Adnan Azar'ın şiirlerini okurken...

Cemal Süreya, “her ölüm genç ölümdür” diyor ya, tamam, anlaşılır bir şey. Ama Adnan Azar’ın ölümü gerçekten “genç” bir ölümdü. Tıpkı Ahmet Erhan gibi, Behçet Aysan gibi, Metin Altıok gibi...

Google Haberlere Abone ol

Adnan Azar’la 1970’in sonlarında, Ankara’da üniversite öğrencisiyken tanışmıştım. Ünlü Zafer Çarşısı (“Kitapçılar Çarşısı” olarak da bilinirdi)’nın alt köşesinde bir çay ocağı vardı. Gençliğin buluşma yeriydi. O zamanlar genç şairlerin de buluşma yeriydi. Ahmet Erhan’la da bu çay ocağında tanışmıştık. Ayakta çay içilen bir köşeydi. Oturulan bir yer değildi. Çaylarımızı alır, hele Ankara’nın o zamanlarki insafsız kış günleriyse, avcumuzu ısıtarak içerdik. Adnan Azar’la tanıştığımızda, hiç unutmam, üzerinde kahverengi bir çoban kaban vardı. Benim gibi o da çoban kaban giymeyi seviyordu. Onu hep farklı renklerde çoban kabanla hatırlayacağım. Bir de aydınlık yüzündeki biraz muzip, zeki ifadeyle ve sıcak gülümsemesiyle.

Cemal Süreya, “her ölüm genç ölümdür” diyor ya, tamam, anlaşılır bir şey. Ama Adnan Azar’ın ölümü gerçekten “genç” bir ölümdü. Tıpkı Ahmet Erhan gibi, Behçet Aysan gibi, Metin Altıok gibi. Düşünüyorum da, koskoca bir şair kuşağının önemli bölümünü oluşturan arkadaşlarım, birkaç yıl içerisinde gerçekten genç yaşta aramızdan ayrıldılar. İşte, Adnan Satıcı ve düşünme biçimiyle olduğu kadar yaşama biçimiyle de şair olan Ulus Baker de öyle. Kolunun altında kalınca bir Spinoza cildi ve bir elinde sigarası, diğer elinde kırmızı şarap kadehiyle Konur Sokak’ta sık karşılaştığım Ulus Baker (bir Ulus Baker yazısı yazmalıyım…). 1990’da, İlhan İlhan Kitabevi’nin düzenlediği imza gününde Adnan Azar niçin yoktu, bilmiyorum. Keşke o da bu fotoğrafta olsaydı.

2014’de aramızdan ayrılan (bu ifadeyi de pek sevmiyorum) Adnan Azar’ın toplu şiirleri “Avare Çalı ve Uzaktan”, ne yazık ki yaşamını yitirdikten kısa süre sonra yayımlandı. Yayımcı kitabı şu şekilde tanıtmış: “1970’li yılların ikinci yarısında ilk yapıtlarını vermeye başlayan 1980 kuşağının özgün şairlerinden biridir A. Adnan Azar. Günlük hayatı ülkemizin en karmaşık döneminin politikasıyla harmanlayan bir yaşantının dışavurumudur şiirleri. Hiç tökezlemeyen, fire vermeyen bir şiir diliyle yazmıştır: Yalın ve derinlikli. Ölümünden (10 Ocak 2014) çok kısa bir süre önce tamamladığı Avare Çalı, A. Adnan Azar’ın ana çizgisinden ayrılmadan yeni bir şiire geçtiğinin izlerini taşıyordu… Son kitabı olarak kalacak… “

Adnan Azar, kuşağımın şairlerinden. Dahası, arkadaşım. “Unutmak Suları” adlı ilk kitabını imzalarken, şu notu düşmüş: “Salih’e , unutmak yoktur” Elbette yoktur, kardeşim. Hiç unutur muyum? Unutur muyuz?, Sen bu dünyadan bizi bırakıp ayrıldıktan sonra, şiirlerini yeniden okuyorum ve şaşırıyorum: Şimdi nasıl oluyorsa sözcüklerin daha sahici, daha inandırıcı geliyor. Bunun olması için şairin ölümle bir bedel mi ödemesi gerekiyor? Ya da ancak bir şair öldüğünde mi şiiriyle kendisinin arasından çekilmiş oluyor ve biz ancak o zaman şiirine ulaşabiliyoruz? Seferis, “Şairin ölümü bir doğumun başlangıcıdır” derken, belki de bunu söylemek istiyordu.

