Ethem Baran: Nostalji tehlikeli bir kavram

Ethem Baran’ın son öykü kitabı Döngel Dünya, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Baran, yeni kitabını, karakterlerini, şehirlerini ve öykülerini zenginleştiren ögeleri anlattı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Ödüllü yazar Ethem Baran’ın son öykü kitabı Döngel Dünya, İletişim Yayınları’ndan çıktı. 15 öykünün okurla buluştuğu bu kitapta Baran, Anadolu kentlerinde ve Ankara sokaklarında dolaşıyor, satır aralarından güvercinler havalandırıyor. O güvercinlerin ürkekliği Baran’ın neredeyse tüm öykülerinin sinesinde saklı. Zira Baran, bu gezinti sırasında hayat yorgunlarına, ümidini yitirmeyenlere, dünya sancısını bir gölge gibi peşinden sürükleyenlere, hafızasında kaybolmuşlara temas ediyor. Kimi zaman Yeşilçam’dan bir kuple fısıldarken okuruna, an geliyor, hayatta tutunacak tek dalından olmuşların öfkesine bir bakış atıyor. O tutunacak tek dala tutkunların hevesine de ortak oluyor Baran, bilginin aşağılandığı topraklara sövgüsünü de sakınmıyor. Gözlemledikleri kadar kendi yaşamından süzdüğü ögelerle de bezediği öykülerinde, edebiyatını besleyen yazarlara da selam duruyor.

Evet, Baran öykülerinde birçok ögeden beslenen bir yazar. Gel gelelim, azla yetinmeyi bilenlerin mütevazı anlatısına aracılık ederken dilde takip ettiği sadelikle öykülerinin atmosferini kuvvetlendiriyor. Baran, öykülerine serpiştirdiği ögeler ve karakterlerine kattığı içtenlikle okurunu adeta bir sobanın başına yanaştırıp eline demli bir çay tutuşturuyor. Burası hem huzurlu hem de zorlu bir köşe. Kim payına ne düşerse, onunla kalkacak sobanın yanından. Anımsadıklarınız ve hissettikleriniz de sizin gözlemlediklerinizin ve yaşamınızdan süzdüklerinizin bir dökümü olacak.

Ethem Baran, Döngel Dünya'yı, karakterlerini, şehirlerini ve öykülerini zenginleştiren ögeleri anlattı.

Ethem Baran

Döngel Dünya'da baskınlığıyla dikkat çeken bazı öğeler var. Bunların başında kuşlar ve terzilik mesleği geliyor. Bu imgelerin sizin için anlamını, kaynağını ve öykülerinize nasıl sızdığını anlatır mısınız?

Kuşları ve bu sözcüğü imge olarak kullanmayı seviyorum. Yazar olarak elimi güçlendiren bir yönü var her şeyden önce. Zengin bir imge dünyası sunuyor. Diğer taraftan, bahçemizdeki ağaçları cıvıl cıvıl yapraklandıran, balkonlarımızda gurul gurul gezinen bu dünya güzellerini yazı evreninin dışında tutmak mümkün mü? Döngel Dünya ve diğer kitaplarımda özellikle güvercinler sayfalar arasında gezinir durur; bunun en başta gelen nedeni, sanırım, çocukluk ve ilk gençliğimde güvercin beslemiş olmam. Bu hevesimin bana armağan ettiği pek çok hikâye var elbette. Ve güvercinlerin dünyasında yaşayanları çevreleyen dil. Döngel Dünya’da da söylediğim gibi, bir kuş uçtuğunda gökyüzü yeni baştan yaratılır. Ayrıca kuşlar yeryüzünü yeniden tanımlar bize. Terzilere gelince: Terzihaneleri taşranın misafir odaları olarak görürüm. Terziler çok iyi ev sahibidirler. Bir yandan işlerini yapar, bir yandan sizi en iyi şekilde ağırlarlar. Aynı zamanda dikiş makinesinin her tıkırtısında yeni bir hikâyeye doğru yol alırlar. Terzihanelerin dingin, kumaş yumuşaklığında sessizleşmiş, ütü sıcaklığında ılınmış aydınlık odalarında çoğalmaya, derinleşmeye müsait hikâyeler yazarını arar gibidir. Günümüzde alışveriş merkezlerinin alt katlarında daracık dükkânlara sığınmak zorunda kalan bu mesleğin erbaplarının edebiyatımızda yeterince işlenmediğini düşünüyorum.

