İlhan Durusel: Dil flört eden, seven, öksüz bırakan bir şey
Yazar-şair İlhan Durusel'lekaleme aldığı kitapları, kütüphaneciliği ve edebiyat serüvenini konuştuk. Durusel, "Bir kütüphanenin başına nelerin geldiğini gördüğünüz zaman, ülkenin de başına neler geleceğini tahmin edebilirsiniz" dedi.
Onur Çalı
İlhan Durusel öykücülüğümüzde, edebiyatımızda cins bir isim. Başkalarına benzemeyen, başkalarının çok benzemediği bir yazar. Dilin belini (incitmeden, kırmadan) getiren, sözcüklere parende attıran, insanın zihnini dille kamaştıran yazarlar soyundan.
İlhan Durusel ile ilk kitabının öncesinden başlayıp kütüphaneciliğine, üzerinde çalıştığı kitaplarına kadar birçok şey hakkında konuştuk.
Okurların, kitaplarının biyografilerinden kısaca tanıyorlar seni ama biraz daha açalım istiyorum. İlk kitabın Blöf Kitap, Tansu M. Gülaydın ile ortak kitabınız. Koç Üniversitesi Yayınlarınca geçtiğimiz yıl ikinci baskısı yapıldı ve bildiğim kadarıyla telifini Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na bıraktınız. Biz şimdi 1994’e dönelim mi? Blöf Kitap’ın ilk baskısının yapıldığı yıla. 1994’e kadar İlhan Durusel neler yaptı? Edebiyatla ilişkisi neydi o tarihe kadar? Neler okurdu, şiir mi yazardı?
Sanırım İlhan Durusel adıyla ilk şeyler yayınladığında sene 1988’di. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra, Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinin Salyazı kasabasında öğretmenlik yapmaya gittim. Bir ortaokuldu. Yani hayatımda ilk kez Ankara’dan doğuya geçmiş oldum. Daha doğrusu Anadolu’ya açılma politikası ya da Doğu Seferi diyelim ona, I. Anadolu Seferi. Bu çok önemliydi benim hayatımda. Doktorlara mecburi hizmetin herkesin kalbini kırdığı bir dönemdi o. Onlara herkes üzülürdü, bizeyse bir baltaya sap oluyoruz diye şükretmemiz tavsiye edilirdi.
Ankara’ya gitmiştim daha önce öğretmenlik başvuruları için… Kağıtlar, evraklar falan almam gerekiyordu. Şimdi sana söyleyene kadar farkına varmamıştım. Ben iş gezisine hiç çıkmadım sanıyordum. Meğer çıkmışım. Ankara’ya gitmişim. Ben Ankara’ya hep iş için gitmişim. Anam babam gece çıkarken “Nereye?” diye sorduklarında “İşim var” derdim. Meğer Ankara’ya gidesiymişim.
'KIŞ DENEN MEVSİMİN NE OLDUĞUNU ÖĞRENDİM'
Öğretmenlik için İzmir’den ayrılmak önemli bir şeydi benim için. Çünkü o güne kadar okuduğum şeyler, düşündüğüm şeyler vardı. Televizyondan, gazetelerden, dergilerden öğrenilenler. İlk defa gözümüz açıldı diyelim. Yani 24 saatlik bir İzmir-Erzincan otobüs yolculuğundan sonra (Erzincan Seyahat) Erzincan’a vardım ben. 7 Mart 1987. 24 saat bir otobüste olmanın ne olduğunu anladım, geceleri otobüs camlarının buz tuttuğunu gördük orada. Bunlar benim daha önce bildiğim şeyler değildi. Bilinçaltım hemen reddetti tabii her şeyi. Oysa, yıllar sonra anladım ki, açık yürekli olmak, kabul etmek, kucaklamak gerekiyormuş. Kış denen mevsimin ne olduğunu öğrendim. Yoksulluğun sınırlarının ne olduğunu. Bunlar, benim çevremdeki herkesin kolay yapabileceği şeyler değildi.
