Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
Adnan Yücel ile ilk karşılaşmamızdan bu yana kırk yıl geçti. Geriye dönüp baktığımda, bizim kuşağın, şiiri bir zorunluluk olarak, geri dönülmezcesine atılmış bir adım olarak yazdığını görüyorum. Adnan Yücel, şiirini toplumu, dünyayı değiştirme arzusunu gerçekleştireceği bir dil olarak görüp şiirine aynı arzuyu taşıyan kitleleri cesaretlendirme görevi yüklüyordu...
1976’da, Adana’dan Ankara’ya üniversite öğrencisi olarak geldiğimde karşılaştık, Adnan Yücel’le. Bir lisede edebiyat öğretmeniydi. Daha sonraki yıllarda onun evindeki aile bireylerinden biri gibi olacağım zamanların başlangıcında, hiç unutmam, o yıllarda yayınlanan, oldukça politik bir kültür-sanat dergisi olan “Yapıt” dergisinin “ofis-ev” inde ilk kez karşılaştık. Ben şiirlerimi dergilere göndermeye henüz cesaret edemezken, şiirlerini pek beğenmediğim bir kişinin şiirlerinin çok önemsediğim Yapıt dergisinde yayınlanması beni çok kızdırmıştı. Bir gün Yapıt dergisinin adresini buldum. Yenimahalle’de bir evdi. Bir adam içeride merdivene çıkmış, boya yapıyordu. Derginin sahibi olan Kutluay Şakar’ı sordum. “Benim” dedi, elindeki boya damlayan fırçayla aşağı bakarak. Ben biraz şaşkın, o beğenmediğim şiirleri niçin yayınladıklarını sordum. Bana daha dikkatle bakarak ve merdivenden aşağı doğru biraz daha eğilerek, “sen daha iyisini yaz!” dedi. Ben de, “yazarım!” dedim. Yapıt dergisinin yazı kurulu üyesi olmaya kadar gidecek ilişkimiz böyle başladı. O dergide birçok şiir ve yazı yayınladım. Bir hafta sonu gittiğimde, Adnan Yücel olduğunu öğrendiğim (adını dergide çıkan şiirlerden biliyordum) bir kişi, o yıllarda çok popüler olan Hasan Hüseyin, tiyatrocu Metin Bilgin de oradaydı. Kutluay Şakar beni onlarla tanıştırdı. Akşam, Ankara’nın entelektüel tarihinde önemli yeri olan “ Tavukçu Meyhanesi” ne gittik. Harika bir gece yaşadık. Hasan Hüseyin müthiş enerji dolu, espritüel (mizah kitapları da vardı) bir adamdı. İlerleyen zamanlarda sıkı dost olacaktık. Adnan Yücel henüz kitap çıkarmamış, o günün dergilerinde şiirler yayınlıyordu. Kardeş gibi olmuştuk. Ben üniversite öğrencisiydim ve haftada ik-üç gün Adnan’lara uğrar, yemek yerdim. Bazen yatılı kalırdım. Eşi Ayşe nefis pirinç pilavı yapardı ve ben çok severdim. Ben geldiğim zamanlar mutlaka yapardı. “Taylan” adında, 6-7 yaşlarında, melek gibi bir oğulları vardı. Bir gün Taylan evin önündeki caddede oynarken, onu bir otomobilin çarpması sonucu kaybettik. Belki de bu acı olay, sonraki yıllarda savrulacak olan ilişkilerinin kıvılcımı oldu.
İlk şiir kitaplarımızı yayınlamak istiyorduk. Adnan ilk şiirlerini, “Kavgalara Sözlenen Sevda” adlı bir kitapta topladı. Hangi yayınevinden çıktığını hatırlamıyorum. Kitabın arkasına Adnan’ın fotoğrafını koymak için, fotoğraf çektirmek üzere Kızılay’daki bir fotoğrafçıya gitmiştik. Fotoğrafçıya, vesikalıktan farklı olması gerektiğini, kitabın arkasında yer alacağını söylemiştik. O da aşırı artistik pozlar verdiriyordu ama ben müdahale ediyordum. Sonunda burada yer alan fotoğrafı çekti. Adnan, fotoğrafları aldığımızda, birinin arkasını benim için imzaladı.