“GÖKYÜZÜ BİTEBİLİR

Bir gün birdenbire

duvarlar ses vermeyebilir

gökyüzü bitebilir bir gün

pencerenle birlikte.

Zaman gelir şarkılar eskir

yağmur diner rüzgar esmez olur

yalnız adın kalır senden

yalnız adın kalır geriye.”

Daha ilk kitabındaki şiirlerde yolun sonuna dair kestirimlerde ve bilgece uyarılarda bulunmak, nasıl bir duyarlılığın ürünüdür? Bunu anlamak için, şairin somut gerçekliğine bakmak gerekir. “Gökyüzü Bitebilir”adlı şiirin yer aldığı, “Unutmak Suları” adlı kitabın ilk baskısının 1981 yılında yapıldığını düşünürsek, demek 1980 faşist askeri darbesinin karanlığında yazılmış şiirlerdir. Duygusal evrenine egemen olan atmosferin karamsarlık, umutsuzluk ve düşkırıklığı üçgeninde gelişmesi, bunun sonucudur: “nerde büyük ağartı//nerde yel” Ama Adnan Azar’ın genel poetik bağlamını oluşturan gerçeklikle ilişkisinin tamamen böyle bir üçgenden oluştuğunu öne sürmek haksızlık olur. Çünkü aynı dizelerin yer aldığı şiir, şu dizelerle sonlanacaktır: “ bir söz söyle içinden // durma! Bir gül daha düşür//karanlığa”

İlhan Berk, şiirin söz olmadığını, dil olduğunu öne sürmüştü. Bu yaklaşım kısmen doğrudur ama eksiktir. Çünkü şair onu belirleyen bir tarihsel ve toplumsal gerçeklik içinde yaşadığından, duygusal evrenini ve ideolojisini şiirin kendi dili içerisinde ama söz olarak yansıtacaktır. Bu nedenle şiir salt dil de değildir. Şiir hem söz hem de dildir. Şiir: Söz-dil.

Saussure, dil yetisin (Langage) iki yönden oluştuğunu düşünür: Dil (langue: dil dizgesi) ve söz (parole: konuşma edimi).

Dil yetisi (langage), genel olarak insanların belli düzene göre oluşturdukları anlamlı sesler aracılığıyla iletişim kurabilme yeteneğini açıklar. Bir yanıyla toplumsal bir niteliği olan dil yetisinin, bir yanıyla da bireysel bir niteliği vardır. Bütün sağlıklı insanlarda doğuştan var olan, kalıtımla kavranılmış, ancak gelişmek için de uygun çevresel uyarıyı gerektiren konuşma yetisidir.

Dil (langue), dil yetisinin toplumsal yanıdır; toplumların anlaşma, iletişim kurma aracıdır. Türkçe, İngilizce gibi. Dili kullananların hepsinin belleklerinin incelenmesinden çıkarsanabilecek bir ortak olgudur. Bireylerin zihinlerinde birikmiş sözcük imgelerinin toplamıdır.

Söz (parole), bireylerin toplumsal çevresine, eğitimine, bireysel yeteneklerine ve yaşamsal deneyimlerine bağlı olarak, kullanmak üzere dilin bir bölümünden yaptıkları seçmedir. Çünkü bireyler, toplumsal nitelikli dilin ancak bir bölümünü kullanırlar.    (Crytal, Daid; linguistics. Pelican Books 197l.)

Yukarıda şiirin “langue” anlamında dil olduğunu söylemek istediğim anlaşılmamalı. Şiir bu anlamda dil’i biçimlendirerek, “söylem” düzeyine taşır ve “parol” anlamındaki sözünü de bu söylem biçimi içerisinde ifade eder. Şiirsel söylem biçimi, sözün ve dilin estetize edilmiş, yani anlamlılaştırılmış, tarihselleştirilmiş, tikelleştirilmiş, yeniden üretilebilir biçime getirilmiş düzeyidir. Bu kuramsal bilgileri şunun için anımsatıyorum: Adnan Azar’ın şiiri, söz gibi görülebilir. Oysa bu bir yanılsamadır. Şu şiirsel ifadede olduğu gibi: “bana yükle, dedi, ormanı//iç’ i, alacaları, uzağı, yılı”

Avare Çalı ve uzaKTan, A. Adnan Azar, 324 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2014.