Orada hem 'gönül ki yetişmekte'deki gibi kendimi tanıma şansım oldu, hem de bu öyle bir koyu yalnızlıktı ki o her Allahın günü bir kitap okunabilecek, geniş zaman kipinde bir dünya. Elimize ne geçtiyse, tabir-i caizse, Cevdet Bey ve Oğulları, Göl İnsanları, Tarık Buğra, Yaşar Kemal, Milli Eğitim Klasikleri, bilmediğimiz büyük isimler öğrendik, yapıtlar tanıdık, 'sihirli kaftan' falan. Bir yetişme, bir pişme, kıvama gelme, erginleşme, hatta erme… Fakat gün geçtikçe en büyük derdimin İzmir’e geri dönmek olduğunu da seziyordum. Bu üzdü beni tabii. Mağlubiyet değildi ama sanki muharebe meydanından barış falan yapmadan çekilmek gibiydi. İzmir büyüdü gözümde. Başka bir yerde yapamayacağıma inandırdı bu deneyim beni. Oysa, değilmiş tabii. İnsan her yerde yaşıyor, hayatının çoğunu cezaevlerinde geçirenler var, kendimizi abartmayalım. İzmir’den büyük bir çağrı vardı diyelim. Elçi tayin ettik kendimizi, yola çıktık ve gittik. Yani böyle bir dünya, öğretmenliğin verdiği tuhaf bir güven ama bunun yanında ilk defa öylesi yoksulluklar, savaşlar, hayat mücadeleleri, çırpınışlar gördüğümüz için de çok şanslı hissettim kendimi.
Sonra bir Amerikan Lisesi macerası başladı. Gümüşhane, Amerikan Lisesi ve askerlik. Bu üç şey beni, kimliğimi belirledi ve etkiledi. Bu üç kurum birbirinden çok farklı olmasına karşın beni haddeden geçirdi. Baklavayla bira, lahmacunla viski içmek gibi dalga geçilecek bir eşleştirme oldu belki ama n’apalım; içerim ben, hiç de umrumda değil. Üç-beş kelime İngilizce bilip çalışmaya başladığımız bir okuldu Özel İzmir Amerikan Lisesi. Orada oturup kalkmayı, çatal bıçak kullanmayı, yemek adabını falan öğrendik. Bunları bugün küçük burjuvalık gibi değil benim geleceğime yaptığım bir yatırım gibi görüyorum. Kibarlık budalası falan da değilim. Ama öğrendiğim her şeyin günün birinde bir şekilde işime yaradığını da gördüm. Yani hayatımda ilk defa önce salatanın getirildiği bir yemeğe gittim ben. Bizim bildiğimiz esnaf lokantası, meyhane ve büfe dışında bir şey yokmuş aslında. Lüks lokantalara, fine dining denen yerlere de hep görmemişlerin peşine takılıp gitmişiz, hesabı da onlar ödediği için “oğlum sen bize şunu, şunu getir” falan demişler. Hesabı onlar ödediği için onların kuralları geçerli olmuş.
Ufak tefek çalışmalar vardı buraya kadar. Çok önemsiz şeyler yazmıştım. Birkaç isim var çok önemli onlar o dönemin İzmir’i açısından da. Reklamcı-şair Tayyar Tırpan, dergici Orhan Doğantuğ. Koskoca bir taverna gibi İzmir’in öbür ucunda Sina Akyol, Mehmet H. Doğan, Tansu Mansur, Arslan Sayman, Bekir Tarık, Osman Akınhay’ın ve Nokta Durağı'ndan dünyayı gören Murat Uyurkulak’ın sohbetleri ve Lale Devri geceleri var. Bir de ikide bir uzak deniz seyahatlerinden dönen Cumhur Orancı var. Butterfly'ın İntihar Seferi, benzeri olmayan bir kitap... Onlardan öğrendiğimiz, hemen eve koşup not aldığımız kitaplar oldu. Bu büyük kavganın, kargaşanın, mücadelenin ortasında yavaş durduğumuz, vaktin yavaş geçtiği, günbatımının, her allahın günü, adım adım izlendiği. Başkaları için okul; doktora, master falan anlamına gelebilir. Bizim yaşadığımız geçme-kalma olmayan bir dünya oldu bu.
'GÜNDELİK HAYATI PART TİME YAŞADIM, EDEBİ HAYATI FULL TİME'
İzmir’de bir yavaş çekim hayat vardı o zaman, şiir bizi gelir bulurdu orada. Daha çok birlikte yazılan şiirlerdi bunlar, çoğu masalarda kaldı. İyi de oldu tabii. Hayat bana hep sen burada geçicisin muamelesi yaptı ya da geçici işçi muamelesi yaptı. Tariş, incir işletmeleri. 1984. Muvakkat. Mevsimlik. Part-time. Orada mevsimlik işçileri, kadınlı-erkekli tanıma fırsatım oldu. Ben hayatı, gündelik hayatı, part-time yaşadım herhalde, şiir öbür yarısını tamamladı ve edebi hayatı full-time yaşadım. Mezar taşı yazıtı gibi ama öyle işte.
