Adnan Özyalçıner öykülerinde kültürel bellek ‘mahalleri’
Adnan Özyalçıner öykülerini genellikle kente ve özellikle İstanbul’a odaklıyor ve bize bu mekân üzerinden belleğe dair yorum yapma imkânı veriyor. Kentin sokakları, mahalleleri, bitkileri, gündelik yaşamı gibi pek çok farklı konu bu metinlerde yerini alırken, dokumacılık, cambazlık gibi günümüzde pek rastlamadığımız iş kollarını da görebiliyoruz. Daha çok izlenimci bir üslûpla, yazarın kendi anılarıyla birleştirerek yazdığı bu öyküler odaklandığı dönemin İstanbul’unu anlamak için de önemli bir yerde duruyor.
“Modern suçlular
Her gün parklara ve bahçelere gitme izni almışlardır
Güçlü dürbünlerle ve cep saatleriyle donanmışlardır
Ölümün de müdavimi olduğu kiosklara baskına giderler
Ve tomurcuklanmış gül bahçelerine kurarlar
Laboratuvarlarını
Oradan yönetirler etrafta dolanan dilencileri ve
Fotoğrafçıları
Sefaletin ortasında küçük bir mabet inşa etmeye çalışırken
Ve mümkünse melankolik bir ayakkabı boyacıları da olsun isterler…”
Nicanor Parra’nın “Modern Dünyanın Kusurları” şiirinin kentlere dair çok şey anlattığını düşünürüm, “izinli parklar bahçeler”, kent mekânlarının bir laboratuvar nesnesi gibi ele alınması, biçimler, düzenler, “beyaz bakışlı” fotoğraflarda yoksul insan imgeleri ve daha pek çok şey. Adnan Özyalçıner’in “Cambazlar Savaşı Yitirdi” adlı kitabındaki öyküleri okurken hatırladım bu şiiri. Kente ve ayrıntılarına bakarken onunla bütünleşmenin, onun yok olup gidenine dair hissedilen kederin anlatısı açıkçası Parra’nın şiirinin tam tersi bir şeye işaret ediyordu. Bu öykülerde kent henüz bilim laboratuvarı gibi üzerinde durmadan deney yapılan bir mekânı değil, içinde bulunulan anların yaşantıya dönüşebileceği yerleri çağrıştırıyordu. Özyalçıner’in daha çok İstanbul’a dair izlenimlerini kendi yaşamıyla birleştirerek yazdığı bu öyküler okuru, kentin yok olan suretleriyle karşılaştırıyor, gündelik yaşamın deneyimleriyle buluşturuyor ve İstanbul’un geldiği noktada nasıl bir hiç mekâna dönüştürüldüğünü anlatıyordu. Çünkü bana kalırsa bir kenti imge olarak zihne yerleştiren, ona dair ayrıntılar, sokak aralarına sinen yaşam kokusu, farklı mesleklerden insanlar, kendine has mimari özellikleri olan yapılar, karşılaşmaların yaşandığı mahalleler, başka başka etnik kimlikten insanların oluşturduğu çokluk ile yakından ilişkili. Özyalçıner’in öykülerinde bu yitip gidene dair imgeleri bulabiliyoruz: Çeşitli meslekler, sokaklar, mahalleler, bahçe sinemaları, ebegümeçleri, ballıbabalar, daha çok alt sınıftan hayat kaygısı sırtından eksik olmayan insanlar.
KÜLTÜREL BELLEK 'MAHALLİ' OLARAK EV
“Haliç’e inen sokaklar hem dar hem karanlıktır. Birbirine bitişik evlerin çoğu taştandır. Her biri en az iki katlı. Kapıları demirden. Aralık bile olsalar iterek açamazsınız. Çocukların gücüyse bu kapıları yerinden oynatmaya bile yetmez. Evlerin birinci kat pencerelerinin hepsi demir parmaklıklıdır. Sokağın karartıklığı bu kesme taşlı duvarlarla paslı demirlerden gelir. İki yandaki evler, aşılmaz iki duvar oluşturur. Arnavut kaldırımı döşeli bu sokakların hepsi de yokuştur.” (Cambazlar Savaşı Yitirdi, s. 15).
