Bir insan ömrünü neye vermeli?
Doğan Kitap tarafından yayımlanan 'Sevdalım Hayat', Zülfü Livaneli'nin zengin ömrünün kısa bir özeti... 'Sevdalım Hayat', sanatçının buhranlarını, inatçılığın erdemini ve hayal kurmanın ciddi bir sorumluluk gerektirdiğini gözler önüne seriyor.
Hatıralar, her ne kadar kişisel mutluluklar ve kederler barındırsa da toplumsal birtakım gerçekleri gözler önüne sererler aslında. İster bir çocuk oyuncağı olsun ister sevgiliyle gidilen ilk film; hemen her şey bir yaşam biçimini, o yaşam biçimini oluşturan etmenleri ve bunun koşullarını beraberinde taşır. Anlatılar hikâyelerin gelip gelip benzer noktalarda birikmesi de bundan ötürü değil midir?
Zülfü Livaneli’nin Sevdalım Hayat kitabı da sadece onun yaşam öyküsünü değil, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısını, siyasal olaylarını ve zihniyetini peşi sıra sürüklüyor ve bunu bir arkadaşıyla sohbet edercesine yapıyor. Zaten kitabın önsözünde “Sayfaları çevirdikçe karşınıza çıkacak olan hayat hikâyem bir ülkenin ve bir kuşağın hikâyesine dönüştü” diyor yazar. “Ben bu kitabı, trajikomik bir tanıklık olarak değerlendiriyorum.”
Besteleri dilden dile gezen, kitapları kırka yakın dile çevrilen ve pek çok ödüle layık görülen Livaneli’nin tanıklığına doğru bir yolculuğa çıkalım şimdi.
BANA BİR ŞARKI SÖYLE
Yıl 1946… II. Dünya Savaşı fiilen bitmiş olsa da yarattığı tahribatın izleri hâlâ meydandadır. Savaşa dahil olmayan Türkiye bile bu sarsıntıdan nasibini almış, ekonomik sıkıntılardan kurtulmanın yollarını aramaktadır.
Bu şartlar altında doğan Ömer Zülfü Livaneli, hukukçu olan babasının Anadolu’da yaptığı görevlerden dolayı, Ankara’da, dedesi ve babaannesiyle beraber geçirir gençliğini. Ne var ki, dedesi de eski hukukçudur, dinine bağlıdır, yani aile ortamında hiyerarşik bir durum söz konusudur.
Ankara Maarif Koleji’nde eğitim gören Livaneli’nin yıldızı okulla pek barışmaz, o da çareyi kitaplarda bulur. Öyle ki, kitap okuma sevdasından okulu boşlamaya başlar. Varoluşçuluğa yoğunlaşır, oradan dini metinlere, sonra da sosyalizme… Okur da okur. Bu süre zarfında yazma sevdasına tutulur. Şiirler, öyküler karalar. Babası, sınıfı geçme hediyesi olarak bisiklet yerine bir saz verir ona. Livaneli başlarda burun kıvırır, ama üstatların tedrisatından geçtikçe, müziğe büyük bir aşkla bağlanıverir.
BİR KARANLIK BİR AYDINLIK
Kendini çok yönlü şekilde geliştirmeye çalışan Livaneli, gün gelir, lisede tanıştığı arkadaşı Ülker’le evlenip bir çocuk sahibi olur. Yaşadığı ekonomik zorluklardan kurtulmak ve sosyalizm okumaları neticesinde dünyanın değişimine katkı sunmak için, bir arkadaşıyla Ana Dağıtım’ı, sonra Ekim Yayınları’nı kurar. Birbirinden önemli kitaplar basarlar. Ankara’nın kültür sanat camiasına bir omuz da onlar verirler. Verirler ama Livaneli’nin '68 kuşağı'ndan pek hoşnut olmadığını anlarız. “Önceleri bir aydın hareketi olarak başlayan ve entelektüel bir açlığı gideren sol hareket, yavaş yavaş aydınları ve kentlileri dışlayan bir köylü nefretine dönüşmüştü” diye yazar. Sanattan ve kültürden anlamamanın alkışlandığından bahseder sonra. Nazik olanların, hatta banyo yapanlarınsa küçük burjuva diye hor görüldüğünden söz eder. Bazı entelektüelleri ve pasifist solcu sanatçıları bir kenara ayırarak, sol hareketi bayağılıkla, iş bilmezlikle eleştirir. Bunları okuyunca Livaneli’nin yazdıklarını ister istemez düşünmeye başlarız; yaşanan münferit örnekler koca bir geleneği özetlemeye yeter mi? Bahsi geçen yazının başlığında olduğu gibi, “Kırlardan Şehirlere Darbeler” bütün bir hareketi kapsar mı gerçekten?
Çok değil, birkaç sene sonra, tarih 12 Mart 1971’i gösterdiğinde esas darbenin kimden geldiği anlaşılır. Livaneli’nin de aralarında bulunduğu solcular, cezaevlerinde yaşam savaşı vermeye başlarlar. Ailesinde savcılar, hakimler, müfettişler çıkaran Livaneli soyadı da böylelikle ilk defa “sanık” sandalyesine oturtulur, gözleri bağlı şekilde işkence odalarına götürülür.