1994’te Francesca’yla birlikte onun memleketi olan Pennsylvania’ya geldik. Cem Akaş, Columbia Üniversitesi'ne geldi bir süreliğine. Onunla tanıştık. 6:45 Yayınları, Kaan Çaydamlı özellikle vesile oldu. Blöf Kitap’ı duymuştu, biz de Noktanın Kesişimleri Antolojisi’nden haberdardık. Cem Akaş ufku geniş, sezgisi güçlü birisi. Dünya edebiyatını iyi takip ediyor. Denemekten korkmuyor, denemeye kalktığı şeylerin çoğu kalıcı oluyor. Yeni Yazı da, Tuhaf Etki de bu türden girişimler. İki girişimde de bana takımda yer verdiği için kendimi şanslı sayıyorum.
'BİZİM MEMLEKETTE KÜTÜPHANE GÖRÜLEMEZ ŞEYLER YURDUDUR'
1994 önemli bir tarih. Hem edebiyat yaşamın hem de fani yaşamın açısından. Aradan geçen yirmi beş yılda farklı türlerde (ama öykü ağırlıklı olmak üzere) dokuz kitabın yayımlandı. Biyografindeki bir cümleden devam edelim: “Lehigh Üniversitesi Kütüphanesi’nde arşiv ve nadir kitaplar bölümünde çalışıyor.” Kütüphanecilik eğitimi almadın galiba değil mi? Nasıl kütüphaneci oldun?
Ben 1994’te doğdum ve hemen espri yaptım (Gülüyor). Kütüphanecilik eğitimi aldım. Yoksa nasıl kütüphaneci olayım? Tabii, ne demek istediğini de anlıyorum: Kütüphaneci olunmaz, kütüphaneci doğulur! Amerika’da kütüphaneci olmak için ya da “kütüphanecilik-bilgi bilimi ve teknolojisi” diploması alabilmek için yüksek lisans, master derecesi gerekiyor. University of Pittsburgh’da master yaptım, yani kütüphaneci oldum.
Kütüphanesi camlı bir dolap, camlı bir dolabın kütüphane olduğu okullardan, üzerinde “kütüphane” yazan kilitli bir odanın kütüphane olduğu liseden üniversiteye geçtik. Üniversitede gelip gittiğimiz Ege Tıp Fakültesi kütüphanesiydi. O kütüphanede el yazmaları falan olduğunu duyduk ama göremedik. Göstermediler. Görülemez şeyler yurdudur kütüphane bizim memlekette. Kilitli kapılar, kilitli cam dolaplar, çelik kasalar falan… Amerika’da bir halk kütüphanesi kavramı var, halk eğitimiyle (yani temel eğitimle) birlikte düşünülen demokratik ve hümanist eğitimin bir parçası. Daima haklının ve ezilenin yanında olan kütüphaneciler. American Library Association (Amerikan Kütüphaneciler Birliği) etkinliklerine bakın, bizim dernekler, demokratik kurum ve kuruluşlar falan anaokulu müsameresi kalır yanında. Kütüphaneciler bildirisi, yemini var ki Hipokrat yemininden daha etkili ve ciddi. Biz hâlâ bir akademik kitabı popüler yayınevlerinin basmasını ve çok ucuz olmasını bekliyoruz. Oysa başka ülkelerde bu işler böyle değil. Burada akademik bir kitap 60-70-80 dolar ama profesörler de dahil o kitabı satın alan okur çok çok az, o kitapların alıcısı akademik kütüphaneler. Yüzlerce kütüphane satın alıyor o kitapları…
Bunun şiire, edebiyata katkısı ne? Birincisi, popüler yayınevlerinin akademik yayınlara bütçe ayırmak yerine, yeni, genç, umut veren kalemlere editörlük ve yayıncılık hizmeti sunması, onların eserlerini basıp yayması. Kurumlar, özellikle yükseköğretim kurumları, kütüphanelerine gösterdikleri özen ve itinaya karşılık olarak saygınlaşıyor. Amerika’da “research institute” olmayan okullar pek ciddiye alınmaz, olabilmenin ölçüsü de kütüphanenin hacmi, kapasitesi ve benzeri olmayan koleksiyonları.
Kütüphane bildiğimiz gibi sadece kitaplar dünyası değil. Kütüphane bizim uygarlık tarihimizle en yakın ilişki kurabilmemizi sağlayan mekanizma. Elimize aldığımız nesne olarak kitapla bizi dokunsal olarak insanlık tarihine en kısa yoldan bağlayan bir yurt, bir yuva, bir oba kütüphane. İlim irfan yuvası derlerdi bizim gittiğimiz liseye, İzmir Atatürk Lisesi, öylesi bir tanımlama artık sadece kütüphanelere ait, okullara değil. Maarif Vekaleti o hakkını kaybetti, oralar artık diploma fabrikaları.
