Yoldaş Pançuni'den Soykırım anılarına: Yervant Odyan 150. yaşında
Gazeteci, mizah yazarı Yervant Odyan'ın 150. doğum yıldönümünde ölümünden önce son yazdığı eseri Ermeni Diasporası, Türkçeye tercüme edilerek okuyucularla buluştu. Odyan'ın akla ilk gelen eseri Yoldaş Pançuni'deki karakter ise her ne kadar gerçek bir kişi olmasa da, kendi deyimiyle “devrimci tiplerin yoğunlaşmış genel ifadesi”ydi
Serdar Korucu
Yervant Odyan, 19 Eylül 1869’da İstanbul’da doğdu. Türkiye’de daha çok Yoldaş Pançuni ve Abdülhamid ve Sherlock Holmes kitapları ile tanınan Odyan, Ermeni edebiyatının önde gelen kalemlerinden biri olmasının yanı sıra soykırımdan şans eseri kurtulmuş, “Aziz Nuri” adıyla Müslümanlaştırılmıştı.
Türkçe okur için Yervant Odyan denilince belki de akla ilk gelen eser Yoldaş Pançuni. Bunun nedeni Ermenice yapıtları arasında Türkçeye kazandırılan ilk eseri olması görülebilir. Gerçekten de 1911, 1914 ve 1923’te yazdığı bu üçlemenin ilk ikisi, Yoldaş Pançuni’nin Dzabılvar’a Yolculuğu ve Yoldaş Pançuni Vasburagan’da'nın Türkçeye kazandırılması yaklaşık 90 yılı bulmuş, 2000’de Sirvart Malhasyan tarafından Türkçeye çevrilerek Aras Yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Ancak üçüncüsü, yani Yoldaş Pançuni Sürgünde olmadan. Fakat Odyan’ın Türkiye’de Yoldaş Pançuni eseriyle bilinmesi, –geç başlamış da olsa– bu çeviri serüveninden kaynaklanmıyor. Sadece Türkçede değil, bu ünlü üçleme Ermeni edebiyatında da Odyan’ı hicvin ustası haline getiren yapıtlarından. Pançuni’nin ilk bölümü yayımladıktan sonra Yervant Odyan’ın kendisi de, daha önceki eserlerine nazaran artmış olan ilgiyi sarkastik bir şekilde ifade edecekti:
“Yoldaş Pançuni adı bugün belki de Boğos Nubar Paşa’dan daha popüler. Dzabılvar kahramanı henüz zinde bir yaşam sürerken ölümsüzlük halesiyle bezendi bile. Ünü sınırsız ve otoritesi tartışılmaz.”
Odyan, Pançuni hakkında konuşurken, eserinin inandırıcılığı nedeniyle iki Vanlı Ermeni’nin bu karakterin gerçek olup olmadığına dair iddiaya tutuştuklarını da bir anekdot olarak ekleyecekti. Her ne kadar Pançuni gerçek bir kişi olmasa da yazarının deyimiyle “devrimci tiplerin yoğunlaşmış genel ifadesi”ydi. Bu nedenle ilgi de yüksek olacaktı.
'PANÇUNİ BELA DEĞİL DEVRİMCİ OLACAKTI'
Anahide Ter Minassian’ın da ifade ettiği gibi tarihsel bir anda önemli roller oynayacak iki devrimci Ermeni örgütü Kafkas aydınları tarafından, biri Cenevre’de, diğeri Tiflis’te kurulmuştu: Hınçakyan ve Taşnaktsutyun… Yervant Odyan’ın Pançuni’si de Trabzon’da doğmuş olsa da, “Ermenicenin Kafkas lehçesinde” konuşan, yazarının ifadesiyle “Türkiye’de doğmuş olduğundan, aşlama bir Rus Ermenisi”ydi. Babası ise kitapta adeta “Ermeni milleti” adına oğluna sert çıkacak, bu geç “konuşan” ancak hiç susmayacak oğluna tepki gösterecekti:
“Babası, oğlunun tuhaf gidişini görüyor, çoğu zaman dişlerini gıcırdatarak bağırıyordu: ‘Bela olacaksın, bela…’ Zavallı adam iyimserliğinde yanılıyordu. Pançuni bela değil, devrimci olacaktı.”