Bir gün hepimizi savuracak olan 12 Eylül darbesi geldi. Hüzünlü, tedirgin, karanlık ve usul sesli günler geçip gidiyor ve biz yine şiir yazıyorduk. Kitap bastırmak, özellikle şiir kitabı bastırmak çok zordu. Dergi çıkarmak için valilikten izin almak gerekiyordu. Onlar da zaten izin vermiyorlardı. O yıllarda İstanbul’da YAZKO adında bir yazar kooperatifi kurulmuştu. Basım zorluklarını aşmak için iyi bir yoldu. Biz de Ankara’da, birkaç şair-yazar arkadaşla AYKO’yu (Ankara Yayın Üretim Kooperatifi) kurmuştuk. Kendi kitaplarımızı basmakta acele etmeme, önce okuru çekecek, yerli-yabancı bilinen yazarların kitaplarını yayımlama, süreç içerisinde, arada bir kendi kitabımızı yayınlama konusunda anlaşmıştık. Ama bir gün, AYKO’nun ofisine gittiğimde, o da ne, Adnan’ın elinde “Soframda Kaval Sesi”adlı bir kitap gördüm. Üstünde AYKO yazıyordu. Bize haber vermeden, kendi kitabını bastırmıştı. Ben bu duruma epey bozulmuş ve kızmıştım. Adnan heyecanına yenilerek, bizden habersiz, kendi kitabını bastırmıştı. Bu durum, benim AYKO’dan ayrılmama neden oldu. Çok üzgündüm.
Aynı yıllarda, Ankara’da bir grup şair-yazar da “Dayanışma” kooperatifini kurmuşlardı. O kooperatifin başkanı Ahmet Say’dı ve sekreteryasını ise Ahmet Telli yürütüyordu. Bir gün Ahmet Telli ile karşılaştık. AYKO’dan ayrıldığımı söyledim. Üzgün olduğumu görünce, “getir kitabını Dayanışma’dan basalım” dedi. Hiç unutmam, o dakikalarda “Su Çürüdü” adlı kitabı yeni çıkmıştı ve matbaadan henüz aldığı dört-beş kitaptan birini ilk bana imzalamıştı. Kitabımın Dayanışma’dan çıkmasını isterdim ama AYKO’dan ayrılıp oraya gitmiş olmam, belki tutarsızlık olarak görülebilirdi. Bu nedenle Telli’nin güzel önerisini istemeye istemeye geri çevirdim.
İlerleyen yıllarda Adnan, Ankara Üniversitesi’nde devam ettiği yüksek lisans programını tamamlamış, Adana’ya, Çukurova Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak gitmişti. Şiir kitapları yaygın olarak bir kitle tarafından okunuyordu. Muhalif, yüksek sesli bir şiiri vardı. Zaman zaman genel, soyut ve bir slogan havasına bürünse de kendine özgü bir ses oluşturmuştu. Şehirlerimizin de değişmesiyle, artık çok seyrek karşılaşır olmuştuk. Zaten şiir anlayışımız da epey farklılaşmıştı. Yaşamının sonlarına doğru Adana’da karşılaştık. Onu elimizden alan insafsız hastalığa yakalanmıştı. Gençti ve yazacak çok şiiri vardı daha. Ama bir gün, kaderin buna izin vermediğini öğrendim.
'AŞKIN DİLİ ŞİİRDİR'
Adnan Yücel ile ilk karşılaşmamızdan bu yana kırk yıl geçti. Geriye dönüp baktığımda, bizim kuşağın, şiiri bir zorunluluk olarak, geri dönülmezcesine atılmış bir adım olarak yazdığını görüyorum. İster bireysel olsun (80’li yıllarda pek bireysel olacak halimiz yoktu), ister toplumsal olsun şiiri bir varoluş sorunu olarak görüyorduk. Belki de haklıydık. O yıllarda şiirin toplumda yaygın olarak karşılığı vardı. Benim 1984’de yayınlanan “Bir Afişin Önünde” adlı kitabım, Cumhuriyet gazetesinin “çok satanlar listesi” nde yer almıştı. Adnan Yücel, şiirini toplumu, dünyayı değiştirme arzusunu gerçekleştireceği bir dil olarak görüyordu. Üstelik şiirine aynı arzuyu taşıyan kitleleri cesaretlendirme görevi yüklüyordu. Lirik-politik, belki biraz de devrimci romantik şiirler yazıyordu. O yıllarda sık görüştüğümüz, birlikte kafaları süslediğimiz, sıcak politik atmosferin üstümüzde oluşturduğu öfkeyi birlikte yatıştırdığımız Hasan Hüseyin’in şiiri, Adnan’ı ve beni etkiliyordu. Ben bu etkiyi kısa sürede aşabildim ama Adnan bir süre daha bu etkide kaldı. Fırtına, çağlayan, şimşek, yıldırım, sağanak, yangın, kalabalık, okyanus gibi duygu şiddeti yüksek sözcüklerle şiir yazdı daha çok. Kitlesel hazır duyarlılığı onaylayan bir sesi tercih etti. Karşılığını da buldu. Bugün alanlarda ezbere okunan şiirleri, onun devrimci arzusunun da karşılığı olduğunu gösteriyor. Evet, aşkın dili şiirdir. Yeryüzü aşkın yüzü olacaksa, buna giden yol da şiirin taşlarıyla döşenecek. İşte Adnan Yücel kısa ama fırtınalı geçen ömründe, bu taşları döşemeyi bildi.