Kelimeler ve taşlar

Murat Özyaşar'ın "Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikâyeleri" kitabı okurla buluştu. Özyaşar, kitapta Diyarbakır hikayelerini ‘olay’ üzerinden değil, olayın dildeki karşılığı üzerinden anlatırken 'bunca enkaz ve felaketten geçmiş bu toprağın çocuğu olarak’ tanımlamasıyla söylüyor söyleyeceğini...

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Ergenç

“Yazı aslında yüzeyin üstündeki bir çatlaktan başka bir şey değildir.”

Roland Barthes

Murat Özyaşar’ın dili merkeze koyan, edebiyatın her şeyden önce bir dil-çalışması olarak gören bir yazar olduğunu, onu son dönemin mühim hikayecilerinden biri yapanın da bu olduğunu biliyoruz. Özyaşar dilin sadece edebi değil, ontolojik ve politik gücünün de farkında olduğu için, aslında nasıl bir ‘varoluşsal ve ideolojik bir aygıt’ olduğunu bildiği için edebiyatında temelde iki şey yapıyor: birincisi, dilin kendisini bir varoluş alanı olarak kullanıyor, karakterlerini dille inşa edip, dili kurucu-varoluşsal bir araç olarak kullanıyor. İkincisi, politik durumu dil üzerinden okuyup, politik mücadelesini kelimelerin anlamları ve dil-aygıtına yakalanmamak üzere kuruyor. Sarı Kahkaha ve Ayna Çarpması temelde böyle ‘dil-çalışması’ hikayeleriyle doluydu. Bu açıdan Bilge Karasu, Latife Tekin, H. Ali Toptaş ve Vüsat Bener gibi ‘dilci’ yazarlara yakın duruyordu. Bir hikayede şöyle bir şey diyordu: Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri vardır. Bu anlam-cümle ilişkisini ters yüz etmek, dile ‘temsil’in ötesine geçen müthiş bir yaratma gücü sunuyor.

Hikaye kitaplarından sonra yayınladığı Aslı Gibidir: Diyarbakır Hikayeleri adlı kitabında da bu dil çalışmasının ve ‘dilci’ hassasiyetin varlığı yoğun bir şekilde görülüyor. Diyarbakır hikayelerini ‘olay’ üzerinden değil, olayın dildeki karşılığı üzerinden anlatıyor. Bu bakımdan, temelde dilsel anlatılar bunlar. Dünyaya dilden bakan bir ‘homo-lingua’ olarak yazarın dil üzerinden ve dil aracılığıyla kurduğu anlatılar. Hikaye her ne olursa olsun, yazar hep dilin farkında. Dili adeta (adeta değil, evet düpedüz) somut olarak görüyor, tadıyor, hissediyor. Biraz uzak bir benzetmeyle şöyle anlatayım: Proust’un karakterlerini yazarken onları bir hafıza koridoruna sokması gibi, Özyaşar da bir dil koridorunda dolaşıyor. Dilin varlığı, etrafı çevreleyen esas ya da kitabın adına referansla ‘asıl’ şey oluyor. Dil ile eylem arasındaki mesafe azalırken, dilbilim bir bakıma ‘eylembilim’le (Oğuz Atay’ın o yarım kalmış romanı için bulduğu şahane isim) iç içe geçiyor. Ya da dilbilim eylembilime yol açıyor. Ya da eylembilim, dilbilimde karşılık buluyor. Eylemi anlamak için yapılan bir dil çalışması bu: dilin eylem (ve durum) üzerindeki izleri.

Bu dil çalışması için, Özyaşar en çok etimolojiye meylediyor. Kelimelerin anlamları ve tarihleri üzerinden gerçekliğe ulaşıyor ya da gerçekliğin (ya da vaziyetin diyelim) dile düştüğü izlerin izini sürüyor. Etimoloji kelimesinin etimolojisini hatırlamak bir ipucu daha verebilir: ‘etymon’ işin özü, aslı demektir. Etimoloji çalışması da anlamın aslına ulaşmaya çalışan arkeolojik bir kelime çalışmasıdır. Özyaşar kitabın adını Aslı Gibi diye koyarken bunu düşündü mü bilmiyorum ama etimolojik bir ‘aslına inme’ operasyonu kitaptaki temel hatlardan biri. Tarihsel ve dilsel manzaraya doğru bir aslına inme çalışması yapmadığı yerlerde de, şimdiki zamana, mekana, şehre, Diyarbakır’a dil üzerinden giriyor. Murat Özyaşar için Diyarbakır’ın kapıları dil anahtarıyla açılıp kapanıyor, desem yeridir. *

