklığı sırasında hukuksuz işler yapan hâkim ve savcıların birçoğu ihraç edildi. Biz bu insanları isim isim biliyorsak, o dönem gazetecilerin bu isimleri hiç korkmadan yazmasından dolayıdır. Kötülük odağını bilmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Suç işlemedim, onların yaptığı işleri anlattım yalnızca.
Çağlayan Adliyesi'nde kaç savcı, hâkim var? Ülkenin adalet topografyasını çıkarmaya çalışsak… Kaçı hakkaniyetli bir şekilde görevini sürdürüyor?
İstanbul’da 37 tane ağır ceza mahkemesi var. 37 çarpı 3 desek, ki bazı mahkemelerin ikinci heyetleri de var. Yüzlerce hâkim ve savcı var. Bunların hepsi de kötülük için mi bir araya gelmiş? Elbette değil. Mesleğini hakkıyla yapan hâkim ve savcılar da vardı. Mesele tanıdığım bir hâkim vardı. “Alevi hâkim” olarak tanındı.
Erdoğan’ın Sadullah Ergin’le yaptığı telefon görüşmesinde adı geçen hâkimden bahsediyorsun.
Evet, o sıralarda 17- 25 Aralık soruşturmasından telefon tapeleri Twitter’da yayınlanıyordu. Erdoğan ile dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin arasındaki telefon konuşmasında adı geçmişti. Konu, Aydın Doğan’ın Sermaye Piyasası Kanunu’na muhalefet suçundan yargılandığı davaydı. Erdoğan, Doğan’ın mahkûm olması gerektiğini söylüyordu. Ergin de Erdoğan’a davanın hâkimi Abuzer Kara’nın Alevi olduğunu ve gerekli hassasiyetleri sağlayacağını söylüyordu. Abuzer Kara, İstanbul Adliyesi’nde görevliydi. “Aynı yerde çalışıyoruz. Neden gidip görmeyeyeyim?” diye düşündüm. Hem davanın akıbetini hem de “Sizden Alevi hâkim diye bahsediyorlar, ne hissediyorsunuz” diye sormak için yanına gittim.
‘MESLEĞİNİ HAKKIYLA SÜRDÜREN HAKİMLER SÜRÜLDÜ’
Hem gazetecilik refleksi hem de etnik aidiyetinden kaynaklı gitmiş olabilir misin?
Evet, olabilir. İçeri girer girmez güler yüzle karşıladı. “Sizden, Alevi hâkim diye bahsediyorlar, ne diyorsunuz?” diye sorunca “İnsan olmak daha önemli” diye cevapladı ve o bahsi kapattı. Bir daha o konu üzerine hiç konuşmadık. Sonrasında yanına hâl hatır sormaya gittim. Sonra oğlu Cumhuriyet’te staj yaptı. Oğlunun yeni insanlarla tanışmasını istemişti. Ardından Ordu’ya sürüldü. Üzerinden çok geçmeden kalp krizi geçirdi ve yaşamını yitirdi. Mesleğini hakkıyla yapanlar Abuzer Kara ile sınırlı değildi elbette. Mesleğini hakkaniyetle sürdüren hâkimler var. Anadolu Adliyesi’nde Nuh Hüseyin Köse vardı örneğin. Sonra Kayseri’ye sürdüler. ‘’Yargının örgütlenme özgürlüğü, Türkiye deneyimi” adında bir kitap yazmıştı. Sürülenlerin çoğu Yargıçlar Sendikası üyesiydi. Bazıları ise Cumhuriyet’e Charlie Hebdo zamanında geçmiş olsun demek için gelen insanlardı. Bu durum nedeniyle Akit Gazetesi hedef gösterdi onları ve haklarında inceleme başlatıldı.
“Of the record” (kayıt dışı) sohbet ettiğin hâkimler oldu mu?
