Şarkılı, filmli bir kitap: Hayat Dudaklarda Mey
Bu memleketi anason kokan şarkılarıyla bize anlatan Murat Meriç, bence arkeolojik bir çalışmaya imza atmış. Şarkıların besteci ve solistlerine ilişkin pek bilinmeyen hikayelerden, hayatımıza girdikleri dönemin özelliklerine kadar geniş bir perspektif söz konusu.
Grand Korçi
Nostaljiyi sevmem. Eskiye yapılan güzellemelerdeki romantizmin ağdalı havasının, geçmişe dair izlenimlerimizde zemin kaymasına neden olduğuna inanırım. Geçmişte her şeyin daha güzel, geçirilen zamanın daha nitelikli, insanların daha içten, yaşamın daha kolay, şehirlerin daha yaşanılası, ilişkilerin daha coşkulu vb. olduğuna dair bir zemin kayması bu. Bu zemin kaymasından hareketle bugüne dair anlamlandırmalar ya da çözümlemelerin hep güdük kalan bir yanı var bence. Öte yandan hafızanın bilince çıkardığı görüntülerde sepya filtre kullandığını da bilirim. Bu sepya filtre, bünyede zemin kaymasına sebep olmazsa pek çok olumlu çıkarsamaya da kapıyı açıyor haliyle.
İşte ben de böyle bir sepya filtreden süzülüp gelen anları hatırlıyorum son günlerde. Bu anlar çilingire dair. Bunu tetikleyen de Murat Meriç tarafından kaleme alınan ‘Hayat Dudaklarda Mey’ isimli kitap. Kitabı okurken içtiğim ilk rakıyı düşündüm öncelikle. Babam ve arkadaşlarından oluşan bir mihmandarlar sofrasındaydım. Ekibin çoğu akşamcılıklarıyla matuf ehlikeyiflerden oluşuyordu. Bir yandan hayatının en önemli sınavına giren talebenin heyecanı vardı üstümde bir yandan da gençliğin verdiği dik başlılık ya da alıklık. Nasıl derseniz artık. Rakı kadehine kısa aralıklarla salvo yapıp rüştümü ispat etme gayretkeşliği içindeydim. Bu halimi gören masa erkanının "Rakı öyle aceleye gelmez, yavaş içeceksin, mezeyi kaşıklamak olmaz, yavaş evladım atlı mı kovalıyor?" minvalindeki uyarılarını pek dinlediğim söylenemezdi. Derken Müzeyyen Senar devreye girdi fondan. "Akşam oldu hüzünlendim ben yine" demesiyle masa erkanı beni unutup kendi alemlerine daldılar. O şarkının haleti ruhiyelerinde yarattığı ani değişimden etkilendim sanırım ki benim de içimde bir şeyler titredi. Şarkı biterken masanın ritmine uyum sağlamıştım bile. İlk sınavı büyük bir badire olmadan atlamıştım sanırım. Son sınav ise henüz ilan edilmedi. Hazırlanıyoruz yıllardır.
Kitap, ‘memleketin anason kokan şarkıları’ alt başlığıyla piyasaya sürülmüş. Benim çilingirlerimin anason kokulu şarkıları hangisiydi diye düşünürken buluverdim kendimi haliyle. O vakit, babamın elimden tutarak oturttuğu o çilingirden kalkmak ve "Böylesi sevdiğin için, bir kördüğüm oldu için" diyen Fikret Kızıloklu bir çilingire oturmam gerekti. İlk aşk kırıklarımı toplamakla meşguldüm o sıralar ve kasetin o bölümü tekrar tekrar çalınmaktan silinmeye yüz tutmuştu. Evet, kaset dinliyorduk bir zamanlar. Nostalji olsun diye söylemiyorum, durum tespiti sadece. Aşk bahsi açılınca çilingire şarkı mı dayanır? "Deniz üstü köpürür, kayığa da binsen götürür" diyen Cem Karacalı akşamlardan, "Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç, bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç" diye iç sızlatan Münir Nurettin Selçuklu masalara, "Ne gemiler yaktım, o kadar yandı ki canım, sonunda karşıdan baktım" diyen Sezen Aksulu ve alkollü tren restoranlarına kadar uzar bu bahis. Evet, bir zamanlar trenlerde alkollü restoran vardı. Nostalji olsun diye söylemiyorum, durum tespiti sadece.