DİL SARHOŞLUĞU YA DA AYIKLIĞI

Dil meselesinde şunu söylemek lazım: Özyaşar her ne kadar dile düşkün olsa da dil labirentlerinde kendini kaybeden ‘deneysel’ bir yazar değil. Dil deneylerine sığmayan ya da dil deneylerinin ‘hafif’ kaçacağı bir ağır ya da acı bilgi hafızasıyla yazıyor. O yüzden mevzu dil olunca, hem sarhoş hem de ayık, demek mümkün. Dil sarhoşluğu şahane bir romantizm ihtimali barındırıyor olabilir ama romantizm bazı yazarlar için soğuk ve tatsız bir duvara toslayabiliyor. Ama işte tam da bu ikili hal, diyalektik gerilim demekten imtina etmeyeceğim bu hal müthiş ‘imkansız’ bir edebi kıvam doğuruyor. Kitaptaki en manidar (anlamlı değil, manidar) anlatılardan birinin adı şu: ‘Bazı Sözcüklerin Yaşı.’ İnsanı okurken hem soğuk bir duşa sokup ayıltabilecek, hem de hafif ve acı bir sarhoşlukla ağlatabilecek güzellikte bir anlatı bu. Şöyle başlıyor: “Bazı sözcükleri öğrenmenin yaşı vardır. Amma velakin kimi yerlerde öğrenmenin yaşı daha erkene alınmıştır. Diyarbakır’da doğmuşsanız şayet, diğer yerlerdeki yaşıtlarınıza nazaran bazı sözcüklere erken kayıt yapmak, kimi sözcükleri erken sökmek ve bu sözcüklerle vaktinden evvel tanışmak zorundasınızdır.”

Devlet gölgesinde, o dev Baba-nın-Adı’nın etkisi altında erken büyümek zorunda kalmış çocukların hikayesi bu. “Devlet dersinde öldürülen çocuklar” lafı artık eskidi, kullanıla kullanıla etkisini neredeyse yitirdi ama halen o devlet ve öyle çocuklar var; güm diye, tok bir sesle işte bu anlatıda görüyorsunuz onları. Kış vakti soğuk duş, kelimelerle alınan bir duş. Nedir o kelimeler peki? Mesela: “Kapınıza duran sözcükler günden güne artar: bildiri, ajitasyon, zıvana, çarşaf, tevkif, refik, milis, provokasyon, azadî, gayr-ı meşru, berxwedan, şoreş…” Bunlar etimoloji gerektirmeyecek kadar ‘burada ve şimdi’ sözcükler. Yazarı da gayet ayık ve okuru bir ‘ayılmaya’ davet ediyor. Bazı sözcükleri kullanmanın ağır bedelini de yazıda anlatıyor. Bir nevroz günü ‘eyleme’ giden bazı çocuklar bazı kelimeleri kullanırlar. Sonra devlet gelir:

“Ellerinde kalaşnikoflar, yüzlerinde maskeler, dillerinde küfürler, hepsi iri kıyım adamlar. Islık çalar, çağırırlar sizi ‘Hişt Hişt!’ derler, Sait Faik’in ‘Hişt Hişt!’i değildir bu. Gizlenmek için yer arar gözleriniz, gözlerinden kaçmaz, ‘Lan yavşak! Gel buraya!’ derler. Adımlarınız titrek, sırtınızda ‘ben tek, siz hepiniz’ demenin ağır yükü, korkunuz sizden evvel varır onların yanına. Ellerinizi koklar o koca koca adamlar, yüzünüze dikkatle bakarlar is var mı diye. Bilirsiniz, ölebilirsiniz o an, yıllarca kalacağınız cezaevi kapısının o an açılması da yüksek bir ihtimaldir. Şansınız vardır, telsizlerinde acil bir anons duyulur, başka bir yere alelacele koşturmak zorunda kalırlar. Kıçınıza tekmeyi, yüzünüze tokadı, ana babanıza küfrünüzü yiyip eve yollanırsınız.”

Bu ağır sahne yaşanmıştır, bazı çocuklar buna şahit olmak bir yana bu sahnenin nesnesi olmuştur. Sait Faikvari bir avarelik işte burada bir duvara çarpar. Sait Faik’teki o hoş, hafif bohem ses arayışı hikayeyi zorlar yazarın kafasında ama hayır burada insanı ‘SaitFaikvari’ bir sarhoşluğun dışına atan, ciddi ciddi bir teyakkuza iten bir şeyler vardır. Rüzgardan çok taşı hissettiren bir şeyler. Amaç Sait Faik kötülemek değil tabii, bir manidar mukayese kurmak. Kim istemez (kendi dilinde) öyle bir avarelik hakkına sahip olmayı? O ihtimal orada duruyor ama olmuyorsa, birileri okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden ‘öyle’ bir hayatın mümkün olduğunu gördüyse, bünyeye öyle bir ihtimalin tohumu girdiyse ve o tohum bir türlü gerçek hayata sirayet etmiyorsa, o zaman o ihtimali görüp, o ihtimale ulaşmasına izin verilmeyenlerin de suları bir güzel bulandırma hakkı vardır. Buna birileri ‘rahatsız olma hakkı’ demişti, İngilizcesi ‘the right to distress.’ Toplum denilen şey, birilerini feda ederek ilerliyorsa, toplumsal bünyenin ‘pürüzsüz’ görüntüsünün altında birilerinin kıvranışı gizleniyorsa, edebiyat ve diğer yazı-sanat-siyaset olayları tam da bu işe yarar: pürüzleri yüzeye çıkarıp pürüzsüz yüzeyi bozmak. Bu küçük anlatıda bazı sözcükler içi ödetilen, devlet eliyle ödetilen bedeli okuyan insanların da, eğer edebiyat ve yazı yeryüzünde bir işe yarıyorsa, kendi imtiyazlarını (ya da pürüzsüz yüzeylerini) gözden geçirmesi gerekir, diye düşünüyorum.