Yervant Odyan’ın Yoldaş Pançuni'si, babasından kalan mirası “yiyen”, kendi payını İstanbul’da har vurup harman savururken zenginleşen ağabeyine bakınca kitaptaki ifadeyle “kapitalizmin ne cehennemi bir adaletsizlik olduğunu ve servetin eşit dağılımının ne denli gerekli olduğunu” kavrayan ve “artık sosyalist” olan, ağabeyinin 1895’teki Trabzon’daki katliamlara kadar gönderdiği parayla Avrupa’yı gezen ancak işleri bozulup para gönderemeyince yine yazarının ifadesiyle, “denize düşen yılana sarılır” misali, “aç kalan devrimci olur” şeklinde kendine bir ideal belirleyen bir gençti.
Ermeni edebiyatında Hagop Baronyan’dan sonra hicvi ile ilk akla gelen isim olan Odyan’ın tüm maharetini göstererek oluşturduğu bu karakterin en önemli özelliği, Batı’daki sosyalist hareketin karşı çıktığı dinamiklerin geçerli olmadığı coğrafyada yaşamasına rağmen, bunlar üzerinden düşmanlar yaratabilmesiydi. Mesela bugün Elazığ’ın Bahadırlar köyü olarak bilinen Dzalbıvar’ın yardımsever din adamı Der Sahak’ı “Ortaçağ Cizvitliğinin kara ruhlu temsilcisi” ya da bölgenin önde gelen zengini Res Serko’yu “pis burjuvazi” sınıfının örneği olarak temsil etmeye çalışacaktı. Fakat aslında bu imkansızdı. Der Sahak sürekli onunla toplum arasında köprü olmaya uğraşacak. Res Serko ise Pançuni’nin istediği “ihbarcılık, hainlik ve yer gelince zorbalığa başvuran” birisi olmaktan uzakta kalacaktı. Öyle ki kendisi “muhtar olarak köye polis getirilmesine kesinlikle izin vermeyeceğini, dahili kavgalar için hükümete başvurmaktansa ölmeyi tercih edeceğini” söyleyecek, “Hristiyan Ermeniler olarak birbirini sevmeleri gerektiğini” vurgulayacaktı. Ancak Pançuni için bu baş edilemez bir tavırdı, tutumunu “Kapıyı açık bulsak bile önce kırıp sonra gireceğiz” sözü ile anlatacaktı.
Ermeni toplumun 20. yüzyılın başında karşı karşıya olduğu gerçek tehlikeler karşısındaysa Pançuni sürekli geri adım atıyordu. Mesela Dzalbıvar’a Türk subayı gelince “Türk kardeşlerimize tabii ki karşı koymadık” diyecek ve birdenbire köydeki Ermeni toplumunu karşısına aldığı büyük eylemine son verme kararı verecekti. Ya da kendisini ağırlayan fakat köylerinden çıktıktan hemen sonra soyan Kürt aşiretlerine sesini çıkaramayacak, Dzalbıvar’ın sonunu da yine bölgedeki hassas Ermeni-Kürt dengesini bilmemesi getirecekti. Dzalbıvar hikâyesinde yıkılan, yakılan köyü ardında bırakırken hiç de suçluluk hissetmeyecekti, çünkü ona göre “Yüce fikir savaşı ilk kurbanlarını vermiş”ti ve “Kan aktı ve sınıf mücadelesinin tarlalarını suladı” diyecekti. Sıra Vasburagan’a gelince, İstanbul’daki Ermeni toplumunu taşranın gözünde şeytanlaştıracak, ruhban sınıfını hedef alarak Pıçiç köyündeki Surp Vartan Manastırı’na el koyarak onu “Kropotkin Manastırı”na dönüştürerek, tüm bu süreçte ona bölgenin gerçeklerini, yani Ermeni toplumun aslında Kürt saldırganlara karşı harekete geçmesi gerektiğini söyleyen, “son zamanlarda Vasburagan’da öldürülen köylülerin, kaçırılan Ermeni kadınlarının ve talan edilen köylerin isimlerini” sayan biri çıktı mı, onu “provokatör maskara” olarak yaftalayıp üzerine yandaşlarını saldırtacaktı.