Şiir dili, sesin de anlam üretiminde önemli olduğu bir dildir. Şiirin, doğal dil üzerine kurulan anlamsal çok değerliliğe sahip bir dil olduğunu anımsarsak, şiirsel dile bu niteliğini kazandıran etkenlerden birinin de ses olduğunu söyleyebiliriz. Hatta sesin de şiirde başlı başına bir anlam olduğunu ileri sürenler bile olmuştur. Bu yaklaşımda bulunanlar, klasik şiiri, özellikle Divan şiirini kendilerine dayanak olarak almaktadırlar. Gerçekten de Divan şiiri, dili şiir yapmada, sesin başlıca şiirsel etken olduğu bir şiirdir. Zaten Aruz Vezni, çeşitli nota sistemlerinden başka nedir? Ama Cumhuriyet'in başından bu yana, özellikle şiirimizin modernleşme  sürecinin başlarında,  sesin başlıca şiirsel etken olduğu yaklaşımı gerilere    kaymıştır. Çünkü şiir, Roland Barthes'ın da belirttiği gibi, gerçekten de bir nicelik değil, bir niteliktir; tözdür, cevherdir. Öyleyse şiir, başka şeylerle karışık biçimde ya da saf biçimde bir yerlerde daima vardır. Önemli olan, şiiri o bulunduğu yerden bulup çıkarmaktır. Elmas gibi...Adnan Azar, bütün şiirsel girişimlerinde, sesin de şiirsel anlama katkısını göz ardı etmiyor. Şiirin her ne kadar bir nitelik olduğunu bilse de, şiir dilinin kendine özgü iç müziğini ses olanaklarıyla yaratmak gerektiğini de biliyor. Azar’ın bu deneyimlerini, “Küçük Sözler” adlı, ikişer dizeden oluşan altı şiirde daha somut olarak görebiliriz: “1.şimdi aşk kelimeleridir bir bir yok olan//öyleyse yazlar okusun benikırık aşklar okusun”, “2.sana taşırdım nasıl taşırdım sevgimi// ama şu fırtına şu boran şu begonya”, “3. Sular geri getirsin seni bana getirsin// durulayım yüzünü bir daha unutmayayım”, “4. madem vakit dar herhangi birini sev// yıldızlara gülen gülüşünü saklamayan birini”, “5. güz dalına uçurum otuna sor// kıyısız kalbime sorma beni”, “6. Yağmur ne çok yağmur ne çabuk// gittin mi sevdin mi silindin mi”

Genel olarak sanat, özel olarak şiir, her şeyden önce bir biçimdir ve bireysel bir etkinliktir. Şiir her şeyden önce dili biçimlendirmektir. Dilden değil de anlamlardan yola çıkarak şiir yazmak, şiirin dışına çıkarır bizi. Elbette sanatın başlıca işlevi, etkilemektir. Ama bu etki, her sanatın kendi söylem biçiminin sonucudur. Eğer burada şiiri konuşuyorsak, önce dil üzerinde konuşmamız gerekir. Şiirin malzemesi dildir. Dili oluşturan sözcükler, şairden önce ve onun dışında zaten vardır. Anlamların taşıyıcısı olan sözcüklerin kendilerini değil de, onların içindeki anlamı kullanarak şiir yazmaya çalışırsak, gerçekten şiirin dışına düşeriz. Burada sözcük fetişizmi yaptığım, şiiri içerik boyutundan soyutlayarak sözcük düzeyine indirgediğim anlaşılmamalı. Ben yalnızca şiirin dilsel özelliğini vurgulamaya çalışıyorum. Yukarıda şiirin “söz” olmadığını öne sürerken, bir bakıma bunu anlatmak istiyordum. Adnan Azar’ın altı kitaplık şiir serüvenine yakından bakmaya çalışarak, ”Beyaz Ayarı” adlı kitapta yer alan otuz yedi bölümlük “Işık Oyunları” adlı şiirin on iki numaralı olan bölümünü bu bağlamda okuyalım:

“dedi, bin Pazar trenlerine

hem kır pencerelerde

dedi, rüyadan say

herşeyi.

dedi, basma toprağa

havaya dokun

dedi, çocukluğuna.

sonyaz ışığı altında

yürümek, dedi

yollar içinde

hayal içinde.”