Aslı Gibidir, Murat Özyaşar, 116 syf., Doğan Kitap, 2019.

En azından Özyaşar’ın dil sarhoşluğuna meylederken ‘dil ayığı’ olmak zorunda kaldığı durumlar üzerinden yazdığı bu gibi metinlerin böyle bir çağrısı var. Sembolleri röfleli saçtan ‘ülkücü’ bıyığına ve kareli cekete kadar uzanan statükocu bir zihnin ‘bazı’ çocuklara zehrettiği bir hayatın yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz; bunu yapmak içimizden geliyorsa, yapalım. Bu bir ‘ayılma’ çağrısı, kelimeler üzerinden bir ayılma çağrısı, resmi anlatıların yumuşak ve baygın ve kendinden memnun halinden (kötü kokular hassas burunlara gelmeye başlamıştır, en iyi ihtimalle ölgün, en kötü ihtimalle suçlu bir koku) ayılma çağrısı. Buna Foucault ya da Benjamin’e atıfla ‘karşı tarih’ yazma girişimi ya da ‘tarihin (şimdinin) tüylerini tersten tarama’ girişimi de diyebilirsiniz.

Özyaşar kendi içindeki o ‘dil düşkünü’ eğilimi, dilin soğuk ve acımasız yanı için kullandığı, dilin de çarptığı berbat bir hal olduğunu, bazıları için dilin ‘lal’ olabildiğini gördüğü için de kıymetli bir yazar. Kıymetli ne demek? Şu demek: bizim kuşak eskidiğinde ve yeni bir kuşak okuryazar geldiğinde, Özyaşar’ı okuyacaktır muhtemelen. Buradan Özyaşar’a bir ilave bir sorumluluk yüklediğimi de gizlemiyorum. Olan şeylerin olduğu yerde kalmasını engelleyecek bir edebi güç var burada, Özyaşar da bunu müthiş bir hassasiyet ve titizlikle sürdürüyor ve sürdürmeli de. İki ‘tarafı’ ya da ‘iki dil’i de bu kadar iyi görebilen bir yazar olarak sürdürmeli. İnsan sırf bunun için bile yaşayabilir ya da yazabilir, cidden. Heyecan verici bir ihtimal var burada. Bu heyecanı kendisi de bir şekilde hissetmiş olacak ki, aynı trajik, hissi ağır yazıyı şu ferah tonla bitiriyor: “Yeni bir ‘vakti zamanın’ geldiğinin, yeni bir aklın ufkuna vardığımızın, yeni bir dilin imkân ve vaadinin menziline girdiğimizin, hayatlarımızın yeni hayatlara evrileceğinin, kapımızda yeni sözcük ve cümlelerin biteceğinin vaktidir artık.”

Gelelim işin sarhoşluk yanına. “Şehitler, Şahitler, İşte Bazı Kelimeler” adlı metin, tam bir etimoloji sarhoşluğuyla yazılmış. Sarhoşluk halini de şöyle anlatıyor: “Unutmak mümkün değildir, çünkü… tuhaftır ve fena halde hayrete düşürür beni kimi sözcüklerin anlam dünyası ve bazı sözcüklerin aynı kökten oluşu. Benim için sözün hükmünün doğrulandığı, dilin gücünün doğrulup doruğa vardığı anlardır böyle zamanlar. Böyle zamanlarda ben serhoş olurmuş kadar serhoş olur, kendimden geçerim. Kendimden geçerim geçmesine ya, nereye varacağımı bilmem. Bildiğim şu ki, varıp duracağımın hayret makamından ötesi olmadığıdır.” Dile yakından bakmaktan sarhoş olan bir gözden daha edebi bir şey olabilir mi? Dile pür-dikkat kesilmek, dilin kıvrımlarına bakmak, dilin anatomisini incelemek, dilin kemiklerini görmek. Mesela, Arapça’da kelime ve kelam ile ‘yara’ anlamına gelen ‘kelm’in aynı kökenden gelmesi üzerine düşünmek. Buradan dilin yaralama, sarsma gücüne ulaşmak. Bir hikayesinde de kullandığı ‘pencere’ etimolojisinin yarattığı kıvrımlarda dolaşmak. Farsça’da ‘Pencere’ beşinci yol anlamına gelir, pence eşittir beş, re eşittir yol. Dört duvara alternatif. Böyle böyle, dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır, diye bir şey söylemiş bulunan Wittgenstein’ın peşinden gitmek.