Kendi toplumu içinden çıkan devrimci hareketleri böylesine sert eleştiren ancak kitabının başına “Henüz gelişim sürecini tamamlamamış, dahası işlevselliğinin en ateşli döneminde olan bir hayatı kusursuz bir biçimde sergilemek, hele böyle bir hayatı yargılamak, üzerinde fikir yürütmek, düşüncesizlik ve cüretkarlıktır” notunu da düşmüş olan Odyan’ın adı Türkiye’de 2014’te bir kez daha gündeme geldi. Çünkü Everest Yayınevi Abdülhamid ve Sherlock Holmes'ü basacaktı.
Kitap basıldığı dönemde Türkiye medyasının tüm kesimlerinin ilgisini çekti. Sonuçta başrolde olanlardan biri AK Parti’nin belki de Osmanlı tarihi içinde en çok ilgi gösterdiği padişah olan II. Abdülhamid’di. Diğeri ise bir polisiye roman tutkunu olan II. Abdülhamid’in hayranı olduğu dünyanın en ünlü dedektifi Sherlock Holmes’tü. Ve bu ikiliyi 1911’de bir araya getirense, ünlü Ermeni Milleti Nizamnamesi’nin yazarlarından Krikor Odyan’ın yazar ve gazeteci yeğeni Yervant Odyan’dı. Yani basının ilgisi normaldi.
'HOLMES, BİR SÜRE SONRA İTTİHAT VE TERAKKİ SEMPATİZANINA DÖNÜŞECEKTİR'
Roman, II. Abdülhamid’in hafiye teşkilatına bağlı adamlarının birbiri ardına ölü bulunması ile kendini şüphede hisseden “vesvesesi” ile ünlü Sultan II. Abdülhamid’in cinayetler için Sherlock Holmes’e başvurmasıyla başlıyordu. Holmes’ün yanıtı netti: “Bu cinayetler hafi (gizli) ve kuvvetli bir cemiyet tarafından siyasi bir maksat ile icra edilmektedir. Bu maksat ise hükümetin idâre-i hâzirasını (mevcut yönetim) tebdil (değiştirme) ve yerine serbest bir idare ikame etmek içindir!” Ancak Sultan’ın cinayetleri çözmesi için çağırdığı Sherlock Holmes, bir süre sonra İttihat ve Terakki sempatizanına dönüşecektir. Zaten kitap da, II. Meşrutiyet dönemi edebiyatındaki diğer örnekler gibi Hamid’in Osmanlısı’na karşı eleştiriler içermekteydi.
Mesela İzzet Paşa, “Yeryüzünde Türkiye gibi hafiyelik idaresiyle şöhret-şiar (meşhur) hiçbir memleket yoktur” deyince Sherlock Holmes, “Evet, o husus bence de malumdur. Türkiye ahalisinin yarısı, diğerleri hakkında hafiyelik ederek geçinmektedir” demekteydi. Sultan’ın kendisine gelen jurnalleri “benzi atarak” okuyuşlarının da tasvir edildiği kitapta, II. Abdülhamid karşıtlarının ağzından “canavar Hamid’in cehennemî siyah canı intikam sevdasına doymamıştı”, “Zevcimi ve içi çocuklarımı gasp etmiş olan o hun-rîz (kan döken) canavar Abdülhamid ve vatanımı yıkan sizin gibi kimseler ilelebet kahrolsun!” ya da “her gün envaî riyakarlıkla tarafını kuşandığınız zalim hükümdarınız olduğu halde ancak siz vatanı ecnebilere satıyorsunuz” ifadeleri yer alıyordu.