'TARİHTEKİ DAHİYLE ARANIZDAKİ SINIRIN KALKTIĞI YER KÜTÜPHANEDİR'
Kütüphanenin aslında en önemli özelliği halk hizmeti, “public service” olması, kitap ve kitabın yerini tutacak koleksiyonlarla bizi ilişkiye sokmanın ötesinde insanlarla iletişime sokması. Bir öğretmen sınıfa girdiğinde genel ahval ve şerait ne olursa olsun sorumluluğu müfredattaki dersi anlatmaktır. Oysa bir kütüphaneci/arşivci kendisine gelen okurun derdinin ne olduğunu anlayıp ona göre bir araştırma stratejisi belirlemek için sorular sorar, “reference interview” denir buna, referans mülakatı. Bir kadın yazarın mavi kapaklı bir kitabı vardı, der okur, siz iki üç soru daha sorar o kitabın ne olduğunu bulursunuz. Ya da 1920’lerdeki iş kazaları hakkında bilgiler ister bir başkası, özellikle demiryoluyla ilgili olanları, aslında aile folklorunda bir tren kazasında öldüğü iddia edilen dedeyle ilgili bilgi bulmaktır asıl amaç, aile tarihi, vs. Bütün bu insanlar hikâyelerle dolu gelir size. Memnuniyetten kendinizden geçersiniz. Siyasetçiler, kütüphanecilerin böylesine saadet dolu bir mesleğe sahip mesut insanlar olduğunu bilse, kütüphanecilik seçimle olur, hemen hile karıştırılır tabii. Hep tekrar ettiğimiz gibi, bilgi özgür olmak istiyor, hem de ücretsiz! (information wants to be free) Bilgiyi sınıflamak, kolay ulaşılır hale getirmek amaç kütüphanecilikte ama temel ilke “Şu kitap/makale/dergi sizde var mı? Varsa nasıl ulaşabilirim? Yoksa bulmama yardımcı olur musunuz?”. Bunun dışındaki şeyler ikincildir, talidir. Yani yaptığımız iş özünde bir bakkalın, kasabın yaptığından farklı değil, arz-talep meselesi ama biz de sonuçta karpuz satmıyoruz. Karpuzun iyisi kötüsü nasıl ayırt edilir, müşteri daha iyi biliyor çünkü (!). Bize gelen biri Darwin’in Türlerin Kökeni’ni görmek istiyorum dediğinde, o kişinin o kitaptan bir iki şey mi okumak istediğini, yoksa Darwin’in kendi elleriyle düzeltmelerini yapıp yayınevine geri gönderdiği “proof copy”yi mi görmek istediğini anlamak için sorular soruyoruz. Arşiv ve nadir kitapların amacı tarihin tanıklığını yapan evrakları koruyup gelecek kuşaklara aktarmak ve yaşayan insanlara da hayatta bir kere cinsinden bir deneyim yaşatmak. Darwin’in kitabını da sadece okumak istiyorsanız zaten internette kolayca bulup okuyabilirsiniz ama onun kitabındaki “hybridity” bölümünün kendi elyazısıyla ilk sayfasını görmek ve kendinizden geçmek istiyorsanız o da var kütüphanemizde… O sayfayı görmek ne sağlar bir insana? Bir dahinin bugün bilimsel ilke diye okuduğumuz kuramını hangi kelimelerle ilk kez dile getirdiğini görmek sıradan bir insanın uygarlık tarihimizdeki en önemli belgelerden birine yaklaşmasının deneyimini sağlar, şahdamarı kadar yaklaşmasının hem de. Servet sahibi olmadan hayatımıza unutulmaz bir an katma şansı tanır kütüphaneler. Tarihteki dahiyle aranızdaki sınırın kalktığı yer kütüphane ve arşivdir.
Yani ne demek istiyoruz kısaca? Kütüphane çok güzel bir kelimedir, Arapça kitapla Farsça hanenin bir araya geldiği. Arapça’da Farsça’da da kullanılmaz bu kelime. Dilimizin zarafetini en iyi temsil eden kelimelerdendir. Kütüphaneleriyle gurur duyan, onları daha verimli, daha kullanışlı hale getirmeye çalışan bir yurdumuz olsaydı keşke, ama Milli Kütüphane'sini bile yaşatamayan bir alt uygarlık oluyoruz yavaş yavaş. Bir kütüphanenin başına nelerin geldiğini gördüğünüz zaman, ülkenin de başına neler geleceğini tahmin edebilirsiniz.