Özyalçıner’in burada betimlediği ev Paul Connerton’ın kültürel belleğin yeri olarak ifade ettiği “mahal’i” hatırlatıyor. Düşünüre göre mahal olarak ev: “içinde bir grup insanın yaşadığı bir bina değildir yalnızca. Ev, duvarlar ve sınırlardan inşa edilmiş maddi bir düzenden, bir barınaktan veya uzamsal olarak düzenlenmiş faaliyetlerden çok daha fazlasını temsil eder. Bunların ötesinde ve üstünde ev bir temsil aracıdır; bu itibarla anımsatıcı bir sistem olarak etkili bir şekilde okunabilir (2012: 29). Özyalçıner’in betimlediği evin temsil ettiği ve anımsatıcı olarak işlev gördüğü çeşitli imgelerden söz edebiliriz şu hâlde. Çünkü “iki katlı”, “demir kapılı”, “demir parmaklıklı”, “kesme taşlı duvar” “taştan” gibi sıfatlarla tanımlanan bu evler; apartmanların, yüksek güvenlikli sitelerin hâkim olduğu zamanın öncesinde bir kent dönemini imliyor ve geçmişi anımsatan bir araç oluyor. Birincil ilişkilerin hâkim olduğu, sokağında çocukların top koşturduğu, komşuluk ilişkilerinin ve mahalle kültürünün daha belirgin olduğu kent hayatının bir dönemini temsil ediyor.
Kültürel bellek mahalli işlevi olan ev yine Connerton’ın ifadesiyle: “Evler anımsatıcı bir yapıya sahipse, bu yalnızca onların durağan bir temsil aracı olmasından kaynaklanmıyor. Evin yaşam öyküsü ile bedenin yaşam öyküsünün iç içe geçtiği daha devingen durumlar da mevcut. Hem evin hem de bedenin ortak olarak barındırdığı bir özellik var: ikisinin de varlığını sualsiz kabul ederiz” (2012: 30). Varlığını sualsiz kabul ettiğimiz beden ve evi ortaklaştıran yaşam öyküsüdür, bu öznenin ve evin birlikte oluşturduğu bir belleğe gönderme yapar Özyalçıner’in bahsettiğimiz “Cambazlar Savaşı Yitirdi” adlı öyküsünde bu konuda ev ile orada yaşayanın belleğine dair şu cümleleri örnekleyebiliriz: "Hafta sonları dayım gelirdi. Dayım, deniz eriydi. Gemileri, Camialtı’nda onarımda olduğu için evci çıkıyordu. Onun için cumadan bırakıyorlardı onu. O da Camialtı’ndan Kasımpaşa’ya, oradan vapur iskelesine yürüyor, oradan, bir kayığa binip Balat’a geçiyordu. Balat’ta üstü çikolatalı, iri, sarı kremalı, vanilya kokan pastalardan iki tane sardırıp, Draman yokuşunu çıkarak bize gelirdi. Tütüncüden kendine de bir küçük şişe rakı alırdı. Evde, iki gün, akşamları, çay bardağına doldurup içerdi rakısını. Babam içmediği için, dayım kendi başına, minderin üstünde oturur, oradan gökyüzüne bakardı” (s. 18). Bu cümlelerde de ev yaşamına dair hatırlananlar, öznenin ve evin ortak belleğine atıf yaparken, ikisinin hikâyesini kesiştirir. Connerton bellek mahalli olan evlere dair başka bir özelliği şöyle belirtir: “Bu tür evler, bellek mahalleridir; yalnızca şimdiki zamana ya da inşa edildiği zaman dilimine değil, bir yandan geçmişe uzanan, bir yandan da uzandığı geçmişi şimdiye sürükleyen daha geniş bir zaman dilimine aittir” (2012:31). Özyalçıner’in öyküsünde, bizi üzerine düşündüren ve bu ev tasvirinin şimdide varlık bulmasını sağlayan şey, kentlerin geçirdiği dönüşümle ilişkileniyor. İster istemez zihnimizde şimdiki İstanbul ile onun geçmişi arasında bir bağlantı kuruyoruz. Böylece, öyküde bahsedilen ev bir 'anımsatıcı' işlevi görürken, temsil ettiği dönemi şimdide bir kent belleği meselesi olarak kurmamızı sağlıyor.