Romanda dikkat çeken bir başka önemli konu da işkence sahneleriydi… Yervant Odyan, II. Abdülhamid döneminde sıklıkla eleştirilere neden olan işkenceyi romanında sadece tek bir sahneyle de geçiştirmiyor, bazen kırbaç darbeleri ardından alevde kızdırılmış demirlerle uygulanan işkenceyi, “Evvela mahzen içinde bir yanık kokusu ve sonra bez parçası kokusu çıktı ve bunları müteakib korkunç bir sada işitildi” diye tasvir ediyor; bazense “mangalın içinde ateş kesilmiş bir demir parçası çıkarıp kol ve ayakları üzerinde birer cellat oturmuş olduğundan kımıldanamayacak bir hale gelmiş olan bedbaht gencin çıplak göğsüne bastı. Canhıraş bir feryat odayı titretti. İnsan vücudunun yanmasından hasıl olan bir koku ile bir duman odayı doldurdu” diye ayrıntılandırıyordu.
Sultan’ın İttihat ve Terakki cemiyetine karşı iddialar yaydığı da romanda yer alanlar arasında. Bunlar arasında biri özellikle dikkat çekicidir ve Odyan tarafından şu sözlerle aktarılır: “İttihat ve Terakki cemiyetinin maksadı Avrupa-i Osmanî’de anasır-ı gayr-i müslimeyi (gayrimüslim unsurlar) mahvetmek.” Halbuki 1911’de yazılmaya başlanan ve 1912’de kitaplaştırılan bu iddia, birkaç yıl sonra gerçekten de İttihat ve Terakki yönetimi tarafından uygulamaya konulacak, kıyıcılıkta II. Abdülhamid döneminin de ötesine geçilecekti. Tıpkı yine Odyan’ın bu kitapta Sultan’ın ağzından aktardığı gibi: “Tabii Avrupa’yı taklit ederek idareyi benim elimden almak isteyecekler. Haydi buna da razı olayım fakat eminim ki az zaman geçmeden benim idare-i maslahat-ı (iyi kötü idare etmek) siyasetimi bile yana yana arattıracaklardır.”
Fakat roman iyimser bitmekteydi. Öyle ki II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine kendini “hürriyeti seven bir milletin evladı” olarak tanımlayan Sherlock Holmes, Çamlıca’nın yüksek bir mevkiine çıkıp kendi kendine bir nutuk atacaktı:
“Mazinin seyyiâtını (kötülükler) temizlemek, Osmanlı milletini eski şan ve şevketine isâl etmek (kavuşturmak) için çalışan, işte yine biz İngilizleriz. Ey millet-i Osmâniye! İngilizleri sev! Zira seni seven onlardır. Ve sen ey İngiltere! Ey meşrutiyet-i idarenin mucidi olan millete Osmanlılara meşrutiyet-i hakikiyelerini tesis için medeniyetin, dostluğun uhdene tahmil ettiği (yüklemek) vazifeyi ifa et! Ey hür Osmanlılar! Ey meşruti Türkiye! Seni tebrik ederim!”
1894 Sasun ve 1895-7 Katliamları nedeniyle adı “Kızıl Sultan”a çıkan II. Abdülhamid’e karşı muhalefetin ve Batı’nın sıcak baktığı İttihat ve Terakki’nin yanında durmak normal görünse de, gelecek günler Yervant Odyan’ın tahmin ettiği gibi ilerlemeyecekti. Osmanlı ve İngiltere I. Dünya Savaşı’nda ayrı cephelere düşecek, İstanbul yönetiminin elinde toprakların büyük bölümünde kendi denetimini kuran da yine Londra olacaktı. Üstelik bu savaş sırasında İngiltere’ye karşı Osmanlı yönetimindeki isimlerden biri, kitapta II. Meşrutiyet’in mimarlarından biri olarak kahraman diye gösterilenlerden Sai Bey adıyla anılan Talat Paşa’ydı.
