Mehtap Ceyran: Yazım, yalnızlığımın büyüklüğünden besleniyor

Mehtap Ceyran’ın Everest Yayınları’ndan çıkan son romanı “Bekleyişin Şarkısı”, oğlu Mahir’in kaybedilişinin ardından trajik bir bekleyişle önce aklını, sonra hafızasını ve en sonunda kendini kaybeden Rahşan karakteri üzerinden bir dönemin karanlığını anlatıyor. Ceyran ile “Bekleyişin Şarkısı” ve anımsattıkları üzerine konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mehtap Ceyran’ın ikinci romanı Bekleyişin Şarkısı Everest Yayınları’ndan çıktı. Yazarın kayıp yakınlarına ithaf ettiği kitap, Doğu’da olduğunu anladığımız ama spesifik bir yer ismi telaffuz etmeyen, çünkü aslında buna ihtiyacı olmayan; 90’larda geçtiğini tahmin ettiğimiz, ama spesifik bir tarih belirtmeyen, çünkü buna ihtiyacı olmayan hazin bir bekleyiş öyküsü anlatıyor.

Mehtap Ceyran

Tanrısal bir anlatıcının gözünden okuduğumuz bu roman, oğlu Mahir’in kaybedilişinin ardından ümitsiz ve trajik bir bekleyişe saplanan Rahşan karakteri üzerinden ilerliyor. Anlatıcımızın teyzesi olan Rahşan, oğlunu beklediği ümitsiz günler içinde önce akli melekelerini, zamanla ise kendi hafızasını yitiriyor ve bir gün ortadan kayboluyor. Anlatıcımızın teyzesini arayışı, kendi hafızasında ve aslında Türkiye yakın tarihinin karanlık anılarında da bir yolculuğa dönüşüyor: Kapılara konan çarpı işaretleri, mahallede beliren ve her belirdiğinde birilerinin kaybolduğu beyaz arabalar, bulunan kemikler, atılan iftiralar, pis pazarlıklar ve işbirlikleri... İşin trajik yanı, Rahşan’ın arandığı tarihler de Mahir’in kaybedildiği tarihlerin tekerrürü gibi: Fonda silah sesleri, sokağa çıkma yasakları, kesilmiş elektrik, televizyon ve telefon hatları...

Mehtap Ceyran, Rahşan, Mahir ve anlatıcı karakterlerin etrafına yerleştirdiği yakın çevre karakterler sayesinde de kendine geniş bir bakış açısı ve anlatı zemini yaratıyor. Rahşan’ın tek kişilik trajedisinde adeta tüm Cumartesi Annelerinin acısı buluşurken etraftaki karakter sayesinde de nice hazin başka kayıp ve kaçış öyküleri anımsanıyor. Ceyran, Bekleyişin Şarkısı'nda sadece bir evladın acısını değil; yaşanamayan aşkların, keşfedilemeyen dünyanın, teslim edilmeyen hakların, fırsat tanınmayan yaşamların öyküsünü de anlatıyor. Ceyran ayrıca bu karanlığı sadece insanlar üzerinden anlatmıyor. Çaresizliğin ve yıkımın hayvanlar ve bitkiler üzerinde de açtığı yaralara dikkat çekiyor.

Bekleyişin Şarkısı, utanmazca görmezden gelinmiş ve yok sayılmış bir acının anlatısı ve adeta bir coğrafyanın siyasetle lanetlenmiş kaderine edilmiş bir küfür kuvvetinde bir roman. Mehtap Ceyran ile Bekleyişin Şarkısı ve anımsattıkları üzerine söyleştik.

Bekleyişin Şarkısı'nda anlatıcı olarak neden aslında herkesin uzağında bir karakter seçtiğinizi merak ediyorum. Anlatıcımızın hikâyenin omurgasındaki karakterlerle bağı düşünüldüğünde, bir yeğen ve bir kuzen olması size daha geniş bir açı mı kazandırdı?  

Bu hikâyeyi nasıl yazacağımı düşünmeye başladığımda, benim için önemli bir soru ortaya çıktı. Kimin ya da kimlerin ağzından anlatılacaktı? Hikâyeye nereden ve nasıl bakılacağı sorularını da içinde barındırıyordu bu. Dil ve biçim de buna göre şekillenecekti elbette. Bir kayıp annesinin kendi hikayesini anlatmasını da yeğleyebilirdim. Ama bu benim için bir mesafe sorunu teşkil ediyordu. Bu durumda bazı önemli ayrıntıları kaçırmak mümkün olabilecekti. İnsan kendi hikayesinin fazlaca içindedir ve bir şeyin fazlasıyla içinde olmak, insanı onun dışına çıkarabilir. Bekleyişin Şarkısı’nın bir yerinde de geçtiği gibi, “bir şeye çok yakından bakmak onu küçültür ve çok uzaktan bakmak onu bulanıklaştırır. Çok yakından veya çok uzaktan baktığımız her şey gerçek boyutlarını yitirir.”