Bir muhasebeci, bir kasap, bir tüccar, bir köşe yazarı, subay, polis, avukat, yargıç şair maaş aldığı mesleği hakkında bir kütüphaneci gibi tutkulu sözler etmez herhalde. Nedenini biraz düşünmek gerekli bunun. Akıllı, dürüst ve çalışkan çocukları kütüphaneci ve arşivci olmak için yönlendirmek gerekiyor. Talim ve terbiye kurullarına duyurulur. Bir gün “Kütüphaneciler Kralı” diye bir filme de katkım olsun istiyorum.
Yirmi beş yıldır günlük hayatını İngilizceyle sürdürüyorsun. Ana dilinden ve memleketteki edebiyat dünyasından uzakta olmak nasıl etkiliyor seni?
Yıllar önce Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Cumhuriyet Kitap Eki için (Bekir Tarık’la birlikte) bir söyleşi yapmıştık. Dağlarca o söyleşide “Ben özellikle yabancı dil öğrenmedim, yabancı bir dilin Türkçemi bozmasını istemedim. Türkçem katıksız kalsın diye, hiçbir şeyin karışmasını istemedim” demişti. Bu saptamayı, ya da itirafı, yıllarca düşündüm ben. Bu acaba bir kolaya kaçış mıydı? Yoksa bir savunma mekanizması mı? Doğru bir cevap mıydı bu edebiyatımıza böylesi bir damga vurmuş birinden gelse de... Konuştuğum insanların kimilerine göre yanlıştı, en azından artık geçerliği kalmamış itiraf. Bazılarına göre de tehlikeli bir ideolojik nasihattı. Bunun tartışmasını uzmanlar yapsın.
Dil genel olarak bütün yabancı diller düşünüldüğünde, Babil Kulesi söz konusu olduğunda, biliyoruz ki, yabancı dil diye bir şey yoktur. Hepsi insan tarafından, insanlar tarafından yaratılmış uygarlık kültürünün parçalarıdır. Ben de şöyle düşündüm, Fazıl Hüsnü nasıl kendi dilini korumak için başka dil öğrenmemişse, ben de kendime “İlhan Durusel kendi dilini, kendi Türkçesini bozmamak için yurtdışına kaçtı. Türkçesi bozuk insanlardan uzak olmak ve onun bildiği, çocukluğundaki Türkçeyi olduğu gibi saklamasını, korumasını, muhafaza etmesini sağladı” diyorum. O hâlâ ahize, plaj, kahvehane, şarapçı, balık lokantası, bakkaliye, arzuhal, eski ruba, falan filan feşmekan der gün içinde kendi kendine konuşurken. Bir kere bile ikinci köprü, üçüncü köprü, Marmaray'dan falan geçmemiştir, Urla-Bademler Susuz Yaz’da bıraktığı gibidir… Necati Cumalı ve Tanju Okan. O kadar.
Benim dedem yüz yıl önce Arnavutça, Türkçe, Yunanca, Boşnakça, Giritlice, biraz da Arapça bilirmiş. Oğlumuz İngilizce, Türkçe, Arapça, Farsça, İspanyolca, (bir dil değil ama) Azerice, biraz da Çince biliyor… Bu iki kişi arasında İlhan tek dilliliği ile övünemez. Kürtçe, Ermenice, Yunanca, Arapça, Farsça, Bulgarca… Şakır şakır konuşabilen insanlar olmalı günümüz Türkiye’sinde de. Bu içe kapanıklık tek dili de bozuyor, çürütüyor. Yabancı lisan ufuk açar, kendi dilinizin tadını yudum yudum almanızı sağlar.
Dağlarca’nınkine benzer bir şeyi Maya Angelou da iddia ediyor, İngilizce hâlâ dünyanın en güzel dili, onunla her şeyi anlatmak mümkün, falan gibi. Başka bir dil bilmeyenlerin sığındıkları kale bu deyiş. Cahilce ve ırkçı bir söylemle alıntı yapıyorlar. Oysa Maya Angelou, o sözlerin öncesinde 7-8 dilde kırık-dökük de olsa derdini anlatabildiğini söylüyor.
