Çevirmen Ferit Burak Aydar: Krizi boğazımıza kadar hissediyoruz
Ferit Burak Aydar, Terry Eagleton, Fredric Jameson, Edward Said, György Lukács, Susan Buck-Morss, Talal Asad, John Reed, Paul de Man, V.İ. Lenin gibi yazarların kitaplarını dilimize kazandırdı. "Kitap çevirmeni her şeyden önce bir işçidir" diyen Aydar ile çeviriyi, yayınevlerinin sayısının artmasını ve çevirmenlerin sorunlarını konuştuk.
DUVAR - İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu Ferit Burak Aydar, 15 yıldır bilfiil kitap çevirisi yapıyor. 30’a yakın kitap çalışmasının editörlüğünü de yapan Aydar, yaşamını kitap çevirisinden kazanıyor. İspanya İç Savaşı’nın İzinde ve 1917: Devrimin Rapsodisi isimli iki kitap da yazan Aydar, çalışmaları kaleme aldığı dönemde, kendini “siyasal tarihçi” olarak nitelese de, bugün tarihten sıkıldığını ve tekrar edebiyata döndüğünü söylüyor.
Yakın zamanda Hamlet’in Bağlanan Basireti isimli bir çalışma yayımlamayı planlayan Aydar, bugün kendini edebiyat eleştirmeni olduğuna 'kalben' inansa da, profesyonel bir çevirmen aynı zamanda.
Aydar ile çevirinin varoluşunu, biçimlenişi ve Türkiye’deki sorunlarını konuştuk.
Çeviri konusunda hemen herkesin bir fikri var. Siz, bir çevirmen olarak çeviriyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Ben çeviri işçisiyim. Günde dokuz saatten fazla çeviri yapıyorum, geçinmek için yapmak da zorundayım. Pratiğiyle ilgilenmekten teorisine kafa yoracak zamanı pek bulamıyorum. Belki de çevirinin başından kalktıktan sonra çeviri lafını duymaya tahammülüm yok, ondandır. Ama diğer yandan, böyle enikonu bir çeviri teorisi var mı, ondan da pek emin değilim. Kendi adıma, çeviri teorileriyle ilgilenmek yerine iyi çevrilmiş bir metin ile kaynak metni yan yana koyup karşılaştırarak okuyan bir öğrencinin çok daha fazla şey öğreneceğine inanıyorum.
Bu açıdan, ben çevirinin belki ne olduğuna dair çok şey söyleyemeyeceğim ama ne olmadığına dair bir şeyler söyleyebilirim. Kitap çevirisi metinle baş başa kaldığınız bir entelektüel iş değildir. Kitap çevirirsin, sözleşmede uğraştırırlar; kitap basılır, paranı alamazsın; paranı alırsın, karnını doyuramazsın; ortaya iyi bir metin çıksın diye ağzınla kuş tutarsın, yaptığını kimselere beğendiremezsin.
Ama teorik kısmına geri dönersek, kitap çevirisi bence yabancı dil bilmekten çok Türkçe bilmekle alakalıdır; bu az çok malum. Ama yabancı dili ne kadar bildiğiniz değil, nasıl bildiğiniz de önemli: Nerede nasıl cümle kurarlar, grameri nasıl esnetirler vb. Diğer yandan, iyi bir okur olmanız, çeviri yaptığınız alanda birikime sahip olmanız gerekiyor. Bazen cümleler ezoteriktir, dili bilene değil, ancak okuruna açıktır.
Editör-çevirmen ilişkisi nasıl yürüyor?
Arkadaş olursanız gayet iyi yürüyor! Çok ciddiyim. Sonuçta fevkalade netameli bir ilişki bu. Öyle ya da böyle, yaptığın her müdahaleyle karşındakine zımnen “O iş öyle değil”, “Sen bilmiyorsun, ben biliyorum!” diyorsun. Egoların biraz törpülenmesi, öğrenmeye açık olunması gerekiyor. İki taraf da çok zor koşullarda çalışıyor, bunu bir de bizim zorlaştırmamamız lazım. Sanırım çevirmen, “Benim çevirim kutsaldır,” yaklaşımından uzaklaşır, editör de çevirinin çevirmenin metni olduğunu unutmadan müdahalelerini yaparsa, bir sorun çıkmayacaktır. En iyi çeviri bile iki gözün daha nazarını hak eder, çevirmen bunu üzerine alınmamalıdır.