KÜLTÜREL BELLEK MAHALLİ OLARAK SOKAK
Connerton’ın kültürel bellek mahalli olarak gördüğü bir yer de sokaklar yazar daha çok politik bir mekân olarak ele alsa da sokakların da bahsettiğimiz bağlamda “anımsatıcı” işlevi olduğunu söylememiz hata olmayacaktır. Çünkü bir kente dair anımsamalar yine öznenin yaşam hikâyesiyle kesişen bir yerde durur. Connerton bu durumu şöyle ifade ediyor: “Belirli bir tür politik alan olarak var olmalarının yanı sıra, sokakların en iyi yanlarından biri de hatırlanabilme özellikleridir. Kendi yaşadığınız şehri ya da başka herhangi bir şehri düşündüğünüzde, çoğunlukla o şehrin üzerinizde güçlü bir etki bırakmış olan bir sokağı aklınıza gelir. Bu sokak kolay hatırlanır; çünkü şehri ya da ilçeyi kafanızda düzene sokmanıza yardımcı olup bir sınır oluşturarak size nerede olduğunuzu bildirir” (2012: 34). Yani buradan yola çıkarak söylersek sokak bir bulunma hâli hissettirir, yönünüzü belirler, kaybolma hissinin önüne geçer ve böyle bir yer de hatırlanır. Özyalçıner’in “Cambazlar Savaşı Yitirdi” adlı kitabında ise sokaklara dair anlatılar geçmişte bir dil ile ifade edilirken, bir bulunma hâlinden çok kaybolmuşluk hissini anımsatıyor. Evet, sokaklar yine anımsatıcı işlevini görüyor, geçmişi çağırıyor ama genellikle aranan, artık eskisi gibi olmayan, dönüşmüş mekânlar olarak tasvir ediliyor. Örneğin: “Boydan boya sürüp giden sokağı çeşitli aralıklarla bir ucu Bağdat Caddesi’ne açılan, öteki ucu kimilerinde denize varan ara sokaklar, enlemesine kesiyordu. Zaten sokağın deniz gören yerleri, bu ara sokaklardı yalnızca. Oraları da lağım kokuyordu. Onun için ayakta kalabilen bütün bahçelerde sık dikilmiş çam ağacıyla manolya ağaçları göze çarpıyordu. Onlar da kesilip yerlerini yeni villalarla çok katlı apartmanlar aldığında, bütün sokağı baştan sona lağım kokusu saracaktı. Şimdilik, denizin yanına varıldığında kokuyordu sokak” (s. 57). Bu cümlelerde görüldüğü gibi sokağa dair anlatı “lağım kokusu”, kesilmiş ve daha da kesileceği öngörülen ağaçlar olarak olumsuz bir şekilde tasvir ediliyor. Anımsama ise daha çok o an görülenle geçmiş arasında bir bağlantı kurularak ifade ediliyor ve önceki hâliyle kalmadığı gibi, böyle de kalmayacağını imliyor. Yazar böylece okuru, yine kent mekânlarının dönüşümü sorunu ile baş başa bırakıyor. Böylece, sokak denince artık bilindik, tanımlanmış, kendimizi orada bulunmuş olarak gördüğümüz mekândan çok bir daha gittiğimizde aynı bulamayabileceğimiz bir yeri düşünüyoruz ki bunun örneklerine son yıllarda kent merkezlerinde, meydanlarında da çok sık yaşadık.
Adnan Özyalçıner öykülerini genellikle kente ve özellikle İstanbul’a odaklıyor ve bize bu mekân üzerinden belleğe dair yorum yapma imkânı veriyor. Kentin sokakları, mahalleleri, bitkileri, gündelik yaşamı gibi pek çok farklı konu bu metinlerde yerini alırken, dokumacılık, cambazlık gibi günümüzde pek rastlamadığımız iş kollarını da görebiliyoruz. Daha çok izlenimci bir üslûpla, yazarın kendi anılarıyla birleştirerek yazdığı bu öyküler odaklandığı dönemin İstanbul’unu anlamak için de önemli bir yerde duruyor. Bu metinler ki örneklediğimiz “Cambazlar Savaşı Yitirdi” özelinde yazarın kendi kişisel yaşamı ile ilişkilendirildiği için tıpkı Hagop Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları” (Aras Yayıncılık, 2017) gibi veya Reşad Ekrem Koçu’nun tarihten devşirdiği hikâyeleri gibi İstanbul’a dair kent hâfızasının izini sürebilme imkânı veriyor.
Kaynaklar
- Connerton, P., (2012), “Modernite Nasıl Unutturur”, (Çev. Kübra Kelebekoğlu), İstanbul: Sel Yayıncılık.
- Parra, N., (2015), “Şiirler Karşışiirler Başka Şiirler”, (Çev. Bülent Kale), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.