Bir adım ileri götüreyim: Çeviri yapmak da insanın anadilinin tadına daha iyi varmasını sağlayabilir bence. Sen İngilizce Edebiyatı'nı takip ediyorsundur. Amerikan Edebiyatı’nı? Öykü özelinde konuşursak neler söylersin? Bir de şunu sorayım: Çeviri yapıyor musun? Senin öykülerin hiç çevrildi mi İngilizceye ya da başka bir dile? Çeviri açısından baktığımızda senin metinlerini çevirmek çok kolay değil bana kalırsa. Çünkü çağrışımlara çok açık, Türkçe’nin belini getiren metinler yazıyorsun.
Dilin belini getirmek sözü çok güzel bir söz. İlhan Berk bu sözü Cemal Süreya için söylemişti sanıyordum. Yani sen beni öyle değerlendiriyorsun bu çok hoş bir şey benim için, çok hoşuma gider böyle bir değerlendirme. Ben dilden aldığım zevki ve hazzı geri vermeye çalışıyorum. Herhalde akla cinselliği, erotizmi getirmesi de bu nedenle.
Dil oynaşan, flört eden, bizi seven, bizden nefret eden, bizi yarı yolda öksüz bırakan bir canlı. Ama ondan başka şansımız da yok, başkalarıyla başka şekilde anlaşma şansımız yok ne yazık ki dili kullanmak zorundayız. “Arrival” filmini birkaç kere izleyin, o filmde evrendeki canlılar ya da bizim canlı yaratık dediğimiz türler hepsi bir dille anlaşmak, iletişim kurmak durumunda. Bu bizim konuşma dili dediğimiz sözler olabilir, sözlerin sesleri işaret karşılığı olan alfabe olabilir, jestler, davranışlar, birtakım baş el-kol hareketleri, baş işaretleri mimikler olabilir... Bu film bana başka şeyleri düşündürdü. Acaba gerçekten öbür dünyalardaki yaratıklar da bizim bilemediğimiz ve hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir şekilde mi anlaşıyor? Yani şeklini şemalini bilmesek de bu yaratıkların, onlarla iletişim şansımız var mı? Anlaşabilme şansımız var mı, anlaşma yapmaya şansımız var mı?
Ve tabii ki Onat Kutlar’ın Bahar İsyancıdır adlı kitabındaki Çevirmen adlı hikâye. Onu unutmak mümkün değil, sadece tercüme açısından da değil. Büyüklerin, yetişkinlerin kuşları tüfeklerle vurmaları var orada, yani evin bahçesinde tüfekle birisi durmadan kuşları vuruyor. Nasıl anlatabilirsiniz ki böyle bir şeyi? Nasıl unutabilirsiniz böyle bir şeyi?
Örneğin ben kendimi çevirdim. Kendi yazdığım şiirlerin bazılarını çevirdim özellikle. Onlardaki ruhu belki de en iyi ben kendim anladığım için kendimi çevirmeye kalktım, buna cesaret ettim. En iyi ben anladığım için demeyeyim de onları ben yazdığım için doğrusu daha kolay çevirdim. Bir başkası çevirse yine de çok yakın bir şeyler çevirirdi diye düşünüyorum. Benim siyah dediğim bir şeye başka birinin beyaz diyeceğini falan sanmıyorum, yani yaklaşık olarak benzeri metinleri üretiriz diye düşünüyorum.
Yani çeviri dediğimiz şey, tercüme dediğimiz şey kültürden kültüre oluyor aslında. Söylenmiş bir şeyi başka bir dilde aynı şekilde aynı duyguyla dile getirmeyi, iyi yapabileceğimizi, kolay kolay yapabileceğimizi ya da herkesin yapabileceğini sanmıyorum. Yani iki üç aylık lisan kurslarıyla olacak bir şey değil bu. Dilinizi iyi anlamadığınız koşulda çeviri falan da yapamıyorsunuz, en gerçek olan şey bu. Çeviri atölyesi falan bunlar hikâye yani bunun kendi dilini iyi bilmekten başka bir yolu olduğunu sanmıyorum.
Çeviriler yaptım ufak tefek şeyler, sadece canımın istediği şeyleri çevirdim. Sadece bana bir anlam ifade eden şeyler. Ruh olarak anladığımı, kavradığımı. Ve beni başka bir dünyaya götürdüğünü düşündüğüm şeyleri çevirdim. Çeviride Ilgaz Anadolulu diye bir isim kullanıyorum. Bunu şimdi buradan söyleyeyim de yarın öbür gün başımıza bir iş gelirse, bu adam kim falan diye kimse telaşa falan düşmesin “Ilgaz Anadolulu yalnız değildir” falan diye kampanyalara falan gerek yok yani. Onun çevirilerini nerede bulursunuz, tabii apayrı bir konu o.