'KİTAP ÇEVİRMENİ HER ŞEYDEN ÖNCE BİR İŞÇİDİR'
Sizin için bir metnin “çevrilebilir” olmasının gerekçesi nedir?
Hiç eğip bükmeyeceğim: Sözleşmesinin iyi olması! Kitap çevirmeni her şeyden önce bir işçidir. Kendini kültür elçisi, adı konmamış bir sanatçı vb. olarak görmek yerine ya da görebilmesi için, önce karnını doyurması gerekir. Bunu unutarak, “şu eserin dilimize kazandırılması lazım” yaklaşımıyla iş yapmak dönüp meslekten çevirmenleri vuruyor. Kendi adıma, benim önce kirayı ödemem, kendi yeniden üretim masraflarımı çıkarmam gerekiyor. Bu işin bir ayağı.
Bundan sonra edebi saikler devreye giriyor. Kuşkusuz burada, metnin erek dildeki okura gerçekten bir şey katacağına inanıyor olmak gerekiyor. Bizde böyle bir durum yok. Türkiye’deki yayıncılık piyasasında çevirinin orantısız bir ağırlığı var. Bunda da belli diller ön plana çıkıyor. Oysa bu eğer bir kültür meselesiyse, İngilizce, Almanca, Fransızca gibi ana dillerin dışında diğer dillerden ve kültürlerden eserlerin de belli bir ağırlığının olması gerekirdi.
Oysa bizde hangi kitabın çevrileceğini yurtdışındaki kitap dergileri ve tanıtım yazıları belirliyor. Hani şu kitapların arka kapaklarındaki beylik cümleler var ya, o tür tanıtım yazılarında söylenenlerle ya da yurtdışında çok satmış olması gibi etkenlerle kitaplar seçiliyor ve Türkiye’deki okura sunuluyor.
Ülke kurulduğu günden beri çevirmenin kontrol altında tutulmaya çalışılmasının, sıklıkla yargılanmasının sebebi ne sizce? Sistem, çevirmenden neden korkuyor?
Zararlı görülen fikirler çeviri yoluyla ülkeye giriyor da ondan. Ülke tarihine bakalım. Bilinen bir gerçektir, 27 Mayıs darbesinden sonraki süreçte yayın faaliyetlerindeki artış gençliğin “muzır fikirler”e kapılmasında önemli bir etkendi.
Okumak, düşünmek, sorgulamak, yerli veya milli bir iş değildir, ziyadesiyle beynelmileldir. Çevirmen ya da yayıncılar illa bir misyon yüklenecekse, kişisel görüşüm, elini burada taşın altına sokmalı, şu gericileşen ortamda kendi bildiği doğrulardan şaşmadan iş yapmalıdır. Bu bahis açıldığında benim aklıma hep Erdostlar gelir. Onlar bize el verdiği için buradayız. Bizim de birilerine el vermemiz gerekiyor.
'EN SON YILLAR ÖNCE BİR KİTABI BAŞTAN SONRA OKUMUŞ İNSANLARIN SENİ YÖNETTİĞİ BİR SEKTÖR'
Geçmişe nazaran yayınevi sayısının artmasının çeviriye/çevirmene olan faydası ya da zararı nedir? Ek olarak, ekonomik dalgalanma çevirmeni ne oranda etkiliyor?
Yayınevi sayısının artmasının doğrudan sonucu kitap piyasasının çerçöple dolmuş olmasıdır. Kimse kimseyi kandırmasın; çevirmene, editöre ya da diğer yayınevi emekçilerine gelince elde yok avuçta yok masalı okuyan yayınevi sahipleri gayet güzel paralar kazanıyorlar, pek çok şirket bu tür kültür faaliyetleri aracılığıyla toplumda itibar kazanıyor ya da itibarını perçinliyor vb. Peki buradan emekçiler ya da okurlar ne kazanıyor? Yani artış, bize de aynı derecede sirayet etti mi? Hayır! Basılan çeviri sayısındaki artış çevirmen sayısındaki artışla kol kola gidiyor. Marx’ın “yedek işgücü ordusu” dediği tipik hikâye. Niteliğe, vasfa bakmaksızın işçi sayısını artırmak ve bu sayede rekabeti kızıştırıp ücretleri düşürmek. Gerçekten üç kuruşa çeviri yapan çevirmenler var bugün. Ne onlar yarar elde edebiliyor ne de okur.
