Ağlamak

Ağlamak, bazen insanın kendisiyle hesaplaşmasının diliyken bazen de kurumsallaşmış bir etkinliktir. Bazen yaşamın anlam kazanması için ölenle ölmek gerekir; “Şairin ölümü bir doğumun başlangıcıdır.”

Google Haberlere Abone ol

Ağlamanın çeşitli durumların sonucu ya da göstergesi olduğu söylenir: Stresin azaltılması, empati ve şefkat gösterilmesi, acı duyulması ya da ilgi çekmek isteğinin yansıtılması hatta mutluluğun gösterilmesi… Ağlamak, farklı kültürlere göre insanın zayıf ve güçsüz görülmesinin nedeni, utanç ve pişmanlık duygusunun dışavurumu, kendini kutsal saydığı güçlere adamış olmanın bir davranışı olarak da yorumlanabilir. Ancak ağlamak, bazen insanın kendisiyle hesaplaşmasının dilidir de. Bu bağlamda “kendi derdine yanmak”, kabul edilmiş bir hatanın onaylanmasıdır. Ne var ki “içi kan ağlamak”, korkunç bir çaresizliğin, çıkışsızlığın ve haklılığını ifade edememiş olmanın gizli davranışıdır, denebilir. Sahtekârlığın, iki yüzlülüğün ve alçaklığın göstergesi olan “timsahın gözyaşları” ndan söz etmeyeceğim.

Bazı ağlama durumları insanda öfke duygusu uyandırırken, bazıları da büyük bir travmaya neden olabilir. Örneğin annenin ağlaması bir çocuk için onu üzen “şey” e karşı öfke uyandırırken, babanın ağlaması büyük bir yıkım, büyük bir acıma duygusu uyandırabilir. Babasından hoşlanmayan bir insan bile, babasının ağladığını gördüğü zaman, onu sevebilir. Demek ağlamanın bağışlatıcı bir özelliği de var. Bazı insanlar çok zor ağlarken, bazıları da çok kolay ağlar. Örneğin benim annem çok kolay ağlayan bir kadındı. Etkileyici bir türkü dinlese, duygusal bir öykü dinlese, acıklı bir Yeşilçam filmi izlese, gözünde bir hatırası canlansa ya da (en çok olduğu gibi) annesini ve babasını hatırlasa hemen ağlardı (bana da ondan miras kalmış bir özellik). Steinbeck’in, İnci adlı romanını, orta birinci sınıftayken anneme okumuştum ve o sürekli ağlayarak dinlemişti. Bu nedenle annemin ağlaması, evin içinde sık karşılaştığımız bir durumdu. Çok etkilenmesek bile o ağlarken susardık. Hüzünlü bir saygı duyardık. Oysa babamın ağladığına hayatımda bir kez tanık oldum. Sekiz-dokuz yaşındaydım. Küçük kardeşim, bir buçuk yaşındayken ağır hastalandı. Bir yaz günü, Adana’daki evimizin avlusunda, asmalı kameriyenin altında oturuyorduk. Korkunç bir Akdeniz sıcağı vardı. Dut ağacında cırcır böcekleri ötüyordu. İlerideki çam ağaçlarında kumrular dem çekiyordu. Sessiz, yalnız bir Haziran ya da Temmuz öğlesiydi. Birden annem çığlık attı. Yanında yalnızca ben ve dizinde salladığı kardeşim vardı. Korkmuştum. Annem çaresizlik içinde çırpınmaya başladı. Dizlerinde yatmakta olan güzel bebeğimizin, kardeşimin gözlerinde tuhaflık gördüm. Annemin çığlığına komşu kadınlar koşup geldiler. Kardeşimi kaybetmişiz. Bana, “hemen git, çabuk babana haber ver” dediler. Babamın iş yerine nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Ancak babamla birlikte, hızlı hızlı yürüyerek eve doğru gelirken, babamın ağladığını çok net hatırlıyorum. O dev, her şeyi bilen, güçlü, koruyucu adam ağlıyordu. Bacaklarına sokulmuş, yürüyordum. Daha çok sokuldum, bir elimle pantolonuna tutunuyordum. Ona alttan bakıyordum ve o hiç bana bakmadı. Bisiklet Hırsızları filminden bir sahne gibi. Eve kadar sessizce ağladı. O günden sonra babamın ağladığını bir daha görmedim.