Etimolojiden bahsediyoruz ama yazının mevzusu, dil coşkusu arasında bütün ağırlığıyla sonda çıkıyor. Savaş ve barışın anlamı, bir toplumsal uzlaşmanın imkanı. Bunun için hem Türkçe’de hem de Kürtçe’de barış kelimesinin anlamına bakmak, harika bir etimo-politik (böyle bir kelime var mı bilmiyorum, yoksa da olmuş oldu) hamle. Türkçe’deki ‘barış’ ‘bar’dan gelirmiş efendim, şöyle: “Barış” ‘bar’ kökünden geliyor, yani “varmak”tan mürekkep bir sözcük, ‘birbirine gitmek’in karşılığı.” Devam edelim, biraz da ürperelim ortaya çıkacak paralellikten: Kürtçede ise “‘aşitî’den ziyade gündelik hayatta ‘lihevhatin’ sözcüğü kullanılır daha çok barış için, sözcük karşılığı ise: ‘birbirine gelme’ anlamında.”

Böylece görüyoruz ki, barış masası ısrarla devrilse de bu iki ‘savaşan’ dilde, barış aynı anlama geliyor. Özyaşar’ın Atay’dan bozarak söylediği gibi: “Kelimeler albayım, bazı anlamlara geliyor.” Burada kelimeler üzerinden bir kapı açılıyor. Oğuz Atayvari bir dil tıkanıklığı ya da şüpheciliği yerine (ki herhalde, acımasız bir yargı olsa da bir ‘küçük burjuva tıkanlığı’dır bu) mesela, yazmayı camları açıp kelimeleri içeri doldurmaya benzetmiş bulunan Cortazar’ı hatırlatan bir dil coşkusu. Ama şerhimiz duruyor orada bir yerde: Özyaşar asla dille deney yapan saf bir coşkuya tav olmuyor, onu durduran, ciddiyete ve ayıklığa çeken bir siyasi-tarihsel bilinç hep yazılarının üstünde bir bulut (evet, çoğu zaman kara bulut) gibi duruyor. Bu yazının bir kritik anı daha var: savaşın kelimelerin anlamlarını değiştirdiğini söylediği an. Cizre’de ‘bodrum’ kelimesinin anlamının değişmiş olması, feci bir kaymaya uğraması gibi. (Selahattin Demirtaş tam da bu feci kayma üzerine bir öykü yazmıştı, bkz. Seher, “İnsan Kalmak.”)

Kelimeler savaşla değişir ama aynı zamanda en önemli savaş alanlarında biridir kelimeler. Dille bu kadar haşır neşir olan bir kitapta, tam da bu dil ve adlandırma savaşı üzerine bir metin görmek hiç şaşırtıcı değil. Diyarbakır tren garında geçen hikayelerin anlatıldığı metnin “Tashih İstasyonu: Dünyayı Değiştirmeye Gelmiş Bir Adam” adlı alt metninde, Diyarbakır’ın ‘adlandırılma’ hikayesinden bahsediyor. Yıl 1937, tren garına Atatürk gelmiştir, yanında Sabiha Gökçen de vardır. Atatürk şehri ziyaret ettiğinde 20 yıl sonra Diyarbakır’ı ilk ziyaret edişini anlatırken, Diyarbekir adındaki ‘bekir’ ‘bakır’a dönüşür. Yani, orası artık yeni Cumhuriyet için tehlike arz etmeyecek bir ‘bakır-diyarı’dır. Aynı şey, Sabiha Gökçen’in de mahvında payı olduğu Dersim’in yerine ‘Tunceli’ (tunç-diyarı gibi bir şey) adının verilmesinde de geçerlidir. Artık ‘oralar’ doğal zenginliği ya da madenle anılan yerlerdir, isimlerin tarihsel ve politik anlamlarının yerini bir madeni durum almıştır. Atatürk’ün TDK’ya çektiği telgrafla (bugünden bakınca bir Cumhuriyet şakası gibi duruyor o telgrafta yazanlar: “Diyarbekir şehrinin isminin etimolojisine dair etüt var mıdır? Esasta bu şehrin ismi Bakır memleketi manasına olan Diyarbakır olması gerektir ve artık bu isimle tanınacaktır.”) yaptığı bu ‘tashih’ çok şeyi ifade eder: iktidar mekanizmaları, adlandırma gücü, tarihin dille değiştirilme ihtimali vs. Cumhuriyet tarihi bu ‘isim değişimleri’yle dolu. Çok uzaklarda aramaya gerek yok, her yerde var bu değişimler. İstanbul’un orta yerindeki Tatavla’nın “Kurtuluş” olması mesela. Ve bu adlandırma savaşı devam ediyor. (Bkz. AKP’nin ‘15 Temmuz’lu isim denemeleri.) Böylece bir şeyi bir başka şey olarak adlandırabilen bir iktidar, kelimeler için ‘kurmaca’ bir etimoloji de inşa edebiliyor. İşin aslına inen bu dil operasyonunu, işin aslının değiştirildiği bir simülasyona dönüştürebiliyor: “Şehrin adında küçük ama anlamlı bir tashih yapar. Çünkü bir şeye ad verme ya da bir şeyin adını değiştirme cüretini kendinde görmek önemlidir. Önemlidir çünkü iktidar artık sizsinizdir ve bu hakkı kendinizde rahatlıkla görebilirsiniz.”