Geçtiğimiz günlerde 25 yıldır görev yapan bir hâkimle konuştum Çağlayan’da. Bir iddia duymuştum o yüzden gitmiştim yanına. İddia şuydu: Çoğunluğunu AKP ve MHP’nin belirlediği Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun atadığı hâkimler, kötü bir kararın altında imzalarının bulunmasını istemediğinden İstanbul Adliyesi’nden gitmek istiyor. Görüşmeye gittiğim hâkime Çağlayan Adliyesi’nde görev yapmanın nasıl bir şey olduğunu sordum. Şöyle dedi: “Adliyeye girdiğim anda üstümde büyük bir baskı hissediyorum. Çünkü burada hiç verilmeyecek kararlar verildi. Cumhurbaşkanına hakaret davasında tutuksuz olarak yargılanan bir sanığı kendi ayağıyla geldiği duruşmada tutukladı bir hâkim. Çünkü ‘Ben yapmasan, başkası yapacak’ diye düşünüyor.”
Hâkim ve savcıların yemek yediği adliyenin 10’uncu katındaki yemekhanedeki atmosferi sorduğumda “Orada yaptığımız hemen her konuşma Ankara’ya gidiyor. MİT’in görevlendirdiği hâkimler olduğu söyleniyor ama bu yeni bir şey değil. Önceden beri süregelen bir uygulama” demişti. Bıkmıştı. Emekli olup, bir an önce meslekten uzaklaşmak istiyordu.
‘SAYMADIM AMA 10’A YAKIN DAVA AÇILDI’
Havuz medyası diye tabir edilen mecralarda çalışan adliye muhabirlerinin hâkimlerle ilişkisi nasıl?
Sabah Gazetesi, Anadolu Ajansı… Tüm bilgiler onlara servis edilir. Sonrasında biz arkalarından nal toplarız, başka detaylara ulaşmaya çalışırız. Mesela İrfan Fidan. İstanbul Başsavcısı. 17- 25 Aralık döneminde düz savcıydı. Sonrasında 17- 25 Aralık soruşturmasını devralan savcı oldu. Soruşturmaya takipsizlik kararı verdikten sonra İrfan Fidan’ın önlenemez yükselişi başladı. Bilgi kaynağı olarak başvurabileceğimiz kişilerden değildi İrfan Fidan. Çünkü onun kapısı sadece iktidar medyasında çalışan bazı muhabirlere açıktı.
Kaç dava açıldı sana? Süren kaç davan var?
Süren bir tane davam var. Açıkçası saymadım ama 10’a yakındır herhalde. Hepsi haberlerim sebebiyle açılan davalar.
Misal…
17- 25 Aralık’ta açılan dava ilkti. Bilal Erdoğan şikayetçiydi. Ondan beraat ettim. “Soğandan da MİT Çıktı” başlığıyla bir haberim yayımlandı. Soğan kamuflajıyla IŞİD’e bomba yapımında kullanılan malzemelerin sevkıyatına ilişkin bir iddianame ile ilgiliydi. Gözaltında işkenceye uğrayan bir Kürt gencini yazmıştım. Ona da dava açılmıştı. Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve Halkın Hukuk Bürosu (HHB) avukatlarının tutuklanmalarına gerekçe gösterilen, bir itirafçının ifadelerini yazmamdan dolayı gizli tanığı ifşa ettiğim gerekçesiyle dava açıldı. Oysa gizli tanık zaten iktidar medyası tarafından ifşa edilmişti.
Yaşın kadar yargılandığın dava hangisiydi?
Hâkim ve savcıların Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın Başakşehir’deki lüks konutlarına indirimli bir şekilde sahip olduğunu yazdığım haberdi. Haberde ismi geçen 10 hâkim ve savcı müşteki olarak iddianamedeydi. Hepsi için ayrı ayrı cezalandırılmam isteniyordu. Böyle olunca da 23 yıla kadar hapsim istenmişti. İddianameyi hazırlayan savcı Umut Tepe ile savcılığın kaleminde karşılaştık sonra. Davayı anımsattığımda gülerek, “Ondan bir şey olmaz ya” demişti. Yürüttüğü soruşturma için bunu söyledi. Bu kadar eminsen, niye açtın davayı? Bu absürtlük karşısında bir şey diyemedim.
“Bunlara değiyor” dediğin anlar oldu mu?