Aşki durumlar dışında, günlük meselelerin konuşulduğu, memleketin kurtarıldığı, küslerin barıştırıldığı, zararsız gıybetlerin gırla gittiği çilingirlerim oldu elbet benim de herkes kadar. Ancak Murat Meriç öyle bir şey yapmış ki, kitabı aynı zamanda öznel bir fotoğraf sergisine dönüştürüyor okuma süreci. Onlarca şarkının hikayesini okurken, o şarkıların kâh fonda kâh başrolde olduğu çilingir masaları gözünüzün önüne geliyor. Sepya fotoğraflar bazen filme de dönüşüyor. Yani hem müzikli hem resimli, filmli bir kitap bu.
İşte hafızamın önüme attığı o filmlerden birisinde memleketin bir hayli doğusundaydım mesela. Yeni mezun bir mühendis olarak hayat beni buraya sürüklemiş ve kar altında çalışmaya alışmıştım. Bir yaşam dönümüydü kısa ve genç hayatımda. Şehrin ‘ileri gelenlerinin’ olduğu bir gecenin, ‘ileri gelen’ masasında nasıl olduysa bana da bir sandalye düşmüştü. Pavyon, lokanta karışımı bir mekandaydık. Sahnede kıyafetiyle, saçlarıyla ve yüzündeki en az yarım kilo makyajı ile o kent için iddialı bir solist, icrai sanat eyliyordu. Aslında sadece müşterileri eğliyordu demek daha doğru olacak. Her masadan tek tek aldığı istek parçaları sıraya koyup, müşteri memnuniyeti ve sürekliliğini garanti etmeye çalışıyordu. Sıra bizim masaya geldiğinde ihale bana kaldı ve "Söyle Sevgili, Sevgili Söyle" çıktı ağzımdan teklifsiz. Münir Nurettin’i oldum olası severim. İsteğimin solist ablanın suratında yarattığı beş büyüklüğündeki depremi görmek, saniyesinde içimi acıttı ama artık çok geçti. Solist ablamız şık bir ayak hareketiyle ters döndü ve arka masaya seğirtti. İki dakika sonra yine bizim masadaydı ve kulağıma eğilip ‘‘Güzelim ben bunu söylerim de ekip bu makamı bilmez. Ben sana İstanbul Sokakları'nı söyleyeyim’’ dedi ve başladı şarkıya. Sonradan öğrendim ki makam bilmez dediği o ekip, kentteki üniversitenin Türk Müziği Konservatuvarı öğrenci ve asistanlarından oluşuyormuş. O gün bu gündür çilingirde duyduğum her ‘İstanbul Sokakları’ şarkısının ardından o solist ablamızın sağlığına kaldırırım kadehimi.
Kitap toplamda iki cilt ve sanat müziğinden popa, arabeskten tangoya çilingirlerde yer bulmuş şarkıların hikayelerinden oluşuyor. Bir anlamda çilingirlerdeki dönüşümü ve geniş repertuvarı takip ediyor. Bir bölümünde Abdullah Yüce çıkıyor önünüze, "Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap’’ diye sesleniyor size. Başka bir bölümde Müzeyyen Senar’ın Feraye’sinin hikayesine dalıyorsunuz. Diğer bir bölümdeyse Zeki Müren’in Yaseminler Solmadan Gel'ine bağlanıyor mevzu. Yukarıda bahsettiğim kitabın görselliği de burada devreye giriyor işte. Ben kitabı okurken canlanan resim ve filmlerin çoğu yaşam dönümlerime denk geldi.
