Çarpık ama çarpıcı: Yeraltı edebiyatı üzerine kısa bir değerlendirme

Yeraltı edebiyatı, 80’li yılların kaotik ortamında, karakter aşınmasının ve postmodern sanatsal duruşun hâkim olduğu dönemin ürünü olarak ortaya çıktı. Okumakta olduğunuz yazı, yeraltı edebiyatını bugün okunabilir kılan ve insanları etkileyen özelliklerine dair bir tartışmayı merkeze alacak.

Google Haberlere Abone ol

Edebiyat eserlerinin hangi tarz ile yazıldığına dair tartışmalar sorun yaratma potansiyeline sahip. Şu ya da bu metnin bilim-kurgu mu, fantezi mi, polisiye mi, ütopya mı ya da bambaşka bir tarza mı dâhil olduğuna dair yapılan tartışmalar bazen metnin içeriğine dair yapılan tartışmaların önüne geçiyor. Bugünlerde yeraltı edebiyatı üzerine yapılan tartışmalar da benzer bir özellik taşıyor. Hangi metinlerin yeraltı edebiyatına dâhil edilip edilemeyeceğine dair bir sürü yazı okumak mümkün. Muhakkak böyle bir çaba anlamlıdır. Ama beni daha çok bu edebi tarzın hangi koşullarda oluştuğu, bazı insanları yeraltı edebiyatının sınırları içinde yazmaya, bazılarını bunları okumaya iten nedenlerin neler olduğu daha çok ilgilendiriyor. Bundan dolayı, okumakta olduğunuz yazı, yeraltı edebiyatını bugün okunabilir kılan ve insanları etkileyen özelliklerine dair bir tartışmayı merkeze alacak.

Yeraltı edebiyatı üzerine konuşacağımız vakit, 80’li ve 90’lı yılların politik, ekonomik ve kültürel iklimine dair birkaç ufak değerlendirme yapmamız kaçınılmaz. İnsanları toplum dışılığa sürükleyen, sisteme karşı söz söyleme isteğini tetikleyen, deneysel çalışmalar yapmaya zorlayan, var olan sanatsal anlayışın dışında bir alan yaratmaya iten, dahası insanları irite edip irkilten bir yazınsal süreci var eden nedenler üzerine düşünmemiz gerekiyor. Aynı zamanda bu tarzın klasik sanata karşı tutunduğu dışlayıcı tavra dair de düşünmek lazım.

DÜŞÜNSEL MİRAS

Yeraltı edebiyatı, hegemonik sanat ortamına dair ciddi bir karşı duruşun dillendirilmeye başlandığı 60’lı yılların düşünsel mirasını takip etmiştir. Modernizmin bürokrasi, devlet baskısı, ideolojik hegemonyanın tesisi ile ilişkilendirilmesiyle birlikte, sanatta eski tarzlara yönelik ciddi bir karşı duruş gelişti. Kendi dönemlerinde ortak beğeniye, sağduyuya ve orta sınıf beğenilerine kışkırtıcı bir meydan okuma olan sanat eserleri bu yıllarda klasik ya da kanonik eserler olarak adlandırılmaya başlandılar. Özellikte Sitüasyonistlerin yıkıcı teorileri bu döneme damgasını vurdu. Debord ve arkadaşlarının tezlerini kısaca özetlersek: Sistem insanları, sanatsal üretim, mimari, gösteri, kontrol edilen boş zaman ile hegemonyası altına alıyordu. Bu dönemde sanatsal üretim denilen şey burjuva değerlerin yeniden üretilmesine tekabül edebilirdi. Burjuva sanat ortamında gerçekleştirilecek, özgün olduğunu iddia eden her sanatsal girişim sistemin ideolojik olarak beslenmesinden başka bir sonuç doğurmayacaktı. Bunun için var olan sanatsal kalıpları ortadan kaldıracak yeni bir yıkıcı enerjiye ihtiyaç vardı. Bu sanatsal anlayış, yeni bir şeyler üretmeyi önüne koymayan, daha çok varolanı sabote eden ve insanlarda sanata dair bakışı değiştirebilecek kuvvette bir eylemselliği önüne koymalıydı. Böyle bir sanatı gerçekleştirebilmek için iki temel eylemi gerçekleştirmek gerekiyordu: Sürüklenme ve çalıntılama. Sürüklenme, yaşamı toplum dışına iten ama görmezden gelinen sokakları, caddeleri, kafeleri, binaları keşfetmeye dayanan bir seyahati öngörüyordu. Çalıntılama ise başka sanat eserlerini, kolaj benzeri çalışmalarla bir araya getirerek yeni bir sanatsal yaratı ortaya koymayı amaçlamaktaydı.