Türkçeden İngilizceye çeviriyi sokak diliyle gündelik işler için yapıyorum genellikle yani günlük yaşama ilişkin şeyler, bayağı metinler, edebi metinler değil. Edebi çevirileriyse bende çok ciddi istek uyandığında ya da Türkçeye çevrilmesini çok istediğim şeyler olduğunda gündemime alıyorum. Steven Millhauser, “Bıçak Atıcı” örneğin ya da Donald Barthelme, “Tolstoy Müzesi’nde”…
Hayatımın büyük bir çoğunluğunu burada geçirmiş olsam da kendimi İngilizce konusunda, Amerikan İngilizcesi konusunda diyelim, o kadar yetkin hissetmiyorum. İngilizce çok güzel bir dil ama benim içinde doğup büyüdüğüm dil değil, günlük hayatı idame etmeme yarıyor. Ama edebi metin kurmaya kalktığımda içimdeki ses bambaşka bir okuyucuya sesleniyor… Kendi yazdığım bir şeyi İngilizce de söyleyebilmem mümkün ancak ben oturup bir şeyi İngilizce yazmaya kalktığımda bu şiir de olsa İlhan Durusel’in yazdığı bir şey olmuyor, belki biraz İlhan Çıtak’ın yazdığı bir şey oluyor ama daha çok Ilgaz Anadolulu’ya ait bir metin.
Yani bir cümleyle öyküye başlayıp örneğin “anneanne bizimle konuşmazdı” gibi bir şey var, Defterdar kitabımızın ilk hikâyesi. Onu ben İngilizce yazmış olsaydım, İngilizce bir cümleyle başladıktan hemen sonra benim aklımdaki insanlar, yüzler bambaşka olurdu ve mekânlar bambaşka olurdu. Yani Amerikan okurları için yazmış olurdum. Hemen başka bir aile tablosu çizilirdi hayalimde, başka insanlar gelirdi hatırıma benim. Öyle bir İngilizce cümleyle başladığında başka yemek odaları, başka turlu misafir odaları, başka sinemalar, garajlar, arka sokaklar gelirdi aklıma... Tabii mutlaka biri sokakta vurulurdu.
Senin zamanında da var mıydı bilmiyorum, ben ilkokuldayken küme çalışması diye bir şey vardı. Türk edebiyatı bir sınıf olsaydı, ben de öğretmen olsaydım, seni Hulki Aktunç ve Sevim Burak’ın arasına oturturdum, aynı kümede olurdunuz. Sen kendini Türk edebiyatı (ya da Türkçe edebiyat) içinde nasıl konumlandırıyorsun?
Tabii ki ben ilkokuldayken de küme çalışması vardı ve galiba en büyük dileğimiz kızların olmadığı kümelere seçilmekti. Sonra ortaokula geldiğimizde kızların daha çalışkan, dürüst ve daha akıllı ve daha yetenekli olduklarının farkına vardık. Evde, sokakta bir toplulukla yaşamayı öğrenmeye çalışanlar, bi-evin-bi-oğlu olanlar için küme çalışması çok önemli. Hemen müfredata yeniden sokulsun. Ben galiba genelde küme yazıcısı olurdum, sözcü, başkan ve üyeler vardı. Sınıf başkanı olmadım hiç yani sınıf başkanlığına layık görülmezdi bizim gibiler. Zaten görülecek olsaydık daha büyük talihsizlik olurdu. Tutunamayanlar’daki Selim Işık gibi erken okul yıllarımızın çoğunda sünepe ve pısırıktık, yani Holden Caulfield değildik asla. Bir ton zorba ve çaçaron arasında sivrilmeden varolma mücadelesi. Özlenecek şey az yani açıkçası o devirden. Temizlik kolu ve Kızılay kolu da uzaktı bizden, inanmayacaksın belki ama kütüphanecilik kolu bize verilmişti bir seneliğine... Bu küme çalışması bana Dinar Bandosu'nu hatırlattı biraz. Dinar Bandosu’nu bilirsin Ece Ayhan’ın meşhur Dinar Bandosu. O bandoda herkese kendi kafasına göre layık gördüğü bir takım görevler verir, onları bir takım çalgılarla eşlerdi Ece Ayhan. Kimini karikatürize eder, kimiyle dalga geçer, kimine de çok ciddi görevler verirdi. Ben Hulki Aktunç’la Sevim Burak arasında otursam, tahmin ediyorum o çocukluk hiç bitmesin isterdim. Öyle, Hulki ve Sevim ayarında çocukluk arkadaşlarım oldu benim. İçlerinden Sevim ya da Hulki çıkmadı, yani kimi tamirci oldu, kimi altılı ganyanda varını yoğunu kaybetti. İçlerinde Sevim Burak’lar ve Hulki Aktunç’lar vardı büyük bir olasılıkla. Ben onlara olan vefa borcumu ödemeye çalışıyorum böyle yazarak, onlara bahşedilmeyen hakkı geri ödemeye çalışıyorum, layık oldukları değeri vermeye çalışıyorum. İşte böyle, bazen yamyamlar arasında bir ömür gibi çocukluğum, bazen de hiç bitmesin istediğim bir atlıkarınca, 48. İzmir Enternasyonal Fuarındaki Lunapark’ta tabii...