Bir değil, iki değil, öyle yayınevleri var ki, küstahlıkta sınır tanımıyorlar. Hiç unutmuyorum, sektöre yeni girdiğim dönem, telefonla iş görüşmesi yapıyorum. Güzel güzel konuşuyoruz. Ben neler yaptığımı anlatırken, karşımdaki zat birden, “Biz bestseller basıyoruz ama!” dedi. 15 yıl öncesinin tost makinesinden hallice telefonları, ne kadar duyabilirsen artık. Adamın ne dediğini duymadım. “Efendim, anlamadım,” dedim. Adam “Ohooo!” dedi ve telefonu suratıma kapadı! Ben ona Ian Watt çevirdim, Harold Bloom çeviriyorum, bu klasiklere yayınevi arıyorum diyorum, adam benim “bestseller”ın ne olduğunu bilmediğimi düşünüyor. Bu sektör ömründe iki tane çeviri yapmamış, belki en son yıllar önce bir kitabı baştan sona okumuş insanların seni yönettiği, örneğin senin bir çeviriden ne kadar para kazanman gerektiğiyle, yeni baskılardan aynı yüzdeyi almayı hak edip etmediğinle ilgili ferman yayınlama yetkisine sahip olduğu bir sektör.
Ben bu küstahlığın benzerlerini sonrasında da gördüm, duydum, örneği o yüzden verdim. Özü şu: Çalışmıyorsan, kapı orada. Yani güvencesizlik, örgütsüzlük karşısında tipik bir pişkinlik.
Bugün kriz var denerek bu tutum daha da sertleştiriliyor. Ben kendi adıma, bu tür tavırlar içinde olmayan, düzgün ilişki tutturabildiğim yayınevleriyle çalışıyorum, ama yine de kriz beni de sarstı. Gayet somut örnek vereyim: Yazdan önce yayınlanmasını beklediğim 8 çevirim, 5 ayrı yayınevinden yaz sonrasına kaldı. Krizi boğazımıza kadar hissediyoruz.
Hukuki olarak bakıldığında çevirmenin en nesnel sorunları nelerdir? Hak ettiğiniz güvenceye kavuştuğunuzu düşünüyor musunuz?
Güvencesizlik, yarınını öngörememek, eline ne para geçeceğini, ne zaman geçeceğini bilmemek… Bizim meslek dışarıdan çok afili görünüyor, ama içi bizi yakar. Hak ettiğim güvence? Benim yayımlanmış seksenden fazla kitap çevirim var; başka bir ülkede olsaydı, sanırım bugün bu kitapların yeni baskılarıyla az çok geçinebilirdim. O zaman, beni edebi olarak daha cezbeden kitaplarla uğraşır, zamanla yarışmadan daha güzel, temiz çeviriler yapabilirdim. Bizdeyse bir dönem çok çalışmış olmak yine dönüp dolaşıp daha çok çalışmaya bağlanıyor. Bir ay çalışmasam, sonrasını bilmiyorum.
“Şu çeviriyi bir de benden okusaydınız keşke…” diyebileceğiniz bir metin var mı? Ya da çok beğendiğiniz, okumaktan keyif aldığınız bir çeviri?
Ben kendi çevirilerimle ilgili böyle bir şey söyleyemem. Okurların takdiridir, benim daha çok çalışmam, eksiklerimi tamamlamam lazım. Diğer yandan, okumaktan keyif aldığım bir sürü çeviri sayabilirim. Ama hepsinin üstüne bir tanesini koyarım: Roza Hakmen’in Kayıp Zamanın İzinde, Proust çevirileri. Bayılıyorum. Keza Don Quijote’si de harikadır. Müthiş bir çevirmen Hakmen.