NEOLİBERALİZM VE POSTMODERNİZMİN ETKİSİ

Sitüasyonistlerin yıkıcı teorileri 68 hareketini en çok etkileyen düşünsel üretimlerden biri oldu. Fakat 68 hareketinin yenilgisiyle birlikte, 70’lerin başından itibaren toplumsal yaşamda ciddi bir değişimin gerçekleşmeye başladığı bir döneme girildi. Küreselleşme olarak da adlandırılan yeni kapitalist dönemin ekonomik politikaları neoliberal, kültürel politikaları ise postmodern ideolojilerle beslendi. Neoliberalizmin insanın günlük yaşamına dair en net müdahalesi çalışma yaşamındaki esneklik oldu. Katı bürokrasi biçimlerinin eleştirilip, risk almaya vurgu yapılarak, esnekliğin insanlara kendi yaşamlarını şekillendirmede daha fazla özgürlük tanıdığı söylemi üzerinden insanların yaşamındaki belirsizlikleri süreğen hale getirmeye çalışan ve güvensizlik duygusunu daha dolaysız bir şekilde hissetmesini sağlayan yeni bir kontrol biçimi bu dönemin karakteristiği oldu. Çalışma süresindeki belirsizlik ve kısa vadeli planlara dayanan üretim biçimi, insanların uzun vadeli planlar yapma, yaşamını devam ettirmeye dair güven besleme, kalıcı toplumsal ilişkiler kurabilme, kimlik anlatısı ve yaşam öyküsü geliştirme becerilerini sekteye uğrattı. Kendini gerçekleştirme umudunun esnek üretim faaliyetine yenik düştüğü böyle bir konumda, Sennett’in dediği gibi: “insanları birbirine bağlayan ve her birini sürdürülebilir bir benlik duygusuyla donatan özelliklerinin aşınması” tehlikesi oluşmaya başladı.

Eş zamanlı olarak postmodern sanat anlayışı, kültür politikalarından siyasete kadar birçok alana nüfus etti. Öznenin olanaksızlığı söylemi ile birlikte bilinemezciliğin geçer akçe olmaya başladığı bir dönem başladı. Bu noktada postmodernizmin özelliklerini, bir sınır koymak adına, Jameson’ın özel önem atfettiği iki temel özellikle sınırlandırabiliriz: Pastiş ve şizofreni.

Pastiş, modern sanattaki parodinin yerine geçmiş ve postmodernizmin temel uygulamalarından biri olmuştur. “Hem pastiş hem parodi, öykünme (imitation) ya da daha iyi bir ifadeyle, diğer biçimlerin taklidi ve özellikle öteki biçimlerin aşırı kullanımları (aşırma, mannerisms) ve biçimsel seğirme (twitches) ile ilişkilidir”. Ama parodinin işlevi taklit ettiği sanat dalını aşırı bir şekilde yorumlayarak eleştirmekti. Parodideki alaycılık, sanatsal biçimlerdeki aşırılık ve ayrıksılıkların gözler önüne serilmesini hedefler. Oysa pastiş, “parodinin gizli niyeti, şeytani itkisi, kahkahası ve öykünülen şeyin oldukça komik olmasıyla kıyaslandığında normal bir şey olarak varolduğuna ilişkin gizli duygusu bulunmayan bir tür yansız taklitçilik pratiğidir. Pastiş, boş, mizahi anlamını yitirmiş bir parodidir”. Pastişin edebiyat alanındaki karşılığı ise esinlenme, kolaj ve metinler arasılık kelimelerinin arkasına gizlenen bir çeşit aşırmacılık oldu.

Şizofreni ise postmodern yazında gerçekle kurgunun bölünmesi şeklinde karşımıza çıkar. Postmodernizm, öznenin olanaksızlığı ya da bireyin ölümü söylemleriyle birlikte düşünüldüğünde, günlük yaşam içerisinde kendi gerçekliğine dair kuşku duyan insanın çıkmazını ele almanın yolunu açmıştır. Oğuz Atay’ın Hikmet Benol karakteriyle açığa vurduğu gibi toplumsal yaşam içerisinde kendini farklı öznellikler içerisinde tanımlayan kişilerin tasviri şizofrenik bir belirtinin göstergesi olarak algılandı. Sadece karakterlerin anlatımında değil, dil ve biçim özelliklerinde de gerçekliğin ters yüz edilmesiyle kendini gösteren böyle bir anlatım, zamansal bakışı da ters yüz ederek yeni bir biçimi yaratmaya çalışmıştır. Postmodernler, metinlerdeki zamanı öncesiz ve sonrasız şimdi içine hapseden ve bu şimdiyi gerçekliğin dağıtılması yoluyla bozan bir tarzı benimsediler. Böylece “gerçeğin imgelere dönüştürülmesi, zamanın sonsuz şimdiler içerisinde parçalanması” yeni bir yazınsal alanın yaratılmasını sağladı.

OLANAKLAR

Yeraltı edebiyatı, 80’li yılların bu kaotik ortamında, karakter aşınmasının ve postmodern sanatsal duruşun hâkim olduğu dönemin ürünü olarak ortaya çıktı. Her yeni edebi tarzın yaşadığı olumluluklar ve olumsuzluklar yeraltı edebiyatı için de söz konusu: Bir taraftan yeni kapıların aralanmasını sağlayan olanaklar yaratan bu tarz, içinde bir takım handikapları barındırarak yaygınlaştı.