ÇHD/HHB davasından bir anım var. O sırada tutuklu olan avukat Ahmet Mandacı’yla ilgili Cumhuriyet’te bir haber yazmıştım. O da itirafçı tanık ifadesiyle tutuklanmıştı. Sonrasında tanığın ifadelerinin çelişkileri ortaya çıkmıştı. Mandacı, savunmasını yaparken sözlerine bana açılan davayla başladı. “Bilmiyorum, belki duruşma salonundadır. Avukatı olabilirim. Onun nezdinde gazetecilik yapanlara selam olsun” demişti. Çok mutlu olmuştum.
‘HAKİMLER, STAJ DÖNEMİNDE BİR GÜN CEZAEVİNDE TUTULMALI’
Türkiye’de insan hakları temelli bir hukuk sistemi mümkün mü sence?
Bu yasalarla mümkün değil. Yasaların insan haklarını öncelediğini düşünmüyorum. Meslektaşım Tunca Öğreten’le hapisten çıktıktan sonra röportaj yapmıştım. Tunca, “Hâkimlerin tutuklama kararını bu kadar bol keseden vermemesi için onları staj döneminde bir gün cezaevinde tutan bir uygulama olmalı” demişti. Tıpkı cezaevine atılan insanların koşullarında bir gün geçirmeliler. Hâkimlerin ve savcıların hukuksuzluklarına iştirak eden gazetecilerin de toplum vicdanında yargılanmaları gerek.
Kim mesela?
Mesela Mehmet Baransu. Gazeteciliğini tartışsak da Mehmet Baransu 4 yıl 4 aydır cezaevinde.
“Toplum vicdanında yargılanmaları gerek” derken ne kast ediyorsun?
Bir daha yazdıklarına itibar edilmemesinden bahsediyorum. Bence bu bir gazeteci için en büyük ceza.
‘İNSAN HAKLARI DİYORUZ, MUHALİF İNSAN HAKLARI DEMİYORUZ’
Kitapta kimi gazetecilerin duruşmasındaki yalnızlığı anlattığın yerler var. Örneğin Nazlı Ilıcak… Bu yalnızlığı anlatırken insanların ideolojisine ya da gazetecilik faaliyetini ne amaçla kullandığına şerh düşmüyorsun.
Bir insan hukuksuzluğa uğruyorsa onun ideolojisine bakmamak gerekli. “İnsan hakları” diyoruz, “muhalif insan hakları” demiyoruz. İnsanı, insan yapan haklar bunlar. Ahmet Altan, Balyoz döneminden dolayı sevilmiyor olabilir. “Sen böyle yazdın ve bu yüzden cezaevinde ölmek zorundasın” demenin vicdanda bir yeri yok. Onu yargılayacak olan mahkemeler değil, halktır. Yapayalnız olanlar var. Baransu bunlardan biri. Halk nezdinde zaten yargılandı. Cezaevinden çıktığında yazmaya devam ederse kimse onun yazdıklarına itibar etmeyecek.
Kitabın son cümlelerinde biri: “Saydığım nedenlerden ötürü bu çalışma, aslında sıradaki hukuksuzluklar için bir virgül.” Ne için virgül?
Umutsuzluk değil, durum tespiti diyebiliriz. Kitap özellikle AKP- Gülen ortaklığının bitmesinden sonra Gülen cemaatinin yargıdan tasfiyesini konu alıyor. Öncesinde AKP- Gülen ortaklığı döneminde yaşatılan hukuksuzluklar var. O dönemde de gazeteciler yargılandı. Sicili bu kadar bozuk bir hukuk sisteminin bu şekilde devam etmesinin umut verici bir yanı yok. Kısa bir süre önce “Yargı Reformu Strateji Belgesi” açıklandı ve bu belge gazetecilerin, siyasetçilerin, akademisyenlerin cezaevinde haksız bir şekilde tutulduğunu tespit ediyor. Bu kişilerin bir saniye bile içeride kalmamaları gerekirken hâlâ “Yasa tasarısı meclise gelecek mi, gelmeyecek mi” diye bekliyoruz. İktidar eliyle hukuksuzluk sürdürülüyor hâlâ.