Şair ile Kurtarıcı: Hart Crane ile Wittgenstein
Şiirin ana işlevlerinden biri dilsel evrimdir. Hart Crane bilimsel veya direkt felsefi bilgi üretmiyor olabilir ama Wittgenstein’ın susulmasını öğütlediği o muğlak noktada çok rahat gezindiği bir gerçek. Bunu yaparken Crane şiiriyle, ‘Dünyanın dışında yatan anlamı’nı buraya, sınırın içine getiriyor ve bizim de bunu sezmemizi sağlıyor.
Roman Karavadi
Wittgenstein, ’Fincanın kulbunu, fincanın kusuru sandık’ diyerek itirafta bulunuyor; Analitik Felsefeciler’in dilin muğlaklığıyla ilgili mesafeli duruşu hakkında. Dilin muğlaklığı, dilin olanaklarından gelir çünkü; keşfedilmemiş topraklarından. Her sınır aşılmayı bekler ve aşıldıktan sonra da yeni bir sınır ötesi keşfe bırakır bilinci; bu sonsuza dek böyle sürüp gidebilir. Dilin muğlaklığı denildiğinde aklıma ilk gelen şairlerden (sınır bilimcilerden) biridir Hart Crane. Queer Teori tarafından da sahiplenilen cinsiyetsiz dili; gündelik ve çağdaş olan ile sınırın keşfedilmemiş tarafında olanı, şaşırtıcı bir şekilde, kafiyeli bir yapıda birleştirir. Bu yüzden Crane, Amerikan Edebiyatı’nda bir peygamber figürü olarak görülür. İlginç bir şekilde de İsa’nın öldüğü yaş olan 33 yaşında, yaptığı yolculuk sırasında gemiden Antil Denizi’ne atlayarak yaşamına son vermiştir. 21 Temmuz 1889’da Ohio Eyaleti’nde doğan Crane’nin biyografisinde sorunlu çocukluk, mutsuz evlilik, yoğun ve hızlı bir hayat, yoksulluk ve yoksunluk, ağır depresyon gibi pek çok ‘klişe ama gerçek’ mevcut. Şairin hayatını açıklamak bir yana, alttan alta şairin melankolisini (yani sözde sorunlu kişiliğini) ve ölümünü haklı çıkarmaya alet olan bu tarz biyografik bilgilere uzun uzun yer vermeyeceğim yazımda. Yine de kısaca özetlemem gerekirse kendisi siyah bir kuğudur; bize bahşettiği ölümcül ve ateşli dansıyla birçoğumuzu güzelliğiyle hayrete düşürür.
Wittgeinstein, ‘Tractatus Logico–Philosophicus’ isimli yapıtının önsözünde, felsefe sorunlarının kaynağının ‘dilin mantığının yanlış anlaşılması'ndan kaynakladığını söyleyerek ‘düşüncenin dile getirilişi’ne bir sınır çekmek ister. Sınırın öte tarafında kalanın düpedüz saçma olduğunu iddia edip, kitabın sonunda da yer alan ünlü aforizmayla ‘konuşulamayan hakkında susulması gerektiği’ni söyler. Filozofa göre dil, dünyamızı resmeder ve dilimizin sınırları dünyamızın da sınırlarıdır. Peki dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıyla örtüşüyorsa geriye kalan/ konuşamadığımız için susmamız gereken şey nedir? Üzerine konuşma olanağımız veya yeteneğimiz olmayan şey nedir? Dilin sürekli bir evrimi varsa ‘üzerine konuşulamayan, yetimizin olmadığı şey’e uzanıp aşılmaz mı bu sınırlar? Şiir dilini, dildeki bu öncü evrimsel dalgaya yerleştirmek mümkün mü? Benim için şiirin ana işlevlerinden biri tam olarak bu’dur; dilsel evrim. Hart Crane bilimsel veya direkt felsefi bilgi üretmiyor olabilir ama Wittgenstein’ın susulmasını öğütlediği o muğlak noktada çok rahat gezindiği bir gerçek. Bunu yaparken Crane şiiriyle, ‘Dünyanın dışında yatan anlamı’nı buraya, sınırın içine getiriyor ve bizim de bunu sezmemizi sağlıyor.
