Yılmaz Güney'in gençlik öyküleri
Yılmaz Güney'in ilk dönem öyküleri olan 'Gençlik Öyküleri' geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Güney’in toplumcu gerçekçiliğinin ilk izlerinin de görüleceği öykülerde, sanatçının fantastik öğeleri de sıkça kullandığını öyküler, sanatçının bir başka yönüne de vurgu yapar.
Yılmaz Güney’i üç ana başlıkta değerlendirmek mümkün: İlki, şüphesiz ki sinemacı yönüdür. İkincisi, edebiyat; üçüncüsü de siyasettir. Sinemacı yönüne dair hemen herkesin bir fikri var. "Umut", "Sürü" ve "Yol" gibi başyapıtları, bugün de pek çok kişi tarafından ilgiyle izleniyor. Siyasal yönü ise gerek sinemacılığından, gerekse de edebiyatçılığından bağımsız değildir. Sanatsal pratiklerini, devrimciliğiyle açıklamakta fayda var. “Sanatsal çabalar, çalışmalar, sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesi olan siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar, gücümün ve bilincimin elverdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle, sanatçı kişiliğimin yanında siyasi bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı değildir.” (Güney, 2004: 35) Sinemacılığı ve siyasetçiliği ayrı birer yazının konusu. Edebi yönü ise bu yazının içeriğini oluşturuyor.
Güney, henüz 1950’li yılların başında, politik olarak arayış içine girdiğini ve bu arayışın kendisini edebiyatla (özellikle şiirle) ilişkiye ittiğini söyler. “Yasaklı” Nazım Hikmet’i illegal bir ağ sayesinde keşfeder. Politik metinlere ilgi duyar. Okumak, daha fazlasını öğrenmek ister fakat dönem itibariyle bunu başaramaz. Elinde kalan hikâyeler, romanlar ve şiirlerdir. “Okuyordum, çok okuyordum. On sekiz yaşına vardığımda İngiliz, Fransız, Yeni Amerikan edebiyatını bütün boyutlarıyla biliyordum. Ve kazandığım paranın büyük bölümü kitaba gidiyordu.” (Feyizoğlu, 2003: 25) O dönem okuduğu edebi eserleri, “Kime karşı savaşacağımızı, nasıl savaşacağımızı, hangi ideolojiyle savaşacağımızı, bunların hiçbirini izah etmiyordu. Sonra bu etkiler altında kısa hikâyeler yazmaya başladım…” (Güney, 2004: 9) sözleriyle niteler. Henüz lise ikideyken, okulun duvar gazetesine hikâye yazar ancak reddedilir. “Hasta olan karısını şehre getiren, parası pulu olmayan, bu yüzden doktora tavuk vermek isteyen bir köylünün öyküsüydü bu. Ben o zaman sosyalistlik nedir, sol cephe nedir, solculuk nedir bilmiyordum.” (Feyizoğlu, 2003: 20) Arkadaşlarıyla birlikte para toplayıp dönemin gözde edebiyat dergilerini alıp, okumaya başlarlar. Varlık, On Üç, Yeni Ufuklar, Pazar Postası bu dergilerden bazılarıdır. Güney’i cezaevleriyle tanıştıran ilk öyküsü de işte tam bu dönemde yayımlanır. Ekim 1955 tarihinde On Üç Dergisi’nde yayımlanan Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri isimli öyküsü yayımlanır. Bu öyküsünde “komünizm propagandası yapmak” iddiasıyla hakkında bir dava açılır. Aynı tarihlerde yukarıda ismi yazan dergilere öyküler yazmaya devam eden Güney, liseyi bitirir ve İstanbul’a gelir.
'BENİM ADIM YILMAZ GÜNEY!'
“…Adana’da liseyi bitirmiş bir insan olarak bir şirkette çalışıyorum, o zamana göre iyi para alıyorum. Belli bir süre sonra bu ilişkiler beni doyurmadı. Niye doyurmadı, çünkü üniversiteye gitmek istiyordum. Yazar olmak istiyordum. İki üç sayfa hikâye yazıyordum. Soluğum kesiliyor olur mu diyordum. Adamlara bak… kalın kalın kitaplar yazmışlar. ‘Roman yazacağım, romancı olacağım’ diyordum. Roman yazmak için ne yapmak lazım. Burada, Adana’da roman yazılmaz, İstanbul’a gitmek lazım.” (Güney, 2004: 25) İstanbul’a gidip yazarları, yayıncıları bulmaya çalışır. Onların gittiği pastanelere, onların gittiği meyhanelere gider. Bir yandan da bir film yazıhanesinde çalışmaya devam eder. Aynı günlerde mahkeme sonuçlanır. Hapishaneye girecekken, temyizi beklemesi salık verilir. Ancak hadiseyi haber alan firma sahibi tarafından işten atılır, beş parasız kalır. Yaşar Kemal’in bir hikâyesinden yola çıkarak, Atıf Yılmaz’ın bir film yaptığını duyar. Hemen gider. “Bir dayanışma örneği olarak; Atıf Yılmaz bana ‘Sen bize senaryoda yardım edersin’ dedi. Yaşar Kemal de çıkardı 500 TL verdi hemen. Bunlar olumlu şeyler. Ve Yaşar Kemal’in 500 TL’si, Atıf Yılmaz’ın desteği; ben birden sinemaya senaryo yardımcısı olarak girdim. Hemen adımı da değiştirdim. O zamana kadar adım Yılmaz Pütün. Sinema ilişkisine girince dedim ki: ‘Benim adım Yılmaz Pütün değil, Yılmaz Güney.’ Yılmaz Güney orada bir girdi, kaçak adı olarak kaldı.” (Güney, 2004: 25-26)
Çok geçmeden temyize giden dava sonuçlanır, 1,5 sene hapis, 6 ay da sürgün cezası alır. Üstelik sürgüne gönderildiği yer, muhafazakârlığıyla ünlü Konya’dır. Konya’da sabıkalı bir komünist olarak her gün karakola imza verecektir.