Öykülerinizde dikkat çeken bir başka detay da dede ve nine karakterleri. Kuşak çatışmasından bu kadar muzdarip bir toplumda çocukların ailelerde aslında en iyi ilişkileri büyükanne ve büyükbabaları ile kurmalarını siz nasıl yorumluyorsunuz?

Torun sevgisinin evlat sevgisini aşan bir boyutu var. Tecrübeyle harmanlanmış, sakinlemiş, kılçıklarından kurtulmuş bir sevgi bu. Hataların, pişmanlıkların, kaçırılmış, aceleye gelmiş şeylerin giderilebileceği bir hareket alanı. Affın, özgürlüğün, nazlanmanın, hoşgörünün tartışmayı dışlayan özel iletişim hâli. Dedem ve ninemle bir arada yaşadık gençlik yıllarıma kadar. Dedemin, ben ilkokuldayken hep aynı teneffüs saatinde gelip bahçe duvarının gerisinden beni izlemesini ve aldığı simitleri hâlâ hatırlarım. O yüzden kendimi onlara karşı borçlu hissederim ve metinlerimde dedelere, ninelere rol vermeyi severim.

Döngel Dünya, Ethem Baran, 115 syf., İletişim Yayınları, 2019.

'BABA, EVLERE SIĞMAYAN BİR KELİME'

Aile ilişkilerine değinmişken öykülerinizdeki baba figürlerini de konuşalım isterim. Döngel Dünya'da babalar kendi varlıklarıyla yüzleşemeyen, dünyada olmayı reddeden karakterler olarak karşımıza çıkıyorlar. Dünya edebiyatında da çok irdelenmesine rağmen aşındıramadığımız bir figür baba. Baba figürleri için neler söylemek istersiniz?

Baba figürü insanlığın ve edebiyatın en büyük yaralarından. Evlere sığmayan bir kelime. Yaralı ve yaralayan. Dediğiniz gibi edebiyatta çok işlendi, işlenecek de bundan sonra. Babalar kendilerini anlatmaz da birilerinin onları anlatmasını bekler sanki. Ve her anlatış, eksikliğini kendi içinde taşır. Benim bu kitapta derdim, babaları hırpalamak değil, kendi hikâyeleri içinde nasıl durduklarını göstermekti. Kendi yaralarını saklamaya çalışırken başka yaralar açtıklarının farkında olmayan, nereden geldiğini anlamadıkları dalgalarda çırpındıkça yalnızlaşan, hayatın kıyısına düşmüş tiplerdi anlattığım.

"Kuşlar" ve "Üç İyidir" öykülerinizde isimlerini andığınız yazarlara değinelim biraz da. Sanki okurunuza onların da varlığını anımsatmak istiyormuşsunuz gibi hissettim ben bu isimlerle karşılaştığımda. Bir edebiyatçı olarak bu isimlerle kurduğunuz ilişkiyi, söz konusu isimlerin sizin edebiyatla bağınızla nasıl bir rol oynadığını merak ediyorum.

“Kuşlar” öyküsündeki yazar, aynı zamanda bu öyküye ilham veren kişidir. O da gölgesiyle de olsa bu kitabın içinde gezinsin istedim. Edebiyatımızın önde gelen isimlerinden biri olan bu yazarla ilişkimiz, bağımız, yol arkadaşlığımız edebiyat dünyasının bilgisi dâhilindedir. Fakir Baykurt’un adının geçtiği öykü ise geçmişten bugüne bu ülkede değişmeyen anlayışın, nobranlığın, cehaletin, baskının, kısacası faşizmin bir kez daha hatırlatılmasını amaçlar. Çorum, Maraş, Sivas olaylarının yanına eklemlenecek, hafızalarda yerini koruyan başka bir olayın öykü kahramanının bakışından farklı bir görüntüsünü sunar okura.