“Bu zat ûmûr-ı idarede (idari işler) bulunarak vatana hizmet için sırf hiss-i vatanperveri ve merdâne (mertçe) ile hidemât-ı hasenede (faydalı hizmetler) bulunmak emeliyle hatta nezaret mevkisine kadar tereffu eylemiştir (yükselmek). Tecârib-i âdide (birçok tecrübeler) ile komitacılık ve umûr-ı siyasiyenin (siyasi işler) başka başka şeyler olduğunu anlamış ve vatanının menfaati, mevki- iktidardan çekilmesini istilzam eylediğini (gerektirmek) bile takdir ve mücehhez (donanmış) olduğu hamiyet ve büyüklük iktizâsı (ihtiyaç) olarak nüfuz ve mevkisini mücerreb (deneyimli) zatlara terk etmekte tereddüt göstermemiştir.”
'YETİMLER, SİZİ ÇOK SEVİYORUM'
Romanda II. Abdülhamid’den saklanırken “Diğer inkılapçılar gibi bir Alman ailesinin yanında ikamet ettiğini” söylediği Talat Paşa, savaşa Almanların yanında girecek, Odyan’ın kitabı yazmaya başlamasından yaklaşık 4 yıl sonra, 1915’teyse Ermeni Soykırımı’nı başlatan isim olacaktı. Bu dönemde Yervant Odyan’ın hayatı tamamen değişecekti. Her ne kadar soykırımın anma gününe dönüşecek olan 24 Nisan’da bir süre saklanarak kurtulmuş olsa da… 26 Ağustos’ta İstanbul Şişli’deki evinde tutuklanması ardından yaşadıklarını ise Odyan’ın Türkçeye çevrilen eserlerinden okumak şimdilik mümkün değil. Ancak, bu dönemi aydınlatan kitaplardan biri Yervant Odyan’a ait olmasa da onunla ilgili bir hatıra içeriyor. Aras Yayıncılık’tan 2016’da çıkan Klemans Zakaryan Çelik’in Türkçeye kazandırdığı Antranik Dzarugyan’ın Çocukluğu Olmayan Adamlar kitabında, yazar Halep’teki yetimhane günlerinde adını bilmeden karşılaştığı Yervant Odyan ile ilgili anısını aktarıyordu. Yetimhaneyi ziyaretiyle ilgili…
“Konuşsun, gülsün ve güldürsün diye bekliyorduk. Ağzını açar açmaz gülmeye hazırdık. Hep gülen bu adama hayalimizde neler neler yakıştırmıştık! Oysa karşımızda ciddi ve düşüncelere dalmış bir adam vardı; tıpkı Hayrig gibi siyahlara bürünmüştü. Burnu da olmasa tam bir hayal kırıklığıydı. Biz küçüklerin dikkati adamın burnunda bize vaat edilmiş eğlenceyi bulabileceğimiz yegane noktaya toplanmıştı. Uzunca ve ıstıraplı bir çabanın ardından nihayet adam ağzını açtı.
“Çocuklar … yetimler…”
Tekrar sustu. Ellerini çözdü, mendilini tekrar çıkardı, göğe baktı, dönüp yerine oturmak istedi ancak Hayrig izin vermedi. En küçükler gülünecek bir şey olduğunu ve gülünmesi gerektiğini zannedip gülmeye başladılar. Ancak mayriglerin asık suratını görünce anında gülmeyi kestiler.
Konuk ikinci kez, bu sefer biraz daha yüksek sesle konuşmayı denedi.
“Yetimler, sizi çok seviyorum…”
Tek bir kelime daha etmedi.
