Cemil Kavukçu: Bir taslak yapmadan yola çıkıyorum
Türkiye'nin öncü öykü yazarlarından Cemil Kavukçu'nun son kitabı Balyozla Balık Avı, Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kavukçu, "Mekân ve kahraman ilişkisi öykü geliştikçe kendiliğinden kuruluyor çünkü ben önceden bir kurgu, bir taslak yapmadan, bir yol haritası belirlemeden çıkıyorum yola. Bu nedenle yazmam için beni tetikleyenler mekân ve karakterlerden çok çağrışımlarla oluyor; ses, görüntü, yağmur, rüzgâr, müzik, izlediğim film ya da rüya gibi" dedi.
“Balyozla Balık Avı”nda Cemil Kavukçu, taşrada ve kentte geçen hikâyeleri harmanlıyor, fantazyanın da büyücülüğünü kullanarak yeni bir gerçeklik yaratmanın peşine gidiyor. Hep kendinin farkında, yaşadığı dünyanın ayırdında olan “kişilik sahibi” karakterleri odağına alarak, onların öykülerini sahici bir dille aktarırken, savrulmayan, dizleri üzerine çökmeyen “şahısların” ayakta kalma çabalarını gözler önüne seriyor. Hayatın çepeçevre sardığı, kendiyle ve yaşamla sorunları olan kahramanların öykülerini okurken, kendi küçük hayatımızdaki ufak hislerimizi tanımlama çabalıyor, kodlamaya çalışıyoruz.
Kavukçu ile son öykü kitabı “Balyozla Balık Avı”nı konuştuk.
Bir önceki kitabınızdan sonra sizinle yaptığımız röportajda, “Ben hep heybesi boş dolaşanlardanım. Dolaşıyorum. Bir gün doldurursam yeni bir kitap daha çıkar ortaya” dediniz. Bu günlerde, Balyozla Balık Avı isimli son kitabınızı yayımladınız. Bir yazar olarak, heybenizin dolup dolmadığına, öykülerinizin “anlatılır” olup olmadığına nasıl karar veriyorsunuz?
Bundan önceki kitabım “Yüzünüz Kuşlar Yüzünüz” 2017’de yayımlanmıştı. Birçok söyleşide dile getirdiğim gibi, heybem boşalınca artık yazamayacakmışım gibi geliyor. Bu süreçte bir öykü kapımı çaldığında yeni bir kitabın yolculuğunun başladığını düşünemiyorum çünkü o öyküyü bitirdikten sonra uzun süre kalemi elime almadığım çok oldu. Bir kitap bütünlüğüne oluşacak sayıda öykü birikince aynı çatı altında iyi geçinmeleri için hepsini yeni baştan ele alıyorum. Öyküler arası montaj gibi bir şey, birbiriyle bağlantı kuranlar, ilmek atanlar oluyor. Tekrar tekrar başa dönerek yazıyorum, neredeyse öyküyü ezberliyorum. Yayımlandıktan sonra ise birbirimize yabancılaşıyoruz. Hiçbir kitabımı elime alıp baştan sona okumadım.
Kitabınızda yer alan öykülerin çoğu taşrada geçiyor. Mekân ve kahraman ilişkisini nasıl kuruyorsunuz? Zihninizde ilk olarak karakter mi beliriyor, yoksa onun içinde yaşadığı ortam mı?
Mekân ve kahraman ilişkisi öykü geliştikçe kendiliğinden kuruluyor çünkü ben önceden bir kurgu, bir taslak yapmadan, bir yol haritası belirlemeden çıkıyorum yola. Bu nedenle yazmam için beni tetikleyenler mekân ve karakterlerden çok çağrışımlarla oluyor; ses, görüntü, yağmur, rüzgâr, müzik, izlediğim film ya da rüya gibi. Günlük yaşamda önemsizmiş gibi görünen o ayrıntı aniden üzerine sihirli bir ışık düşmüşçesine farklı bir anlam kazanıyor ve onun henüz yazılmamış öyküye ait olduğunu anlıyorum. Kafamda uzun süre taşıyamayacağım için hemen sözcüklerle yazıya dönüşmesi gerekiyor. Öyküye ait parçalar biriktikçe kendi aralarında bir düzen kurmaya çalışıyorlar. O zaman bütün bunların yerleştirileceği bir mekân ve onları kullanacak bir karakter gerekiyor.
'İÇERİDEN ANLATAMAYACAĞIM KONULARA YÖNELMENİN HADDİMİ AŞACAĞINI BİLİYORUM'
Kitabınızda yer alan öykülerin tamamı erkeklerin gözünden anlatılıyor. “Daha iyi anladığınız” karakterleri anlatmakta daha rahat olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Yeterince tanımadığım, gözlemleyemediğim, içeriden anlatamayacağım konu ve kişilere yönelmeye kalkışmanın haddimi aşacağını biliyorum. Okuyarak edinilmiş birikimden destek alarak bir şeyler yazılabilir belki ama sahici ve içten olmaz. Ele aldığım kişiler karşımda ete kemiğe bürünmüş olarak belirmeli ki ben de onları okura gösterebilmek için elimden geleni yapayım.