Söyleşilerin vazgeçilmez final sorusu ile bitirelim. Düzyazı şiirlerinden oluşan kitabın “Dil Tutulması” yayımlandı en son. Sırada ne var, daha doğrusu tezgahta ne var? Yakın zamanda ne okuyacağız senden?
Biraz zor böyle bir şeye cevap vermek ama isimlerini de söyleyerek cevap vereyim ki gene yarın öbür gün efendim o kitap adı bana ait falan diyen olursa sen de biraz bizi korursun... Öncelikle Bizans’ın İncesazı var, bu bir; ikincisi, Dil Tarih-Coğrafya diye bir kitap var, öyküler; üçüncüsü de benim çok sevdiğim biraz yabana gitmiş ya da yabana gitmemiş de sesimizi istediğimiz yere ulaştıramamış olan Otlar Çağırıyor. O kitaba birkaç bölüm ekleyeceğim. Benim yaptığım, benimle yapılmış söyleşileri ekleyip daha geniş bir deneme kitabı yapacağım. “Aksiseda” diye de bir bölüm eklenecek, senin de yazdığın o güzelim Öykü Gazetesi’ndeki yazılar, böylece belki vesile olur sürdürürüz o yazıları başka yerlerde. “Aksiseda”yı ve “Uzun Sözün Kıssası” başlığıyla söyleşileri de ekleyerek bitirmeyi ve yayınlamayı planlıyoruz --yani uygun görülürse, yayınevinin programına girerse diyelim. Bir de “Solmaz Melek İçin İlahi” var, ya yarın biter ya da mahşere kalır…
Ben çok uzak olduğum için böyle şeyleri her zaman söylemeye fırsat bulamıyorum, sonra önemli lafları iş işten geçtikten sonra hatırlayanlar gibi kendime mahcup oluyorum. Ben çok iyi editörlerle çalıştım, gerçekten çok önemli katkıları oldu benim yazı hayatıma. Tarih sırasıyla verirsek, önce Pelin Özer vardı Alınyazım Kılavuzu’yla, sonra ikincisi her zaman destek olan, yılda bir kere mesaj göndersek, sık arayıp sormasak da, birbirimiz için çok kıymetli olduğumuzu bildiğimiz bir Cem Akaş var Yüz Ünlü Türke Hüzünlü Türküler kitabını Yeni Yazı için basmayı istediği zaman çok sevinmiştim. O kitap büyük bir olasılıkla benim yazı hayatımda ciddi bir değişime yol açtı, bir kilometre taşı oldu. Ve Yapı Kredi Yayınları, Kitap-lık… Murat Yalçın. Onun her zaman destekleyen, her zaman yol açan, sadece bir iki sözcükle de olsa hiza-istikamet gösteren uz yaklaşımı...
Bunun yanında genç arkadaşlar da var, mesela Devrim Çakır, çalışkan ve kararlı. Nil Sakman ve Asuman Susam var, uz görüşlü ve cömert. Bunun dışında, yazdığımız şeyleri zaman zaman gönderdiğimizde hemen ilgi gösterip içten eleştirilerini esirgemeyen Gökçenur Ç. var, sen varsın. Ben kendi adıma editörlerimi çok değerli buluyorum, seviyorum onları, çünkü benim kahveye gidip yazdıklarımı gösterebileceğim bir arkadaş çevrem yok burada. Çok teşekkür ediyorum zahmetin ve içten soruların için. Sen öğretmen olsan dediğin gibi, beni Hulki Aktunç’la Sevim Burak arasında oturtan bir öğretmen olsan, herhalde mezun olup diploma alamazdık ama varlığımızı ilkokula armağan eden insanlar olarak lugazlar, hicivler, koşmalar, şarkılar, hikâyeler ve piyesler yazar, yüksek sesle okurduk. Doğaçlama.