(…)
Der Zor’dan yeni dönmüş, büyük çile çekmiş bir Ermeni yazar kendi soyundan binlerce yetime ne söyleyebilirdi? Her bahar Fırat’ın azgın sularının ana babalarının kemiklerini parça parça attığını gören o yetimlere…”
Yervant Odyan’ın o gün söyleyemediklerini, Kevork Taşkıran tarafından Türkçeye kazandırılarak, Kor Yayınları tarafından yayımlanan Ermeni Diasporası kitabında bulmak mümkün. Her ne kadar, Kasım 1918’de kaleme aldığı bu satırları, 1924-1925’te yayımladığı kitapta yer almasa da…
“Selam sana Ermeni halkı, -tövbe… selam size Ermeni kalıntıları- uzaktan, çok uzaklardan geliyorum.
Der Zor’dan geliyorum, köprüsünden üç yüz bin Ermeninin geçtiği ve onlardan yalnızca bin beş yüz kadın ve çocuğun sağ kaldığı Der Zor’dan.
Osmaniye’den geliyorum, sağanak yağmur altında altmış bin Ermeninin kamçı darbeleriyle dağdan dağa sürüklendiği Osmaniye’den.
Pozantı’dan Tarsus’a uzanan, felaketlerin kol gezdiği yoldan geliyorum. Çam diplerine anaları tarafından terk edilmiş yeni doğmuş bebelerin, gözlerimizin önünde sırtlanlar ve köpeklere yem olduğu o felaketlerle yüklü yoldan.
Halep’ten Der Zor’a uzanan o lanetli çöllerden, on binlerce Ermeninin üç yıl boyunca çadırlarda hummadan, tifüsten ve dizanteriden kırıldığı o lanetli çöllerden geliyorum.
Sebil’in çadırlarından geliyorum. Aç ebeveynlerin kendi öz evlatlarını mezata çıkardığı ve on yaşındaki kızların altmış paraya satıldığı Sebil çadırlarından.
Suriye’den geliyorum. Yüz binden fazla Ermeninin yol edilme tehdidi altında tanrılarını inkar ettiği Suriye’den.
Hama’dan, Humus’tan, Meskene’den, Hammam’dan, Miyadin’den, El Buserâ’dan, Sultaniye’den, Konya’dan, kırk-elli bin Ermeni yetimin Türk evlerindeki kafeslerin arkasından “Mayrig mayrig” diye feryat ettikleri ellerden geliyorum.
Yeghern’in o cehennemsi yörelerinden geliyorum. Zohrab’arın, Agnuni’lerin, Khajag’ların, Zartaryan’ların, Siamanto’ların, Varujan’ların, Sevag’ların, Dağavaryan’ların, bir halkın tüm “beyni”nin, Leng Timur’ların, Cengiz Han’ların ünlerini layıkıyla taşıyan ardılları tarafından paramparça edildiği o cehennemden geliyorum.
Selam size Ermeniliğin kalıntıları”
150. doğum yıldönümü bugün geride kalıyorsa da bu özel günde en önemli dileklerden biri belki de Yervant Odyan’ın soykırım sürecinde yaşadıklarını aktardığı Lanetli Yıllar kitabının Türkçesinin en yakın zamanda okuyucusuyla buluşabilmesi olacak. Aras Yayıncılık’ın önümüzdeki aylarda yayımlayacağını duyurduğu bu kitap çevrilene kadarsa Türkçede, Odyan’ın kaleminden 1915’in Kasım ayının sonunda Islahiye yolunun cesetlerle, terk edilmiş çocuklarla ve annelerinin cansız bedeninin yanında ağlayan bebeklerle kaplı olduğu, Sebil kampında her sabah bir önceki gece ölenlerin cesetlerinin atıldığı çukurdan bahsedişi ya da hayatını kurtarmak için bir süreliğine mecburen İslam’ı kabul edip Aziz Nuri adını almak zorunda kaldığı okunamayacak.