Örneğin onca yıl okuduktan sonra termodinamiğin ruhuna ve sırlarına bir çilingirde vakıf olduğum anlar düştü payıma. Hem de peçetelere karalanmış formüller eşliğinde. Peçeteler üzerinden termodinamik ve hayat ilişkisini anlatma kadirşinaslığı gösteren hocam bir ara fondan gelen müziğe kulak kabarttı ve "Bak oğlum" dedi, "Bu şarkıda bile termodinamiğin yasalarını bulabilirsin istersen.’’ Fonda "Rızasız bahçenin gülü derilmez" diyen Neşet Ertaş’ın sesini duymuş ve anlamış gibi bir yudum almıştım önümdeki rakıdan.
Başka bir yaşam dönümüme denk gelen akşamdaki, rahmetli Selim Sesler’in gırnatasını kulağıma üflediği anlar belirdi gözümün önünde. Yıllarımız geçti de cenazesine katılamadım ona yanarım hâlâ. Kim bilir kaç dost meclisinde Edip Akbayram’a eşlik ettiğimizi düşündüm, Bekle bizi İstanbul'u ağız dolusu, yürek dolusu söyleyerek. Kalleş bir kurşuna giden ‘canparenin’ ardından çöktüğümüz çilingirde, fondaki "Gecemiz kapkara saki, sun elin nur olsun, çileler dolmayacak, bari kadehler dolsun" ve "Ah, merıt merni sari gyalin’’i unutmak mümkün mü?
Yavuzer Çetinkaya’yı çok severim, üç krep arası hayat hikayesini anlattığı kısacık öyküsüyle başladı muhabbetim ama tanışmak nasip olmadı. Uzaktan görürdüm hep. Bir otobüste yan koltuğuna denk geldim, çok düşünceli gözüküyordu ve lafa giremedim. Nasılsa dedim bir konserde, oyunda, sergide falan bir daha denk gelirim. Olamadı. Sezen Aksu’dan Yine mi Çiçek dinlediğim an Yavuzer Çetinkaya için bir yudum içerim. Zira şarkının sözleri Meral Okay’a aittir. Yaman Okay ile Meral Okay da birbirlerine. Ama bu ikiliyi tamamlayan da Yaman Okay’ın kadim dostu Yavuzer Çetinkaya’dır. Murat Meriç kitabında Yine mi Çiçek için çok güzel bir yazı yazmış ama bendeki çağrışımı bir otobüs yolculuğu oldu. Nostalji olsun diye söylemiyorum, durum tespiti sadece.
Fondan gelen ve belli belirsiz duyulacak kadar bir müzik meyhanenin nişanesi sayılır. O meyhanelerde kurulan çilingirlerde her ehlikeyif, meşrebince kulak kabartır çalan şarkıya zira başrol her dem rakınındır. Ama o fondan gelen müzik, Murat Meriç sayesinde hatırlıyoruz ki hayatımızı şekillendirmiş. Bu topraklarla olan bağımızı ilmek ilmek örmüş ve sökülmesi imkan dahilinde değil. Rakı olmasaydı çilingir olmayacaktı ve onu eşlikçisi şarkılar da. Ez cümle, rakı bazılarının zannettiği gibi bir gastronomi unsuru değil bizatihi memlekettir.
Bu memleketi anason kokan şarkılarıyla bize anlatan Murat Meriç, bence arkeolojik bir çalışmaya imza atmış. Şarkıların besteci ve solistlerine ilişkin pek bilinmeyen hikayelerden, hayatımıza girdikleri dönemin özelliklerine kadar geniş bir perspektif söz konusu. Öte yandan tasarımından formatına, mizanpajından desenlerine kadar son derece iyi hazırlanmış, ciddi emek harcanmış bir kitap olduğunu belirtmem gerekir. İşini sevmek, işini bilmek, işini iyi yapmak er geç kendine bir yol açıyor. Murat Meriç de kendi açtığı yoldan yürümeye devam ediyor. İyi ki yapmış bu şarkılı filmli kitabı. Bize de okumak, okurken demlenmek ve emeği geçenlerin şerefine kadeh kaldırmak düşüyor. Nostalji olsun diye söylemiyorum, durum tespiti sadece.