Sarı Kahkaha, Murat Özyaşar, 108 syf., Doğan Kitap, 2015.

DİL VE TAŞ

Özyaşar dilin iktidar tarafından nasıl kullanıldığını bildiği kadar, o iktidara karşı da nasıl kullanılabileceğini, yani ‘dilin taşvari gücü’nü de biliyor. Bu taşvari benzetmesini aslında, Özyaşar’ın bir hikayesine borçluyum. Sarı Kahkaha’daki ‘İsmin Halleri’ adlı hikayede nefis bir taş-dil meselesi var. Kendisine takılan isimlere, ‘ismin halleri’ne, isimlendirme-politikasına karşı duran anlatıcı (“Söz gelimi, benim bu halim, ne isim vereceksiniz ona?”) bir yerde haller-dışına çıkıyor ve hayali bir taş fırlatıyor, isim-vericilere. “İşaret parmağımla havaya önce bir T, sonra bir A, daha sonra da bir Ş yaptım. Altını çizip bağırdım.” Dili neredeyse (ya da evet, düpedüz) somut bir aygıt olarak kullanan anlatıcının işaret ettiği şey, taşın o pek de kontrol edilemeyen gücünü dile devretmenin mümkün olduğu. Taş atma meselesi, dünyanın en basit ve en etkili yöntemi olabilir: madunların ve ‘öfkeli kalabalıklar’ın (silahsız ve donanımsızların) en çok kullandığı yöntem de taş atmaktır. Taşın dünya siyasi tarihinde öyle özel bir yeri var ki ‘Taşın Politik Tarihi’ gibi bir kitabın henüz yazılmamış olması ilginç.

Taş atmak ne demek, taş neye denk gelir meselesini biraz düşünmek için Cengiz Tekin’in Apoletli Portre adlı bir fotoğraf işinden bahsetmek isterim. Bu otoportre çalışmasında Tekin, çok basit ama etkili bir hamleyle taşları birer apolet gibi omzuna yerleştiriyor. Bir yazıda şöyle demiştim bu işle ilgili: “Böylece askeri gücün nihai sembolü olan ‘apolet’in tahtı ‘taş’la sarsılıyor. Sanatçı da apoletin, yani resmi gücün değil, gayri-resmi gücün taşıyıcısı ve destekçisi olduğunu gösteriyor.” Taş gerçekten de böyle bir araçtır. Resmi gücün sembolü olan her şeye karşı kullanılabilir ve tabii ki resmi dile karşı da. Özyaşar da dili bir taş gibi kullanmayı öneriyor yer yer ya da edebiyatı (her zaman değilse de, bazen) ‘dilsel bir taş’a dönüştürmeyi.

Taş atma mevzusunun merkezde olduğu bir anlatı var kitapta: “El, Eli Tanır.” Bu daha çok devlet ve çocukla alakalı bir hikaye. Bir fotoğrafın bahsi geçiyor burada: polis çocuklara ellerini açtırmıştır, ‘taş izi’ bulmak için, yani taş atıp atmadıklarını anlamak için. Fotoğrafta bir çocuk elleri cebinde durmaktadır. Açık ve ufak bir reddiye anı. Anlatıcının gözü işte o çocuğa takılıyor. Ve o çocuk diyor, herhalde, “hikayesine taş atmaya gelmiş.” Hikayenin kendisine, oradaki anlatıya, çizilen coğrafi ve siyasi kadere bir reddiye jestiyle taş atmak. Sessizce durarak da taş atmak. Elde kalan bir taş izini arayanlar, dildeki taş izleriyle karşılaşacaklardır ve onu kolay kolay baş edemeyeceklerdir, desem yeridir. Böyle bir hikayede taş kelimesi taşın yerine geçebiliyor. Kelimeyi nasıl yok edebilirsiniz ki? Aynı hikayenin başında Özyaşar Kürtler’in hikaye anlatma eğilimlerinden bahsediyor: “Bana öyle geliyor ki Kürtler sanki hikaye anlatmak için gelmişler dünyaya.” Hakikaten de birçok Kürt siyasetçi çok iyi hikaye anlatıcılarıdır. Hikaye anlatmak ve kimlik arasındaki bağlantıyı hatırlamak isteyenler Ricoeur’un ‘anlatısal kimlik’ kavramını hatırlayabilir ama burada asıl can alıcı mesele bence hikayeye taş atmak. Hikayede delikler açmak. Kendi hikayesini yekpare anlatmak (epik bir anlatı) değil, resmi anlatıların ‘sana’ dair kurduğu hikayede taşla delikler açmak, bir vurkaç edebiyatı. Müthiş bir edebi proje değil mi? Taş edebiyatı, dilsel taş, taşın dilsel gücü ya da dilin ‘taşvari’ gücü. (Tabii ki burada Edward Said’in o meşhur taş atma fotoğrafını anmadan olmaz. Filistin bir fikirdir demiş bulunan Said, taş atmanın da bir ‘fikir’ olduğunu söyleyebilirdi pekala.)