Neyse ki çok kalmaz içeride. Kalmaz, ama yeniden gözaltına alınır, sonra yeniden ve yeniden. Bu bitmek bilmez korkuya, bir de ekonomik sıkıntılar eklenir tabii. O da çareyi Avrupa’ya gitmekte bulur. Sayan Plak’tan çıkan ilk plağına, Yaşar Kemal’in önerisiyle Ozanoğlu diye imza atar. Sonraysa Onat Kutlar aracılığıyla düzenlenen sahte pasaportta ismi Mehmet Yılmaz Basmacı’ya döner. Livaneli’yse ailesini daha iyi şartlarda yaşatmak ve sanatına devam etmek için Almanya’ya giden bir trene atlar. Sonraysa İsveç’e mülteci olarak yerleşir.
Yurdunu özler özlemesine, ama ailesiyle beraber kendini daha özgür hissetmeye başlar. Stockholm’de müzik ve felsefe eğitimi alırken, sanatı üstüne epey kafa patlatır. Halk müziğine ve bağlamanın yanına batı enstrümanları yerleştirmeye bu sayede karar verir. Sadece plak kayıtları değil, filmler için yaptığı besteler de başarılı sonuçlar elde eder. Öyle ki; Avrupa’da okuyan, çalışan insanlarca, yaptığı şarkılar yurda sokulur ve korsana düşerek pek çok yerde satılmaya başlar. Kimse tarafından pek tanınmadığı için de korsan kasetlere rastgele yapıştırılan fotoğraflarla, birbirinden farklı Zülfü Livaneli’ler peyda oluverir. Dahası, 12 Mart’a karşı harekete geçen öğrenciler, onun şarkılarıyla yürüyüşler düzenler.
Afla beraber yurda dönen Livaneli bunları kendi gözleriyle görür sonra. Yakın dostu Abidin Dino’dan aldığı mektupsa içini rahatlatır. “Ben mutluluğun resmini yapabildim mi bilmem Nazım. Pek emin değilim. Ama Zülfü müziğinde mutluluğu ha yakaladı ha yakalayacak.”
GÜNEŞ TOPLA BENİM İÇİN
Böylelikle Livaneli geniş bir kitle tarafından sevilmeye, dinlenmeye başlar, ama yasaklar ve eleştiriler de hemen peşinden gelir. TRT’de şarkıları çalınmaz, konserleri iptal edilir ve bazı solcu aydınlar tarafından halk müziğinde yaptığı değişiklikler yüzünden eleştirilir. Livaneli’yse bildiği yolu yürümeye devam eder.
Tam hayatını düzene sokmuşken, bu kez 12 Eylül patlak verir. Livaneli yine ailesiyle beraber yurt dışına çıkmak zorunda kalır. Yaşadığı sıkıntıları müzikle ve zaman zaman gazetelere yazdığı yazılarla azaltmaya çabalar. Bu sıralarda Yılmaz Güney’le ikinci kez çalışma şansını yakalar. 1978’de 'Sürü' filminin müziğini yapan ve ödül kazanan Livaneli, bu kez Yol için kolları sıvar. Ortaya güzel bir parça çıkar, ama kendisi sürgün, Yılmaz kaçaktır. Bu yüzden ismini üçüncü kez değiştirir ve Sebastian Argol diye imza atar. Kaderin cilvesi odur ki, Sebastian Argol, Zülfü Livaneli’den daha başarılı olur.
12 Eylül’ün fiili etkileri ortadan kalktıktan sonra yurda dönen Livaneli, sakin bir hayat sürüp sanatla uğraşmak ister. Devam eden süreçte yaptığı bestelerle, verdiği konserlerle adından epey söz ettirir, ama belki de hiçbiri Maria Farandouri ve Mikis Theodorakis’le verdiği konserler kadar etkileyici değildir. Sadece müzikal lezzet yoktur çünkü işin içinde, Türk – Yunan ilişkilerini geliştirmeyi de hedeflemektedir. Bekledikleri etkiyi aldıklarını da görürüz ilerleyen sayfalarda. Sanatın birleştirici gücü, siyasetin ötesindedir ne de olsa.
Sonraki yıllarda Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır eserini, Wim Wenders’in ortak yapımcılığında sinemaya aktararak ilk yönetmenlik denemesinde bulunur. Gazete yazılarından derlenen ilk kitabı Diktatör İle Palyaço’dan sonraysa, yazdığı her kitapla çok satanlar arasında kendine yer bulan, popüler bir yazar olarak karşımızdadır Livaneli.
Sevdalım Hayat, tüm bu hatıraların toplamı olarak sadece bir sanatçının buhranlarını ve o buhranlara sebep olan siyasal durumları çıkarmaz karşımıza. İnatçılığın erdemini, kitapların o sinsi çekiciliğini ve hayal kurmanın ciddi bir sorumluluk gerektirdiğini de gözler önüne serer…