Toplam farklı yirmi iki sözcükten oluşan bu şiir, tam bir dil deneyimidir (burada Melih Cevdet’in,”her şiir bir dil deneyimidir” sözünü hatırlayalım), diyebiliriz. Dilin okur tarafından yeniden üretilerek, kendinde anlamsal karşılıklar bulması, alımlama sürecinin temelini oluşturur. Söz dizimindeki kırılmalar, satırlar arasında bırakılan boşluklar dilin şiirsel nitelik kazanması için başvurulmuş deneyimlerdir.

Şairin şiir ile ilişkisi, sözlü kültür insanı gibidir. Okurun şiir ile ilişkisi ise yazılı kültür insanı gibidir. Walter J. Ong, sözlü kültürün psikodinamiğinden söz ederken, sözlü kültürlerde insanların, büyük bir olasılıkla evrensel olarak, sözcüklerin büyülü bir güç içerdiğine en azından bilinçdışında inanmalarının, sözcükleri zorunlu olarak söylenen, seslendirilen ve dolayısıyla bir güç tarafından harekete geçirilen şeyler olarak algılamalarıyla ilintili olduğunu belirtir. Buna karşın matbaa kültürüne bağımlı insanların, sözcüklerin her şeyden önce sözlü olduklarını, birer olay olduklarını ve dolayısıyla "güçlü" olduklarını unuttuklarını; sözcüklerin, onlar için nesnemsi bir nitelikte, "orda bir yerde", düz bir yüzeyde bulundukları için ölü sanıldıklarını ve kolay kolay büyü çağrıştırmadıklarını vurgular. Bu yüzden de bir şiirin okurda karşılık bulması, çarpıcı, derin, farklı ifade biçimleri ile mümkündür. Öyle ki, okur bir şiiri okuduğunda, oradaki sözcüklerle ilk kez karşılaşıyormuş kanısına kapılmalıdır. Adnan Azar’ın birçok şiirinde olduğu gibi: “bir yıldız ağdım geceden//kalbimi kendime bağışladım//susmaz yoksa bu ses//bu şehir susmaz//bir yıldız ağdım:inceden//bir ses://git sen de gizli yüzünle//işte parmaklarımla yonttuğum o yazdan//çok sonra çok uzakta//saçlarına eğildim//dağıldım durdum//rüzgarların önünde//gizil yüzümle//ince yüzümle (Rüzgar İstasyonu)”

Şiirin düşünce boyutunu üç açıdan ele almak gerekir: Birincisi; şiirin kendisinin bir düşünme (duyma) biçimi olduğunu öne süren bir yaklaşım olarak düşünce; ikincisi; dilin, bir söylem biçimi olarak şiir niteliği kazanması için gerekli olan dinamik olarak düşünce, üçüncüsü; bir şiirsel metnin içeriğinde yer alan kaygı, “mesaj” olarak düşünce. Birinci yaklaşım, şiiri, varlık karşısında bir sorgulama biçimi olarak kavrayan ve şiire en geniş açıdan yaklaşan bakış açısıdır. Bu bakış açısına göre şiir, duyular alanımızın dışında kalan gerçekliğin, duyular alanına çekilmesi için oluşturulmuş bir söylem biçimidir. Felsefenin, duyular alanımızın içindeki gerçekliği sorgulamaya yönelik kavramsal diline karşılık; şiir, duyular alanımızın dışındaki gerçekliği sorgulama etkinliğini, “imge” dediğimiz, anlamların görsel tasarımlarıyla yapar. Elbette bu görsel tasarımlar dilsel tasarımlar olarak “şiirsel imge” niteliği kazanır. Şiirsel dilin büyük ölçüde “imge” olması, Adnan Azar poetikasının da büyük ölçüde tamamlayıcısıdır: “gelse tersyüz etse toprağımı//gelse ince olsa yine bol kazaklar giyinse//ışığı anlatsa bana bahçenin ışığını hep değişen//gölgeyi de söylese çim artık biçilmeli dese (Tersyüz)”