Hart Crane aslında ‘tercüme edilemez’ denilen şairlerden. Bu söylemin nedeni, her dili kendi içinde bir yapı olarak görmek ve o yapıda var olan bir kelimenin diğer tüm kelimelerle olan bağlantılarıyla anlamlı olduğunu iddia eden görüştür. Normal bir durumda bile bu böyleyken; Hart Crane gibi bilinçaltından konuşan, şiirinde kullandığı kelimelerin diğer tüm yan anlamları da birbiriyle bağlantı içinde olan birini çevirmek cehennem azabı ya da dilin dehlizlerinde haz dolu bir kayboluş macerası yaşatabilir. Crane’nin tek bir dörtlüğünü, dörtlükte yer alan tüm kelimeleri ve anlamları aynı anda değiştirerek bir çok kere çevirebilirsiniz.
Tractatus’da Wittgenstein: 'Asıl gizemli olanın dünyanın nasıl olduğu değil, olduğudur' der. Aşağıdaki satırlarda yer alan, hem sizlerle paylaşmak hem de dilin dehlizlerinde haz dolu bir maceraya çıkmak için çevirdiğim Crane’in ‘from The Bridge: To Brooklyn Bridge’ isimli şiirinde de söz konusu olan böyle bir olmaklıktır. Brooklyn Köprüsü’nün nasıl olduğunu değil; mimari planın, matematiksel hesaplarının, işlevlerinin nasıl olduğunu değil; sadece olduğunu. Bir köprünün sınırların ötesinden, saçma bulunan/ konuşulamayan alandan gelerek önce bilince daha sonra da öz bilince erişip kendiyle ilgili şiir yazdığını düşünün; işte böyle bir şiir, şüphesiz, Crane’nin Brooklyn Köprüsü’ne çok benzerdi.
BROOKLYN KÖPRÜSÜN’DEN: BROOKLYN KÖPRÜSÜ'NE
Kaç alacakaranlık ürperir dalgalı uykusunda,
Martı kanatlarının dalması ve döndürmesiyle
Kargaşanın beyaz halkalarını, yüksek yapı
Boyunca zincirlenir özgürlük sularının.
Sonra kutsal bir kıvrılışla, bırakır gözlerimizi,
Görünür görünmez yiten yelkenler gibi.
Bazı siluetler dosyalanıp rafa kaldırılır,
Bugüne getirene kadar bizi asansörler.
Sinemaları düşünürüm panoramik aldatmaca,
Katmanlarıyla kıvrılır çakan görüntüye.
Hiç keşfedilmemiş, ama hep aceleye getirilmiş,
Başka gözlere de aynı sahnede kehanet edilmiş.
Ve sen! Limanın karşısında, gümüş basamaklarını
Güneşin adımlayarak çıktığı sen!
Adımındaki hiç devinmemiş kımıltıda,
Senin! Özgürlüğün duruyor alttan alta.
Kimi metro duraklarının, girişlerinin, tünellerinin dışında,
Tırlatmış biri koşar senin korkuluklarına.
Bir an eğilir korkuluklarından, beyaz gömleği rüzgarla dolar,
Sonra bir ifade düşer suskun konvoydan.
Aşağı duvar, kirişlerinden sokağa öğlen uzanır.
Düşmüş dişi gökyüzünün asiletisinin.
Bütün öğle sonrası iskeleye uçan bulut döner,
Halatların hala Kuzey Atlantik’i solur.
Ve yahudi cenneti kadar muğlak
Senin mükafatın…Onurlandırır seni, bağışlar sana.
Bilinmezliği aşılamayan zamanın:
Yankılanır tecili ve özrünü sunar.
Ey arp ve mihrabın kaynaşan hiddeti,
( Katışıksız meşakkat nasıl dizmiş tınlayan tellerini! )
Peygamberin vaadinin muhteşem eşiği,
Kölenin duası ve aşığın feryadı.
Yeniden, trafik ışıkları hızlıca akar.
Bölünemez anlam, kusursuz iç çekişi yıldızların
Yolunu döşer—ebediyet yoğunlaşır:
Ve görürüz gecenin yükseldiğini ince kollarında.
İskelenin yanında, gölgen altında bekledim,
Sadece karanlıkta görünür, senin gölgen.
Şehrin parıltılı parselleri tamamen söner,
Çoktan kar altında kalır, koca bir demir yılı.
Ey altındaki ırmak kadar uykusuz, sen!
Denizi kemerleyen, rüyası çayırların,
En dipten yükselen üstümüze, bazen alçalan,
Ve kıvrımlarıyla bir miti tanrıya ödünç veren.
Çeviri: Roman Karavadi