Kitapta ‘Karanlık’ diye bir hikaye var. Sur’da yaşananları, felaketi, ablukayı anlatıyor. Günlerce kuşatma altında kalan, taşın taş üstünde bırakılmadığı sur. Bu hikayeyi Özyaşar Kör Recep’in ‘gözünden’ anlatıyor çoğunlukla. Kör Recep duvarlara dokunarak anlatıyor şehri, duvardaki kurşun izleri, yıkılmış duvarlar vesaire. Kör Recep de artık kendine belirlediği işaretler, şehrin fiziksel hali yok edildiği için ‘karanlıkta’ kalmıştır. Ben Özyaşar’ın da dile benzer şekilde yaklaştığını düşünüyorum. Fiziksel bir harita olarak, şehri dil üstünden tarayarak ilerliyor. Ve karşı-saldırısını da dille yapıyor. Bu acı (ironisiz bir acı, evet) hikayede şöyle soruyor: “Benim gırtlağımda bir harf... Öfke hangi harflerle yazılıyordu, bunu çoktan öğrenmiş olmalıydım.” Durum tasviri değil, duruma taş atma isteği. Nietzsche’nin felsefe tanımındaki ‘çekiç’te olduğu gibi biraz.

Buradan Barthes’a sıçrayalım. Barthes, bu yazının başında gördüğünüz alıntıda (“Yazı aslında yüzeyin üstündeki bir çatlaktan başka bir şey değildir”) fiziksel bir şeyden bahsediyor... Ama ben bunu hep bir metafor algılamışımdır. Buradan, tabii ki, yazıyı pürüzsüz yüzeyi ‘çatlatan’ bir taş olarak da görebiliriz. Her kelimeyi bir taş olarak algıladığınız bir yazı politikası hayal etmenin müthiş bir cazibesi olduğunu itiraf etmeliyim. Bu hem cazip, hem de işlerin bu kadar fecileşebildiği bir vaziyette elzem bir şey. Bir taş atma eylemi olarak yazı. Neden olmasın.

AKSAK DİL/ MİNÖR EDEBİYAT

Yazının bütün bu politik, yoğun, varoluşsal vs. anlamları üzerine çok düşündüğünü gördüğümüz Özyaşar’ın anadil mevzusunun kritik bölgesinde dolaşmaması da düşünülemezdi. Diyarbakır’dan bahsederken, şehri ‘dil’ üzerinden gördüğü için tabii ki Kürtçe ve Türkçe’den bahsediyor. Kitabın daha ilk metninin ilk cümlesinde başlıyor buna Özyaşar: “Diyarbakır’da Yaşamak” adlı bu metin, orada yaşamayı önce dil üzerinden, konuşma ve yazma hali üzerinden ölçüyor ve böylece de kitap boyunca sürecek dil hattı açılıyor.

“Diyarbakır’da yaşamak; Kürtçenin yasaklı olması sebebiyle temiz bir Kürtçenin konuşulmadığı, yaşayanların Türk olmaması sebebiyle temiz bir Türkçenin de konuşulmadığı, herhangi bir dilin herhangi bir ağız, şive ve lehçesinin de konuşulmadığı, hele hele bir aksanın hiç konuşulmadığı, ancak ve ancak ‘aksayan’ bir dilin konuşulduğu, gramatik ve semantik bağlamda Türkçeyle Kürtçenin birbirine fena halde bulaştığı, bulaşmakla kalmayıp birbirini feci kırdığı bir dilin içine doğmak ve oradan konuşmaktır.”