Öyküleriniz yer yer somut gerçekçi, yer yer de fantastik bir yapıya bürünüyor. Bu ikisi arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz? “Söz”ün inandırıcı olması için “yalana” ihtiyaç var mı?
Günümüzde yaşananlar öylesine karmaşık ki, neyin somut, neyin fantastik olduğunu ayırmak çok güç. Andre Breton gerçek yaşamın aslında gerçeküstü olduğunu söyler. Sözün inandırıcı olması için ihtiyaç duyulan tek şey içtenliktir bence. Okurun güvenini kazanırsanız söylediğiniz hiçbir şeyi yadırgamayacaktır.
Çok azı hariç, öykülerinizin tamamı birinci tekilden anlatıyor. “İlk ağızdan” aktarılan bir hikâyenin, hem yazardaki hem de okurdaki karşılığı nedir sizce?
Genellikle “ben” anlatımla yazıyorum öykülerimi, sonuçta bir tercih bu. Sahiciliği artırmada payı olduğu gibi anlatılanların yazarın başından geçmiş gibi algılanma olasılığı da var. Bunu öykü belirliyor aslında. Bazı öykülerimi ilk ağızdan yazmayı denediysem de başarılı olamadım ve üçüncü tekille yeni baştan yazdım. Okurdaki karşılığını bilemiyorum, daha doğrusu okura yönelik bir seçim değil bu.
Öykülerinizdeki –odakta olan- karakterlerin birçoğu kendinin farkında olan, yaşadığı hayata yer yer yabancılaşıp sorgulama yapan kişilik hallerine sahip. Bu bir edebi tercih mi? “Hikâyesi anlatılmaya değer olanlar”, kendinin ayırdında olanlar mıdır?
Öykülerimdeki karakterlerin ortak noktası bir edebi tercih değil, beni çeken yanları yaşamla ilgili sorularımı çoğaltan, yanıt aramaya yönlendiren unsurları barındırmaları. Semih Gümüş’ün deyişiyle, yazar ağrıyan yanını bulmalıdır. Hikâyesi anlatılmaya değer olanlar ve olmayanlar gibi bir ayırım yapılamaz. Her insanın ve insan eli değen her nesnenin anlatılmaya değer hikâyeleri, yazılmayı bekleyen öyküleri vardır.
Balık, kirpi, at, kaplumbağa gibi pek çok hayvan öykülerinizi anlatırken odağa aldığınız veya yardımcı birer karakter olarak kodladığınız canlılar… Hikâyelerinizi okurken, yazarın hayvanlara dair bir duyarlığı olduğunu da görüyoruz. Yazarlığınızı bir yana bırakırsak, yaşamla ilişki kuran insan Kavukçu’ya soruyoruz: Küçük bir akvaryumda bütün gün git-gel yapan bir balığa tek paragraflık bir mektup yazacak olsanız, ne söylerdiniz?
“Merhaba Rib,Bir adın var mı bilmiyorum ama ben sana Rib dedim. Bir dişçinin bekleme salonunda, yarım saattir karşında oturuyor ve sana bakıyorum. Hareketlerini izleyerek dilini anlamaya çalıştım ama bir sonuca varamadım. Arada su yüzeyine görünmez iplerle bağlıymış gibi hareketsiz duruyor, sadece gümüş rengindeki şeffaf kuyruğunu bir yelpaze gibi ağır ağır sallıyorsun, sonra birden fırlıyor şaşkın şaşkın dolanıyorsun akvaryumun içinde. Dünyan o kadar ama onun dışında başka bir dünyayı, bu salona gelip kaygılı ya da korkuyla sırasının gelmesini bekleyen insanları görüyorsun. Bir kısmı, belki çocuklar, dişin olmadığı için ne şanslısın küçük balık diyorlardır. Ben ise canının sıkılmadığını, akvaryumdan başka dünya tanımadığını, büyük balıklara yem olmayacağını düşünerek şanslı buluyorum seni. Buraya gelenler gibi çıkıp gideceğin bir kapın, dışarıda başka bir dünyan yok. Ama sana bir sır vereyim mi Rib, hepimiz koşulları günden güne ağırlaşan akvaryumlarda yaşıyoruz. Adımı seslendiler, sıram gelmiş. Dişçi koltuğunda gözlerimi yumup kendimi senin yerine koyacak ve o akvaryumdan bizim akvaryumumuza bakacağım.
Hoşça kal Rib.”
'BİR YAZ DAHA BİTTİ...'
Bu aralar günleriniz nasıl geçiyor? Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?
Bir yaz daha bitti. Okumak istediğim kitaplara her gün yenileri ekleniyor. Birçoğunu okumaya ömrüm yetmeyecek ona üzülüyorum. İki yıl önce başladığım ama ancak yarısına gelebildiğim bir çocuk romanı var elimde. Yıl sonuna kadar onu bitirmeyi düşünüyorum.