'NOSTALJİ TEHLİKELİ BİR KAVRAM'

Anadolu şehirlerinin esintileri kadar Ankara sokaklarının rüzgârları da dolaşıyor öykülerinizde. Son yıllarda Türkçe edebiyatta "Ankara edebiyatı" diye bir alan oluştu. Siz bu alanı nasıl değerlendiriyorsunuz, kendinizi buraya ait hissediyor musunuz?

Ankara’da yaşadığım için bu kent ister istemez sızıyor öykülerime. Daha doğrusu şöyle ifade edeyim: Ankara’yı, sokakları, caddeleri, semtleri ve çeşitli mekânlarıyla özellikle sokuyorum öykülerime. Bu ülkenin başkenti edebiyatta da hak ettiği yeri almalı diye düşünüyorum. “Ankara edebiyatı” diye bir alan oluştuğunu, böyle bir söylem geliştirildiğini görüyoruz sizin de söylediğiniz gibi. Sorunlu bir yaklaşım bu. Ankara’nın birtakım kültürel unsurlarının, söyleyiş farklılıklarının, yaşam alışkanlıkları ve mekânlarının edebiyata yansıtılmasının böyle adlandırılması edebiyatı sınırlamak ve dar bir alana hapsetmekten öte bir işe yaramaz. Yapılan iş en kaba söyleyişle ya edebiyattır ya da değildir. Bu anlayışı sürdürecek olursak her ilimiz veya bölgemiz için de yeni bir edebiyat alanı açmak zorunda mı kalacağız? Bu anlamda kendimi buraya ait hissetmiyorum. Ankara’da yaşayan, yazılarında Ankara’ya da yer veren bir yazar olarak iyi öykü ve romanın peşindeyim.

'Yamaçta Yağmur Var' öykünüzde "Yazmaya hevesli tek bir gencin bile dünyasında küçücük bir iz bırakabilirsem, bunun benim için yeterli olduğunu söyledim" diyorsunuz. Yazarların topluma karşı sorumluluklar alıp almaması kendi inisiyatiflerinde görünüyor. Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yazarın bağlı olduğu dilin edebiyatına eser vermenin dışında bir sorumluluğu var mıdır?

Yazarın pek çok sorumluluğu var elbette. Yazdığı dile, o dilin içinden çıktığı topluma, o toplumun sorunlarına ve geleceğine ilişkin sırtlanması gereken bir hayli yük var. Söz konusu öyküdeki o cümle yazar-okur ilişkisi ve yazar-yazar adayı bağlamında edebiyatın iç alanını, bir bakıma yazarın kişisel tercihini işaret ediyor. Yazarlıktaki ilk yıllarım tek bir yazarla tanışmadan, sohbet etmeden, yazdıklarımı gösteremeden geçti. Yazarlar, kitapların kapağındaki isimlerden, varsa fotoğraflarından ibaretti. Nasıl insandırlar, ne konuşurlar, nasıl yaşarlar, tüm bunlar bana çok uzaktı. Bu yüzden, yazmaya heves etmiş, yola yeni çıkmış insanların elinden tutmak, deneyimlerimi aktarmak, en azından neleri, kimleri okumaları gerektiğini söylemek isterim.

'Alamadım Eyvah'ta karşımıza çıkan Murat 124 ve özellikle Essahtan Değil'de Türkan Şoray'la kurulan bağdan yola çıkarak sormak istiyorum: Nostalji duygusu neden insanın içini ısıtır? Sizin karakterleriniz bu duygudan ne kadar etkileniyor?

'Alamadım Eyvah'taki gencin hayali ancak eski model, en ucuz arabaya sahip olabilmenin sınırlarında geziniyordu. Hayali bile gerçeğin, hayatın acı hakikatlerinin yanında yöresinde dolaşacak kadardı. Hayaline bir bütün olarak değil parça parça ulaşabileceğinin farkındaydı. Essahtan Değil öyküsündeki karakter ise bize geçmiş zaman gibi gelen kendi şimdiki zamanını yaşıyor. Hasta ninesini oyalamak için ona filmler anlatan gencin yanına gidiyoruz bu öyküde. 'Nostalji' kulağa hoş gelse, göze şık görünse de tehlikeli bir kavram. Bu öykülerde içimizi ısıtan şey, o karakterlerin içtenliği ve masum, kırılgan hayalleri bana kalırsa.