Ağlamak eyleminin, bir toplu törenin, mistik bir yakarışın ya da mitolojik bir pişmanlığın göstergesi olarak da kullanıldığı bilinir. Özellikle bazı tarikatlar, bu bağlamda “gözyaşı geceleri” düzenlerler. Bu davranışları, güya tanrıya herkesten çok daha yakın olduklarının örtük bir iddiasıdır. Bu anlamda ağlamak, artık kurumsallaşmış bir etkinliktir. İçe dönüktür ve kollektif bir eylem olarak bireysel duyarlılıkta pek karşılığı aranmaz. Burada, o toplulukla birlikte gözyaşı dökmek, mümkün olduğunca topluluk içinde eriyip yok olmak önemlidir. Oysa bireysel yaratma anlarında (resim yapma, beste yapma, roman-şiir yazma vb) sanatçının ağlaması, yaptığı iç yolculukta epey derinlere gittiğini gösteren bir davranıştır. Yapıtına son derece yoğunlaştığının bir göstergesidir de. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, bir Bulgar ressam arkadaşını ziyaretini anlattığı bir yazısını hatırlıyorum. Arkadaşının evinin açık kapısından girdiğini, üst kattan gelen sese yöneldiğini, arkadaşının ağlayarak resim yapmakta olduğunu gördüğünü ve bir süre onu sessizce izlediğini anlatır.

“Anası ağlamak”, eziyet çekmek, zorluk çekmek, çok uğraşmak, çaba sarf etmek anlamlarına gelse de, “ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar” sözü hatırlanırsa, acınacak durumda olmak, şefkate ihtiyaç duymak olarak da anlaşılabilir. Ağıt Toplumu kimin kitabının adıydı? Evet, Adnan Binyazar’ın bir kitabının adı. Hatırladığım kadarıyla kitabın tanıtım cümlelerinin bazısı şöyleydi: “Ağıt, bir duygu seli gibi, acıyı yüreklere yayar. Ağıt acı çekmenin toplumsallaşmasıdır. Öz benlikte gelişen bir duygudur. Güçsüzlükten güç alma törenidir. Bilgiyle beslenmeyen ağıt, halkı zorbalığa sürükler. Oysa, halkların bilgiden öte güçleri yoktur. Bilgi kuvvettir! Türkiye yüzyıllardır, ağıt toplumundan bilgi toplumuna geçmenin sancısını çekiyor.” Evet, son derece katılıyorum, “Ağıt, insanımızın yaşam gereğidir, duyarlığı, değer verme erdemidir; direncinin ezgiye dönüşen bilincidir. Ağıt, ölüm üzerine söylenir. Yaşlı ölümlerinde ağıda sessizlik egemendir, şîwan'a durulmaz. Ama bir yiğit vurulmaya, bir gelin murada ermeden uçup gitmeye görsün, yalnızca kadınlar ağlamaz, kurtlar kuşlar, dağlar taşlar ağıda durur.” Demek, “acı durumlarında insanları topluca üzülmeye teşvik etme, acı bilinci oluşturma” diyebileceğimiz “ağıt” kültürü, “güçsüzlükten güç alma” töreni oluyor. O zaman, bir şair-yazarın yıllar önce söylediğini hatırladığım, özellikle sol edebiyata yönelik olarak söylediği, “Türk şiiri ölü sevicilikten vazgeçmelidir” sözü, bizim toplumsal kültürümüze göre biraz “varoluşçu” ve biraz da “nihilist” kalıyordu. Çünkü Albert Camus’nün ünlü, varoluşçuluğun roman diliyle ifadesi diyebileceğimiz Yabancı adlı romanının kahramanı “Meursault”, annesinin öldüğünü haber aldığında hiç oralı olmaz ve sinemaya gider. Elbette o şair-yazarın böyle bir davranışı önerdiğini düşünmüyorum ancak Filistinli şair Mahmut Derviş’in şiirlerindeki patlayan bombalardan, tel örgülerden sıkıldığını söyleyen bir Fransız okura verdiği yanıt çarpıcıdır: “Siz de her gün işinizden, okulunuzdan evinize gidip gelirken tel örgüleri geçmek, patlayan bombalardan korunmaya çalışmak zorunda kalsanız, şiirlerinizde bunları kullanmak zorunda kalırsınız.”

2 Temmuz trajedisinden birkaç gün sonra, bir gazetenin hafta sonu dergisinin yöneticisi olan kişiyi telefonla aramış ve o haftaki dergide, Sivas’ta katledilen şair arkadaşlarımızın şiirlerine yer verilmesini önermiştim. Yöneticinin beni hayretler ve üzüntüler içinde bırakan cevabını hiç unutamam: “Ölenle ölünmez” Hayır, bazen yaşamın anlam kazanması için ölenle ölmek gerekir. Yunan şair Seferis, ölen bir şair için yazdığı yazıya şu cümleyle başlamakta haklıydı: “Şairin ölümü bir doğumun başlangıcıdır”.

Bu bağlamda aşağıdaki şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum:

ÜÇ KEZ SENİ SEVİYORUM DİYE UYANDIM

Üç kez seni seviyorum diye uyandım

Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim

Bir bulut almış başını gidiyordu görüyordum

Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün

Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim

Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum

Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum

Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün

Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım

Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim

Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun

İlhan Berk