'Cennet'ten kovulmak: İmrozlu Rumların hikâyesi
Konca Altan'ın kaleminden Rüyaların Öldüğü Ada kitabı İletişim Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı. Altan kitapta, Madam Maria’nın ağzından, hüzünlü bir tarih ve acı tatlı insan hikâyeleri anlatıyor.
Müjde Bayındır
İletişim Yayınları’ndan çıkan Rüyaların Öldüğü Ada, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ve 6-7 Eylül Olayları ile sızısını çok iyi duyumsadığımız, son derece kişisel ve bir o kadar da evrensel bir hikâyeyi anlatıyor bizlere.
Yoğun bir kekik kokusu, birkaç zeytin dalı… Ege Denizi’nin huzurlu adası İmroz (Gökçeada) güzel doğası, barışçıl havası ve hüzünlü geçmişiyle selamlıyor bizi. 1923 yılında gerçekleşen Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinden muaf tutulan birkaç yerden biri İmroz. Muafiyet ada, orada yaşayan halklar için başlarda olumlu bir portre çizse de, yukarıdan belirlenen politikalar adanın matematiğini ve yerel dengelerini hayli değiştiriyor. İkinci Dünya Savaşı’nı dibinde hissedip uzaktan atlatmayı başaran İmroz’un, 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da gerçekleşen yağma ve yıkımın psikolojik etkilerini kolayca atlattığını söylemek ise güç. Barışçıl havanın ciddi bir şekilde bozulması ve başlayan korku iklimi de, başta Yunanistan olmak üzere dünyanın dört bir tarafına göçlerin hızlanmasına sebebiyet veriyor.
Yaşadıkları cennet gibi coğrafyanın da etkisiyle, İmrozlular umutlarını ve cesaretlerini tekrar toplamayı başarıyorlar başarmasına, ama bu kez de gerginleşen Kıbrıs politikaları neticesinde adanın tüm yerel dinamikleri altüst oluyor. 1964’te yürürlüğe giren bir yasayla Rumca eğitim veren okulların kapatılması, anadilde eğitim hakkına da ciddi bir darbe vuruyor. Sonrası ise çorap söküğü gibi… Adanın yasak bölge ilan edilmesi, yarı açık bir cezaevi açılması, adaya farklı coğrafyalardan ailelerin yerleştirilmesi, Rumların milli bayramlarını kutlayamamaları, toprakların istimlak edilmesi, Rumca isimlerin Türkçeleştirilmesi ve nihayetinde göçlerin yaşandığı acı dolu yıllar silsilesi... İmroz’un nasıl Gökçeada haline getirildiği çıplak gözle bile adım adım izlenip gözlenebilir.
Günümüzde “kontrol edilebilir” durumda olan adanın, yerel yaşantıyı bilmeyen devlet politikaları ile özünü yitirdiği söylenebilir. Bu noktada otonomcu yaklaşımların ne kadar elzem olduğunu bir kere daha hatırlayabiliriz. Çevresiyle nispeten kopuk ama kendi içerisinde mutlu ve huzur içerisinde yaşayan İmrozluların isteği böylesine savrulmak değildi şüphesiz. Kendi cennetlerini yaşayan ve ihtiyaçlarını yaşadığı yerden büyük ölçüde karşılayabilen bu insanlar, sebebini tam çözemedikleri şekilde “cennetten kovulduklarını” hissediyorlar. Ada, üzerinde nicedir yaşayan insanların kendi haklarını kendilerinin tayin edebileceği bir sisteme sahip olabilseydi, bunca acı olayın yaşanması engellenmiş olurdu kuşkusuz.
'İSTANBUL'DA RUM, ATİNA'DA TÜRK'
Yukarıda anlattığımız süreç yaşanırken İmrozluların, eski güzel günlerin tekrar geleceği beklentisiyle yaşamlarını sürdürmeleri ve İstanbul ile Atina’da yaşayan diğer tanıdıklarıyla iletişime geçmeleri süreci de onlar için pek umutlu olmuyor; zira İstanbul ve Atina’daki yakınlarının durumları da pek parlak değil. Şehir yaşamı içinde hayatta kalmaya çalışmak gibi daha öncesinde ihtiyaç duymadıkları birçok farklı şeyi deneyimlemek zorunda kalıyorlar. Daha önce yapmadıkları şekilde yaşamaya ve çalışmaya çabalamaları da, adalıların “yertsiz yurtsuz kaldıkları” inancını iyice perçinliyor. Üstelik 21. yüzyılın ulus-devlet modeli ve modelin oluşturduğu sosyolojik yapı, onların her zaman ayrıksı davranışlara maruz kalıp “öteki” olarak görüldüklerini yüzlerine çarpıyor. İstanbul’da Rum, Atina’da Türk… Hiçbir zaman tam olarak kabullenilmemek, hep azınlık kalmak… Oysa ki onlar adalarında zaten huzurlu ve mutlu idiler, sınırlar ve politikalardı onları yurtlarından eden.
İşlediği toprağı istimlak edilen, anadilinde okuyabileceği okulu ortadan kaldırılan, bayramlarını kutlayamayan, “yağma var” mantığıyla adaya gelenlerin işlediği suçlar yüzünden güvenlik sorunu başlayan bu insanların adeta zorunlu bir göçe tabi tutuldukları söylenebilir. Adadan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra “bir gün mutlaka” geri döneceğini hayal eden birçok İmrozlu'nun ne yazık ki çok az bir kısmı bunu gerçekleştirebiliyor. Akrabalarının, tanıdıklarının yanına başka ülkelere ve şehirlere göç edenlerin ardından bir ölüm sessizliği sarıyor adayı. Sadece yaşlıların kaldığı, onların da umutlarını yitirdiği o zor zamanlarda, söz konusu “Eritme Programı”nın ne yazık ki başarıya ulaştığını söylemek mümkün.
Turist olarak gidip Gökçeada’ya âşık olan ve oraya yerleşmeye karar veren Konca Altan’ın, komşusu Madam Maria’nın hikâyesini dinleyerek romanlaştırdığı Rüyaların Öldüğü Ada, yaşananları insancıl, objektif ve duygu sömürüsüne, ajitasyona başvurmadan anlatan, kıymetli bir kitap... Odakta Maria ve ailesi yer alsa da, akrabaları ve ada halkının hayatları üzerinden Rumların yaşadıklarını ve hüzünlü bir yakın geçmiş tarihini öğrenmek mümkün. İmparatorlukların yıkılıp yerlerini ulus-devletlerin almaya başladığı 1. Dünya Savaşı sonrasında, siyasi olduğu kadar sosyolojik anlamda da yaşanan büyük değişimlerin İmroz üzerindeki etkilerini içten bir anlatımla okuyabilirsiniz.
Rüyaların Öldüğü Ada, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ve 6-7 Eylül Olayları ile sızısını çok iyi duyumsadığımız, son derece kişisel ve bir o kadar da evrensel bir hikayeyi anlatıyor bizlere.