Bu tarz metinlerde, yaşadığı benlik duygusu aşınmasını, gerçekliğin flulaşması semptomlarını toplum dışına çıkarak ya da itilerek aşan kişinin hikâyesi anlatılır. Hor görülenlerin, dışlananların, görmezden gelinenlerin, kaybedenlerin hikâyelerini kaleme alan, içerik, dil ve biçimde de kimi yeniliklere imza atan yeraltı edebiyatı, yazınsal alana soluk kazandıran bir atılım gerçekleştirdi. Yeraltı edebiyatı, içerikte, var olan edebi anlayışın dışına çıkarak, kibar çevrelerin ya da Lukacs’ın Kafka için başka bağlamda söylediği söze başvurursak, “ürkütücü boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen” burjuva bireylerin açmazlarını anlatan anlatıların dışında başka yaşamları ve gerçek kaybedişleri anlatmayı tercih etmiştir. Bunun dışından dilde sokak ağzının, argonun, farklı lehçelerin kullanılması dile dair edebi metinlerde uygulanan sansürün yerle bir edilmesini sağlar. Biçim açısından ise değişik teknikler ile okuyucunun dumura uğratılması söz konusudur. Özen Yula’nın harika özetiyle ifade edersek: “Birbirinden farklı ya da birbiriyle pek ilgisi olmayan motifleri peş peşe dizip anlatının akışını bozarlar. Farklı zaman dilimlerini, gerçeklik algılarını ve halüsinasyonlara gerçekleri iç içe geçirerek, karıştırarak anlatıda değişik bir boyut yakalamaya çabalarlar. Nesneleri deformasyona uğratıp, okurun bildiği nesneyle kendinin yarattığı ya da kurduğu nesne arasındaki farklılıkları belirgin kılarak okuru yabancılaştırırlar”.

HANDİKAPLAR

Yeraltı edebiyatının yukarıda sayılan olanaklarının yanı sıra bazı handikapları da barındırması kaçınılmazdı. Bu durum biraz da yeraltı edebiyatının üretildiği kültürel ortamla ilgilidir. Her şeyden önce postmodernizmin etkisi tüm yeraltı edebiyatı eserlerinde sezilir. Modern edebiyatın çelişkileri merkeze alan yapısı yerine çatışkıların konulması bu handikaplardan birisidir. Çatışkı, çelişkinin çözüm ve yeniden çözüme dair yapısının tersine, kapalı bir mantıksal yapıya sahiptir. Çelişkiler, çözüm üretmeye yönelik bir çabaya yataklık etmesine rağmen, çatışkılar aynı çabayı sonuçsuz bir tartışmaya taşımak konusunda ısrarcıdırlar. Yeraltı metinleri de sonuçlarla ilgilenmezler ya da yenilgiyi güzelleyerek çıkış yoluna dair umudu soğururlar. Kaybedenlerin hikâyesini en açık dille anlattıkları varsayılan metinlerde, insanın “ürkütücü boğuntu karşısındaki” çaresizliğini yeniden üretmekle iştigal etmeleri en büyük handikaplarından biridir.

Yeraltı edebiyatının diğer bir handikapı ise asiliğinin, toplum dışılığının ve protestosunun soğurularak sistem içi bir muhalefete dönüştürülmesi tehlikesidir. Bugün yeraltı edebiyatının başyapıtı sayılan birçok eser ticarileştirilerek, düzenin kendini besleme mekanizmalarına dâhil edilerek ya da içeriğe dair anlamların yoksunlaştırılması yoluyla evcilleştirilme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu durum, sistemin zararsızlaştırma mekanizmalarının “başarısıyla” açıklanabilir. Ama aynı zamanda yeraltı edebiyatı eserlerinin içsel dinamiklerinin de buna katkı sağladığını söylemek mümkün. Bunun en açık tezahürü ise yeraltı edebiyatının pek çok özelliğinin postmodern algı ile paralel bir yol izlemesidir. Postmodern zaman anlayışından, öznenin olanaksızlığı anlatısına kadar birçok hegemonik söylem yeraltı edebiyatının beslendiği ana kaynaklardandır. Ayrıca doğaçlama, nesneleri deformasyona uğratma, kolaj gibi teknikler postmodern sanatın da önerdiği biçimsel yaklaşımlardır. Pastişin yoğun kullanımı ise yeraltı edebiyatını postmodern bir tarz olmaya iten en dolaysız kanıtlardan biridir.

Sonuç olarak yeraltı edebiyatı, postmodern bir dünyanın ayrıksı bir sesi olarak yaşamımıza sızmaya başladı. Yeraltı edebiyatı, çarpık ama çarpıcı bir havayla yazılsa da betimleyici ayrıntılarındaki zenginlik ve samimiyetle toplumsal-tarihsel gerçekliği yansıtmada başarılı olmuş, okunabilir metinler ortaya koymayı başarmıştır.