Güzel Ölümün Uykusu: Sokağın yoksul çocukları
Ayşegül Devecioğlu'nun yetimhane ve sokak arasına sıkışıp kalmış çocukların yaşamını anlattığı "Güzel Bir Ölümün Öyküsü" kitabı Metis Yayınları tarafından okurla buluştu. Devecioğlu romanda sadece sokak çocuklarını, canlıları değil; cansız nesneleri ve sokağın kendisini de dile getiriyor.
Kent yoksulluğu son yıllarda çeşitli bağlamlarla tartışılan bir konu, bunun bir yanını da sokakta yaşayan çocuklar oluşturuyor. Bu çocuklar için yoksulluk, çoğunlukla değiştirme ve dönüştürme umudu olmayan, her türlü hak ve güvenceden yoksun bir hayat karşılığına geliyor ve daha çok “kent içi yoksulluk” kavramıyla ilişkileniyor. Bu kavram; “bir anlamda kaderini kabullenmiş ve artık yükselebilme, kent ve toplum içindeki konumunu iyileştirebilme umudunu büyük ölçüde yitirmiş görünen”leri ifade etmek için kullanılıyor (Işık-Pınarcıoğlu, 2009: 39). Konunun sadece bu boyutu yok, sokakta hayatta kalma çabası vermek zor çünkü dışlayıcı bakışları üzerinde hissetmek, “damgalı” bir hayatın mührüyle varolmaya çalışmak, dışarıdan her türlü saldırıya açık olmak gibi çeşitli sorunlar içeriyor. Ayrıca, yoksulluk araştırmalarında sık sık karşımıza çıkan sokak çocuklarının hayat çabası edebiyatın da konusu olmaya devam ediyor.
YOKSULLUK, SOKAK VE ÇOCUKLAR
Ayşegül Devecioğlu’nun Metis Yayınları tarafından basılan, Güzel Bir Ölümün Öyküsü adlı romanı, bizi kentin kuytusunda yokmuş gibi davranılan, sokak çocuklarının yaşamıyla buluşturuyor. Metinde, yetimhane ve sokak arasına sıkışıp kalmış çocukların yaşamı oldukça gerçekçi bir biçimde işlenirken, Ayşegül Devecioğlu, tek çabası “var kalmak” olan, yaşamdan eline sadece öfkesi ve isyanı kalmış bu çocukların, hayat karşısında nasıl çıplak kaldıklarını anlatısına taşıyor. Kitap, konu açısından oldukça karanlık ve bu nedenle üslupta sert çünkü hikâye edilen, çok kolay ajite etmeye, acıyı romantikleştirmeye, melodram tadı verecek bir anlatıya dönüşmeye el veriyor. Ancak Devecioğlu, bu çocukların hayatını hor görülmüşlerin, kaderine razı, acıklı hayatları olarak çizmiyor. Evet metinde böyle bir yan hissedilebilir belki ama bu çocukların öykülerinde aynı zamanda isyan ve öfke var, bu yoksul hayatın nedenleri var. Çünkü yoksulluk Necmi Erdoğan’ın ifadesiyle; “ekonomik bir kategori olmanın yanı sıra, kişilerin içinde yaşadığı, anlamlandırdığı, başa çıkmak için çeşitli yöntemler geliştirdiği, toplumsal bir durumdur” (2016: 14). Bu nedenle bireyin varlık sorunlarıyla, yaşamda kalma stratejileriyle, dışlanma, yok sayılma gibi sorunlarla da yakından ilişkilidir. Devecioğlu da sokak çocuklarını anlatıya taşırken bu kısmı görmezden gelmiyor yoksulluk anlatısı; sokak çocukları nasıl yaşıyor, ne hissediyor, nasıl stratejiler geliştiriyor gibi sorularla buluşarak, yaratılan karakterlerle hikâyede cevabını buluyor.
YOKSULLUK KADER DEĞİL
Devecioğlu anlatısına taşıdığı çocukların hayatından Gürbilek’ten ödünç alarak söylersek, “gurur yarası”nı kahramanlığa dönüştüren bir hikâye çıkarmıyor. Bu çocukların kendilerine biçilmiş hayatlarıyla yüzleşmeleri bir şekilde hayatı sürdürme çabaları dikkat çekiyor. Öfkelerini yönelttikleri nesne de bu açıdan önemli bana kalırsa örneğin metinde, çocukların kaldıkları yetimhaneyi ateşe vermeleri, sorumlu tuttukları şeyin kaderleri olmadığını, isyanlarının kendilerini bu duruma sokan sisteme karşı olduğunu gösteriyor. Çünkü kader olarak görülerek işin içinden çıkılan, yoksulluk, kimsesizlik, evsizlik, açlık sistemin ve toplumun bu çocukları dışına kusmasıyla yakından ilişkili.