Özyaşar’ın Diyarbakır’a ‘giriş’inde (ya da okuru davet edişinde) önce dil zeminine basması ve bahsettiği bu aksayan ve ‘kırık’ dil meselesi önemli. Yaşanan siyasi, fiziki ve kültürel şiddet vakaları, velhasıl yaşanan her şey dil üzerinde bir iz bırakmıştır. Yaşananlar dilde adeta ‘yara’ bırakmıştır, sonra iki dil birbirine garip şekillerde karışmıştır, tekil bir dilin belki sahip olabileceği o pürüzsüzlük ortadan kalmıştır. Yaşanan şiddet ve baskı, dili de etkilemiştir. Minör bir dil, üzerine gelen başka bir ‘majör’ dil tarafından yaralanmış ya da ‘kırılmış’ da diyebilirsiniz. Ama hayır, Özyaşar burada başka bir argüman sunuyor. Dilin kırılmışlığını, melezliğini ya da ‘aksak’lığını bir ‘kusur’ olarak değil, yeni vaatler sunan bir melezlik hali olarak görüyor. Yani, Türkçe’nin acımasız baskısı altında kıvranan bir Kürtçe değil, Türkçe’yi de değiştirebilen bir Kürtçe ve iki dilin birbirine karışması hali. Burada ikili halin dışında duran bir ‘üçüncü ihtimal’ var. Kitabın ikinci hikayesi bu mevzuyu daha da belirginleştiriyor. “Muhteşem İmkansızlık” adlı bu hikaye bir ‘kayıp hece’ üzerinden hem feci bir siyasi manzarayı, hem de bu manzara karşısında bir yazar olarak ‘konumu’nu anlatıyor.

Bu ‘imkansızlık’ın çıkış noktası Dersim 38 belgeseli. Belgeselde, Dünya ana tanıklığını anlatırken şöyle diyor: “Kimsiz kaldım, kimsiz kaldım, derdime yanak yok.” Kimsesiz değil, kimsiz. Özyaşar buradaki kayıp ‘-se’ hecesine dikkat kesilerek şöyle diyor: “İki dilin birbirini feci kırdığı, iki dilin gramerinin ve sentaksının birbirine fena halde bulaştığı, korkunç güzel bir cümledir Dünya Ana’nın kurduğu son cümle.” Kendi yazarlık (ve aslında varlık) politikası ya da konumunu da işte buradan kuruyor: bir arada olma, bir ‘kırılmış’ (ya da yaygın ifadeyle, melez) dil ve varoluşa kapılarını açma, varoluşsal ya da dilsel bir mutlak öz istencinden vazgeçme hali. Özyaşar Türkçe yazmayı seçmiş Kürt yazarların (doğal olarak) muhatap olduğu o soruyla (“Neden Kürtçe yazmıyorsunuz?”) karşılaştığında cevabını işte buradan kuruyor. Uzun uzun alıntılamak isterim:

“Dil tartışmaları siyaseten yapıldığından sakınımlı konuşmak zorunda olduğumu biliyorum hiç kuşkusuz. Ve siyaseten ‘anadil’ meselesini sonuna kadar savunuyorum elbette... Ama itiraf etmeliyim ki, bunca enkaz ve felaketten geçmiş bu toprağın çocuğu olarak, anadilimin saf bir Kürtçe olduğuna ikna olamıyorum bir türlü, saf bir Türkçeyle yazdığıma ikna olamadığım gibi. Zihin dünyama da, şeyleri kavrayış tavrıma da, eşyayı anlama biçimime de sirayet eden bir ‘ yarılmış dil’ var. Ve ben bu dili, anadilim olarak görüyorum çok zamandır. Çünkü tam da Dünya Ana’dan el alan bu yarılmış dilin içine doğdum ben. Melez değil, ‘kırma’ demek daha doğru sanki bu dil için. "

İki dilin karşılaşmasını, bir hakim ve bir ‘minör’ dilin karşılaşmasını bir dilin diğerini yok etmesi, kırıp geçirmesi olarak da anlamak ve hasar-öncesi bir döneme geri dönmeyi istemek de mümkün ama Murat Özyaşar bu hasarın kendisini yok saymak ya da tamamen iyileştirmek yerine, bu hasarı da bir yazar olarak dilin bünyesine dahil etmeyi seçiyor. Ve dahası bu hasar ya da yarada bir ‘vaat’ görüyor: “İki dilin birbirine karıştığı, köksüz, köksüz olduğu için de bir vaat taşıyan, travmatik, kara, karaşın bir dil! Muhteşem imkansız bir dil!”