Tabi giderek gerçeklikle bağı kopan bir karakteri anlatacaktık. Bunun için de bir mesafeye ihtiyacımız vardı. Üstelik kaybın büyüklüğü karşısında, bu annenin kendi acısını görmezden gelmesi, bu acıyı anlatmaya yanaşmaması da ihtimal dahilindeydi. O kendini değil, kaybedileni anlatmak isteyecekti. Oysa bizim hikayemiz bir annenin bekleyişiydi. Yanı sıra onunla birlikte bekleyen başka insanlar, bekleyen bir şehir ve bekleyen diğer canlılar da vardı. Doğru mesafeyi sağlayabilmek, hikâyenin omurgasının yerli yerine oturmasını sağlayacaktı. Böylece yeğen ve kuzen olan anlatıcı karakterimiz ortaya çıktı. Biçim, dil ve üslup da buna göre şekil aldı.

'SAVAŞLAR YAŞAMIN BÜTÜN BİLEŞENLERİNİ YOK EDİYOR'

Kitap aslında sadece insanların yaşadığı kıyımın değil, hayvanların ve bitkilerin de uğradığı zalimliği anımsatıyor. Oysa ki biz bu tür olaylarda kedi ve köpeklerin, ağaçların ne yaşadıklarını pek düşünmüyor, önemsemiyoruz. İnsanın katliamları bile sadece kendine odaklanarak tarif etmesine dair ne söylemek istersiniz?

Yaşama çabamız, yeryüzünü yok etmeye yönelik bir eyleme dönüşmüş durumda. Diğer türlerle, canlılarla temas yüzeylerimizde ahlaki ve hukuki bir sorun var. Yeryüzündeki her şeyle bir hukuk üzerinden ilişkilenmek durumundayız. Ancak insanlığın tarihi boyunca bunun böyle olmadığını görüyoruz. İçinde bulunduğumuz çağ ise, bu hukuksal düzlemi yerle bir etmiş vaziyette. İnsanların kendi arasındaki hukukun laçka, devletin vatandaşla, iktidarın toplumla kurduğu ‘hukuk’ yanlı ve diğer canlılarla ilişkimiz tamamen bir hukuksuzluk üzerine kurulu.

Yeryüzü sadece bize ait bir yer değil. Fakat öyleymiş gibi davranıyoruz. Bu aynı zamanda felaketi üreten akıl. Beslenme, giyinme ve barınma ihtiyacımız hayvanları, ağaçları yok ediyor, atıklar suları zehirliyor, havayı kirletiyor. Üstelik her gün dünyanın başka bir yerlerinde savaşlar çıkıyor. Siviller ölüyor, yüz binlerce insan evinden oluyor, yurtsuzlaşıyor, mülteci durumuna düşüyor, sürgünde ve yalnız hayatlar yaşıyor. Bunun Kürtler için yüzyıldır tekrar eden kronik bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. Fakat savaşın sadece insanları etkilediğini söylemek, bu felaketi sadece kendi başımıza gelmiş saymak büyük vicdansızlık, zalimlik. Savaşlar hayvanları, bitkileri, toprağı havayı zehirliyor. Yaşamın bütün bileşenlerini yok ediyor.

İnsan büyük hınçları olan bir varlık. Sahip olma arzusu, yok etme eylemiyle sürdürülen bir şey. Fakat insanın büyük hınçlarından geriye, ancak büyük yıkımların, büyük boşlukların kalabileceğine her birimiz küçük hayatlarımızın sıkışmışlığından da tanığız. Halbuki yaşamak için hiç birimizin bu hınçlara ihtiyacı yok. Aslında hayat çok küçücük bir şey şeyin içini doldurabilmektir. Yaşamın basitliğini kavramaktır bu. Yeryüzünde her varlık kendi boyutlarında yaşar, insan dışında. Hiçbir canlı insan kadar yaşama uzak değildir. Kendi sınırlarını, biçimini, varlığının boyutlarını unutan ve kabının dışına taşan tek canlı bizim türümüz çünkü.

Doğu için karanlık çağ olarak tarif edilen 90'lar bittiğinde bile sokağa çıkma yasakları kendini tekerrür etti. 2015'te Sur'un kapandığı ve bölgede çoğu kentte de uygulanan sokağa çıkma yasakları başladığında "her şey yeniden başlıyor" mu dediniz yoksa zaten hiçbir zaman bitmediğini mi düşünüyordunuz?

Bu konudaki şahsi düşüncelerimin önemli olmadığı kanısındayım. Bu ve diğer her konuda önemli olan hakikatin ne olduğudur. 90’larda birçok şeyi gizlemek, haber ajanslarının eliyle gerçeği ters yüz etmek ve görünmez kılmak mümkündü. Ama bugün için bunu tam olarak söyleyemeyiz, öyle değil mi? İletişim araçları yaygınlaştı ve sosyal medya en önemli haber alma kaynaklarından artık. Her şey hepimizin gözünün önünde yaşanıyor. Evet hakikatin bir yarısı hep kayıp. Ama diğer yarısının kaybolup gitmesi onu görmek istememekle, görmemekle ilgili.

Bekleyişin Şarkısı, Mehtap Ceyran, 216 syf., Everest Yayınları, 2019.