KENTLERİN VE SOKAK ÇOCUKLARININ ORTAKLIĞI
Yazarın kendisi tarafından deneyimlenmemiş olandan bahsetmesi zordur. Özellikle konu acı, ıstırap, felaket, savaş, kimsesiz çocuklar, mülteciler gibi üzerine konuşması hem duygusal hem de etik açıdan zor bir konu ise. Çünkü deneyimlemediğimiz konuların ifadesi, başkası adına konuşmak anlamına gelebilir, olayı asıl yaşayanı nesneleştirebilir. Ayşegül Devecioğlu Güzel Ölümün Uykusu adlı romanında oldukça gerçek bir konuyu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor, bu açıdan metin bahsettiğimiz gibi anlatının öznesi olan sokak çocuklarını çok kolay nesneleştirme potansiyelini taşıyor. Peki, Devecioğlu bunu nasıl kırmış, üzerine düşündüğümde, özellikle yaratılan atmosferin ve kurulan dilin bunu kırmakta etkili olduğu sonucuna vardım. Çünkü anlatı son yıllarda kentlerdeki dönüşümü, birbirine benzeyen TOKİ evlerini, neredeyse sıfıra inen “karşılıklı yardımlaşma” ve dayanışmanın yokluğunu da anlatıya taşıyor. Böylece çok da uzağında olmadığınız bir atmosferin içinde kendinizi buluyorsunuz, karakterlerin sadece bir kitap anlatısı olmadığının farkındasınız, yani sadece anlatıcı değil okur olarak siz de bu yaşananların bir parçasısınız, anlatılan sizin de deneyimlerinize yaslanıyor. Metinde kente dair betimlemeler de bunun göstergesi oluyor: “Toz şehrin derisi; ağaçları, yolları, evleri, arabaları, çöpleri, duvarları kaplıyor, her şeyin dokusuna giriyor, kendine özgü aşılmaz bir tabaka oluşturuyor. Şehri kilim ya da halı gibi çırpsalar tozun altından yabancı bir şey çıkabilir. Gerçi ortaya çıkan da birçok bakımdan eskisinden farklı olmaz, aynı ölçüde donuk ve küf tutmuş olur.” Son yıllarda kentler inşaat alanı gibi desek hata etmeyiz her yerden toz kalkıyor, gelip siniyor üzerimize, Devecioğlu’nun metni böyle bir atmosferden ve “kent yoksulları”nın yaşamından sesleniyor okura. Kentlerin silinen belleğiyle hayatta yokmuş gibi davranılan sokak çocuklarının silikliği okurun kafasında ortak bir anlam oluşturuyor böylece. Çünkü bu çocukların durumu kitabın şu cümlesindeki çiçeğin kaderiyle ortaklaşıyor: “Karşısında içi çöp dolu bir çiçek tarhı var. Çöplerin arasından tozlu belirsiz bir bitki boynunu uzatıyor…” Kitabın karakterlerinden Emenike’nin bakışından yansıyan bu cümle, çoğu zaman çöpten hayatını çıkaran, başını çöp yığınından uzatan bir çocuğun yaşamıyla kesişen bir yerde duruyor.
GERÇEK DÜNYA VE TEMSİL EDİLEN DÜNYA
Ayrıca kitapta dikkat çeken yanlardan biri anlatıcının hislerinden çok metnin karakterlerinin hislerinin öne çıkması. Bununla şunu kast ediyorum, seyredilen olumsuz bir durumun anlatıcı da bıraktığı ki -metnin geneli düşünüldüğünde oldukça acı veren yaşanmışlıklardan bahsedildiğini söyleyebiliriz- etkiden çok, karakterlerin üzerindeki etkiyi hissedip onların sesini duyabiliyoruz. Yazarın, mesajını iletme sesini duymuyoruz. Bu da anlatılanın sıkıntısını son dönem edebiyatta çok sık rastladığımız gibi bireysel bir serzeniş olmanın ötesine taşıyor ve sokak çocuklarının yaşamında çıkan kurgu, okuyanın “vah! tüh!” diyerek, kitabın nesnesine bakıp hâline şükretmesinin önüne geçiyor, başkasının sıkıntısı üzerinden kendimizi aklamamamıza izin vermiyor, bir anlamda toplumu, sistemi tek tek hepimizi sorumlu tutuyor. Çünkü baştan beri bahsetmeye çalıştığım gibi anlatılan gerçekliğe çok yakın, bu nedenle kurguyu aşan, kentlerin şimdideki hâline tanıklık edildiğini hissettiren bir yanı var. Elbette Bahtin’in işaret ettiği gibi metinde: “Temsil edilen dünyayı metnin dışındaki dünya ile karıştırmamamız gerekir” (2014: 307). Ancak yine de bu iki dünya arasında bir ilişki olmadığını söyleyemeyiz. Çünkü yine Bahtin’in deyimiyle: “Yapıt ve yapıtta temsil edilen dünya, gerçek dünyanın parçası hâline gelir ve onu zenginleştirir; gerçek dünyada dinleyicilerin ve okurların yaratıcı algılamaları aracılığı ile yapıtın sürekli yenilenmesini sağlayarak, yapıtın yaratım sürecinin olduğu kadar müteakip yaşamının parçası olarak da yapıta ve yapıtın dünyasına dâhil olur” (2014: 308). Bu durum eserin “zaman-uzamsal” bakışı ile ilgilidir. Devecioğlu’nun metninde sokak ve zamanının kente dair sorunlarının işlenişine bu açıdan bakabilir ve şu cümleleri örnek verebiliriz; “Çöp her yerde. Kokuyor, çürüyor, yayılıyor, ne kadar toplansa canlı bir yaratıkmış gibi yeniden çoğalıyor. Üstüne gidildikçe güçleniyor, şehre meydan okuyor. Aslını arasanız şehir çöpe çoktan teslim oldu. Şehir bunu biliyor, çöpün onu öldürdüğünü. Sessiz sedasız oldu, can havliyle haykırmış olabilir ama kimse duymadı. Çok eskiden beri böyle, donup kalmış bir anının içine hapsoldular.” Burada, kentin bir süreç içinde dönüşümü “çok eskiden beri böyle” ifadesiyle bir zamana işaret ederken, metnin mekânı ve zamanı arasında kurulan bağı da imliyor fikrimce.