1961 yılında cezaevine giren Yılmaz Güney, kendisine iki senelik bir program yapar. “Burada 1,5 yıl yatacaksın. Altı ay da sürgünün var. Bir program yap kendine… sen roman yazmak istiyorsun. Burada roman yazmanın en iyi şartları var. Bir; roman yaz. İki: siyasi olarak belli hedeflerin var. Kendine sosyalist diyorsun. Komünizm propagandasından ceza yedin. Bunu öğrenmeye çalış. Üç: çıkınca ne yapacaksın, sanatla, sinemayla ilgileneceksin. O zaman sinemadaki taktiğin, stratejin, hedeflerin ne olacak? Bunları tespit et.” (Güney, 2004: 27)
Yılmaz Güney 1963 yılına kadar ‘Boynu Bükük Öldüler’ isimli romanını yazar. Sosyalizmi öğrenmeyi başaramaz çünkü gelen bütün kitaplar kontrolden geçer. Sinemaya dair ise kafasında belirli planlar gelişmiştir. “1963’te, aktörlüğe başladım. Amaçlarımı gerçekleştirebilmek için aktör olmayı, hem de en meşhurlarından biri olmayı cezaevindeyken planlamıştım.” (Güney, 2004: 10)
1963’ten 1984’teki ölümüne kadar, 100’den fazla filmde oyuncu, yönetmen, senarist ve yapımcı olarak görev yapar. Siyasetle olan teorik ilişkisi cezaevine tekrar girdiği 1972-1974 ve 1974-1981 yılları arasında yetişip serpilir. Senarist kimliğini bir yana bırakırsak yazarlığı da cezaevi sürecine tekabül eder. Boynu Bükük Öldüler romanı 1971 yılında Dost Yayınları tarafından yayımlanır. 1972 yılında da ilk kez düzenlenen Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanır.
1972’de siyasal eylemlerinden dolayı cezaevine girince Salpa, Hücrem ve Sanık isimli üç roman daha yazar. 1974’te çıkıp aynı yıl tekrar cezaevine girince ise Mamak Cezaevi’nde tanık olduğu çocuk tutukluların başını çektiği bir isyanı romanlaştırır: Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz.
Güney’in hikâyeciliği, “sinemacılığa bulaşana” kadarki süreçte aktif olur. O tarihten sonra “romana küsmese de” edebi anlamda hikâye yazmayı –Güney dergisinde Oğluma Hikâyeler adıyla yayımladığı hikâyelerini saymazsak- bırakır.
Geçtiğimiz günlerde Yılmaz Güney’in senaryolarını ve romanlarını da basan İthaki Yayınları’ndan “Gençlik Öyküleri” isimli bir kitap yayımlandı. Güney’in lise yıllarından başlayarak sinemayla organik ilişkiye geçtiği 1959 yılına kadar dergilerde yayımladığı öykülerini bir araya getiren çalışmada, sanatçının on sekiz öyküsüne yer verilir. Ekim 1955’ten 14 Eylül 1958 tarihine kadar kaleme alınan öyküler; On Üç, Salkım, Yeni Ufuklar, Pazar Postası ve Bir gibi dergilerde yayımlanır. Güney’in toplumcu gerçekçiliğinin ilk izlerinin de görüleceği öykülerde, sanatçının fantastik öğeleri de sıkça kullandığını belirtmek gerekir. Sonraki yıllarda yaratacağı sinemanın işaretlerini veren bu öyküler, sanatçının bir başka yönüne de vurgu yapar.
Kaynakça
- Feyizoğlu, Turhan (2003) Bir Çirkin Kral / Yılmaz Güney, Ozan Yayıncılık
- Güney, Yılmaz (2004) İnsan, Militan ve Sanatçı Yılmaz Güney, Güney Yayınları