'KAYIP ANNELERİNİN HİKAYELERİ TEK BİR HİKAYEDE BİRLEŞTİRİLEREK ANLATILDI'

Rahşan Teyze karakteri Cumartesi Anneleri'nin tek gövdedeki tarifi gibiydi. Anneliğin evrensel tanımını düşündüğümüzde bizim ülkemizde annelikleriyle tanıdığımız en büyük grubun büyük bir acıda buluşmuş kadınlardan oluşmasına dair ne söylemek istersiniz?

Cumartesi Anneleri'nin varlığı geçmişten beri beni derinden etkileyen bir konu. Bu belirsiz ve sonsuz bekleyiş karşısında dilsiz kalmamak, bu devasa imkansızlığın, bu onarılmaz yokluğun içinde kaybolmamak mümkün değil.

Bekleyişin Şarkısı romanımı bildiğiniz gibi kayıp yakınlarına ithaf ettim. Romanın omurgasını bir kayıp annesinin hikayesi oluşturuyor. Romanda kayıp annelerinin küçük küçük hikayeleri tek bir hikâyede birleştirilerek, kurmaca üzerinden anlatıldı. Bu anlatının içinde, yakın zamanda kaybettiğimiz Cumartesi annesi Elmas Eren’in başından geçen bir hikâye de vardı. Bekleyişin Şarkısı yayınlandığında, kitabı Elmas Eren’e götürmek ve “Hikâyenin küçük bir parçası burada yazılı, unutulmayacak” demek istiyordum. Kitabımın yayınlanmasına çok az zaman kala Elmas Eren’i kaybettik. 39 yıl oğlunu beklemişti. Ve hikayesinin çok küçük bir bölümünü yazdığımı görememişti. Benim için çok sarsıcı bir olaydı bu.

'YAŞIMIN BİRKAÇ KAT BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR HAFIZAYA SAHİBİM'

Doğu'nun sancısının, Bekleyişin Şarkısı'nda anlattığınız insan hikâyelerinin, yarım yüzyıldır topraklarında hiç savaş görmemiş Batı'da gerçekten anlaşılabildiğini düşünüyor musunuz? Medya senelerdir bu anlamda çok iyi bir aracı olamadı ama edebiyatın bu misyonu yerine getirebildiğini düşünüyor musunuz?

Edebiyat bir misyon üstlenmeyi kabul eder mi bilmiyorum. Bana kalırsa sanat misyon üstlenmez. Kimseyi bir şeye inandırmaya, ikna etmeye çalışmaz. Böyle bir amaçtan ve ihtiyaçtan doğmaz. Elbette her metnin bir fikri ve niyeti vardır. Yine de sanatı politika gibi düşünemeyiz. Yaşamsal gerçekliği bire bir kurmaca yazıda arayamayız.

Fakat şüphesiz sanatın amacı hayatı anlatabilmek. Sanat hayattan besleniyor. Hayat, gelmiş geçmiş en büyük yapıtlardan ve her birimizin hayal gücünün toplamından daha inanılmaz olanını üretiyor çünkü. Bu bakımdan yazdıklarımın gerçeklerden beslendiğini söyleyebilirim. Saf gerçeklik değil tabi. Saf gerçeklik edebiyatın değil, tarihin konusudur.

Sanat toplumların hayatını bir bütün olarak değiştirme gücüne sahip değilse bile, onları etkileme gücüne sahiptir. Fakat bunu anlatmaya çalışarak yapmaz. Gösterir, bunu yaparken kendisi de o görüntü üzerine düşünür ve sorular sorar. Bu konudaki genel fikrimi böyle özetleyebilirim. Tam olarak ne sorduğunuzu anlıyorum elbette. Sümer tabletlerinden beri, insanlığın hikayeleri ve tabi yaşanmış olan yazılıyor, yazılacak. Bunun anlaşılıp anlaşılmaması ne yazının ve ne de o hikâyenin meselesi değildir. Onu okuyanın, ona bakanın meselesidir.

Doğrusu romanlarımın tam olarak anlaşılıp, anlaşılmadığını bilmiyorum. Fakat okurlarımla aramızda görünmez bir bağ, gizli bir dil, kalpten bir yakınlık var. Bunu görüyorum, hissedebiliyorum. Büyük kederlerin, acıların, yalnızlıkların yaşandığı bir yerde doğdum. İçinde bulunduğumuz çağ da bütün bu kederi besledi. Doğduğum toprakların hikayelerini, insanlığın hikayesinin içine yerleştirerek çalışıyorum. Yaşımın birkaç kat büyüklüğünde bir hafızaya sahibim. Sanırım yazacağım her şeye, bir bakıma üzerime bir lanet gibi çöken bu hafıza sirayet edecek. Hafızam bu hikayelerle dolu. Benim yazım, yalnızlığımın büyüklüğünden ve onarılmazlığından besleniyor. Bu derin keder, ağrılı yalnızlık içinden geldiğim toplumdan geçmiş olmalı bana diye düşünüyorum. Her ağaç kendi gölgesinde büyür çünkü.

Bir gün gerçekten barışın geleceğine inanıyor musunuz?

Bunu gür bir sesle istemekten ve umut etmekten başka çaremiz yok.