ISLAH VE 'ARINMA'
Ayşegül Devecioğlu’nun Güzel Ölümün Uykusu, yetimhane adı verilen kurumlarda uygulanan rehabilitasyon süreçlerine de odaklanıyor. Kimsesiz çocuklardan hayata dair olan tüm neşeyi alıp çıkaran, bedene ve ruha dair ne varsa ıslah eden, kitabın ifadesiyle “arındıran” uygulamalar, bu çocuklardan kendileriyle ilgili olan her şeyin çalındığına tanık ediyor okuru. Ortaya çıkan bu hayatsız çocuklar, doğuştan verili isimlerinden çok uzakta, yersiz, ev duygusunu bilmeyen, birbirlerinden ve baliden başka tutunacak dalı olmayan, öfkesi ve isyanı dışında elinde hiçbir şeyi kalmayan bireyler olarak karışıyorlar hayata. Bu hissiyat kitapta Emenike adlı karakterin durumunu anlatan şu cümleyle varlık buluyor: “Sonra dünya boşalıveriyor çevresinden. Bu boşunalık hissiyle baştan aşağı sarsılıyor. Nasıl olduğunu anlamadan vurma isteği elinden kayıp gidiyor. Hiçliğin ta kendisi olan Emenike kalıyor geride. Yeşil, kırmızı, mavi ampuller hiçliğin üstünde yanıp sönüyor.” Çünkü bu çocuklar için varlıklarının bıraktığı his “hiçliğin ta kendisi”. Devecioğlu’nun toplumsal bir konuya dikkat çekerken karakterlerinin varlık-yokluk sıkıntısını da ortaya koyması bana kalırsa metnin önemli noktalarından. Ama baştan beri ifade ettiğimiz gibi, Devecioğlu anlatısında bunun topluma ve sisteme bağlı bir sorun olduğunu okura devamlı hatırlatıyor, yoksul madunların görünmezliği konusunu da tartışmaya vesile oluyor böylece, çünkü Necmi Erdoğan’ın ifadesiyle; “Yoksullar ve zenginler arasındaki ilişki karşılıklı bir görmek istememe ilişkisidir” (2016: 51). Devecioğlu’nun metninde de bunun ifadesini bulabiliyoruz, örneğin: “Kimse şaşırmıyordu sokakta veya bir yıkıntıda öylece kaskatı yatıyor oluşlarına, yüzlerinde hayattan kalan ize, yaşamın son anına ilişkin değil, yaşamın tümünün izine. Gömüldükten hatta çürüdükten sonra bile silinmeyecek bu iz” çünkü kimse bakışını onlara yöneltmiyor, görmüyor biliyor ama öyle normalleşmiş ki görmek; bakmaya, bu konuda bir şey yapmaya, çoğu zaman yetmiyor.
Ayşegül Devecioğlu’nun Güzel ölümün Öyküsü adlı kitabı, anlatıya taşıması zor bir konuyu ajite eden bir acı hikâyesine dönüştürmeden ortaya koyabilen, öfkesini asıl nedenlere yöneltebilen bir metin. Kendilerine ait hiçbir şeyi kalmamış çocukların sokakta hayatta kalma mücadeleleri, onları buna mecbur bırakan sebeplerle birlikte ele alınıyor. Bu kitapta, “yetimhanede, zoraki gece sessizliğinde dünyayı altını üstüne getirmeye hazır, geçmişsiz, geleceksiz yarı deli bir çocuk sürüsünün haykırışları gizli.” Zoraki olarak bu haykırışını sokağa taşıyan çocukların kimsesizliği, yalnızlığı, açlığı, isyanı gizli…
Kaynaklar
Bahtin, M., (2014), Karnavaldan Romana ‘Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar', (Çev. Cem Soydemir), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Işık, O., Pınarcıoğlu, M., (2009), Nöbetleşe Yoksulluk ‘Sultanbeyli Örneği’, İstanbul: İletişim Yayınları.
Yoksulluk Halleri ‘Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri’, (2016), (Der. Necmi Erdoğan), İstanbul: İletişim Yayınları.