Bu vaat aslında sadece dilsel değil, belki de kültürel ve politik bir vaat da olabilir. Henüz kendi dilsel ve kültürel haklarını resmi olarak alamamış Kürt toplumu için genelde sunulan iki seçeneğin (ya mutlak özerklik ya da mutlak asimilasyon) dışına çıkan, üçüncü ve aslında daha gerçekçi bir ihtimale işaret eden bir vaat: bu ihtimalde ‘yaşananlar’ ve bünyede açılan yaralar bünyeyi yok edecek şeyler değildir, tek çözüm yara-öncesi döneme dönmek ya da tam bir teslimiyet de değildir. Artık hem Kürtçe hem Türkçe konuşan ve bu ikisini birbirine karıştıran nesiller var, uzun zamandır var: bu nesiller belki de bir Kürtçe, bir Türkçe konuşarak ya da ikisini birbirine ‘muhteşem bir imkansızlık’la karıştırarak, üçüncü bir yol, bir alternatif modernite açabilirler. Devletten gelecek bir ‘hak’ tanımını beklemek yerine, bir ara damarda başka türlü bir modernleşmeyi yaratabilirler. Böylece kendilerine hakları verilmeyen toplumlar, devletlerin onlarla ‘modernliği paylaşması’nı* beklemeden, kendi melez ya da ‘aksak’ modernliklerini inşa edebilirler ki zaten ediyorlar. Ve bu inşa edilen ‘alternatif modernite’ o kadar kuvvetli ki ben Türkiye’de önümüzdeki yılların edebiyat, sinema ve çağdaş sanatını resmi anlatıya dahil edilmeyenler, bilhassa da Kürt yazar, sinemacı ve sanatçılar tarafından şekillendirileceğini düşünüyorum. Orada, o acı bilgi ve avangard itkinin birleşmesinde çok güçlü bir şey var.

Özyaşar’ın argümanlarının tarihsel şiddeti yoksaydığını düşünmeyin, felaketin yaşanmadığını söylemiyor, bilakis: ‘bunca enkaz ve felaketten geçmiş bu toprağın çocuğu olarak’ tanımlamasıyla söylüyor söyleyeceğini. Ama ‘her şeye rağmen’ bir vaat görüyor, iki dilin ve iki kültürün karşılaşıp yeni oluşumlar yaratmasında. Belki de alternatif bir moderniteyi ‘gizlice’ yaratmanın yolu da budur. Belki böyle bir yerden gidilirse, madun halklar da kendi sınıflandırılamaz alaşımlarına ulaşıp, sonsuza dek devam edecek dikotomileri kırabilirler. Demirtaş’ın en son hikaye kitapları bunu gösterdi aslında. Sadece Kürtlerin kaderiyle değil, bir toplumsal yapıyı boydan boya kat edebilecek bir hassasiyetle ‘ülke’nin kaderi üzerine söz söyleyebilen hikayelerdi bunlar. Ben buna ‘açık yazı’ demiştim. Bütün katman ve hallere açık bir yazı. Murat Özyaşar’ın da dilsel anlamda böyle bir ‘açık’ hale talip olduğunu, ‘beklenildiği’ üzere kendi mirasına kapanmak yerine, dışarıya ve olmayacak karşılaşmalara açılmaya talip olduğunu söyleyebilirim. Kendi ifadesiyle şöyle:

“Yazıya, söze ve dünyaya bu ‘kimsiz’ dil ekseninden bakmak, kalkanımı oradan almak, sondajı oraya vurmak, bu derin kuyuya daha fazla eğilmek, önünde eğilmek istiyorum.”

Ve kendisi gibi iki dil ‘arasında’ kalıp, bu aradalıktan yeni ihtimaller kuran diğer yazarlara zarif bir selam gönderiyor yazının sonunda:

“Muhteşem imkansızlığı deneyerek, dilden dile geçip ‘bir başka dil’de yazmanın zarafetini ve karalığını taşıyanlara, elbette Türkçede Yaşar Kemal, Cemal Süreya ve Ahmed Arif’e, Arapçada Selîm Berakat’a, Farsçada Ali Eşref Dervişyan’a, Fransızcada Cioran’a, İngilizcede James Joyce’a, Almancada Kafka’ya ve Emine Sevgi Özdamar’a selam olsun.”

Bu arada olma, imkansız bir dilsel ve politik zeminde ısrar edip, disel ve kültürel vaziyeti biraz sarsma halinin edebiyatta bir karşılığı var ve buna Deleuze ve Guattari Kafka üzerine yazdıkları kitaplarında ‘minör edebiyat’ diyorlar. Edebiyatta ve hayatta bir şeyleri değiştirebilecek olanlar herhalde majör yolları terk edip, minör bir hatta girenler olacaktır. Murat Özyaşar da bu minör edebiyat hattında giderek, dikotomileri bozacak ve yeni ihtimallere işaret edebilecek bir edebi güce sahip.

*Bu tespit yeni değil, Çağlayan Çevik de bu kitaptaki ‘asıl’ meselenin dil olduğunu söylemişti. “Aslı Gibidir’deki tüm yazılarda “ora”yı yani Diyarbakır’ı, oralı olmayı, oralıyı, oranın yaşamını, oranın değişen ismini, oranın duvarlarındaki kurşun deliklerini, oranın esrarkeşini, oranın polisini, oranın askerini, oranın sinemasını, oranın sinemacısını, devletin oradaki varlığını, imajını kendi sığınağından dil marifetiyle, dilden hareketle anlatıyor…”

*Bu ifadeyi arkadaşım Levent Duran’a borçluyum. 'Modernliği paylaşmak' bir kavram ve ihtimal olarak başlı başına bir yazıyı hak ediyor.