Salih Bolat’tan kent yaralısının rüya şiirleri
Rüya Zamanı, şair Salih Bolat’ın 1983-2014 yılları arasında yayımlanan şiirlerini topladığı, bir diğer deyişle bütün şiirlerini içeren “İlk Kar”dan sonraki ilk kitabı. Bolat, metropol yaşamının içinde bulabildiği parklarda, ulaşabildiği deniz kıyılarında, sahilde; bazen yürüyerek, bazen bisikletle gezinirken kentin değişik nedenlerle yaraladığı modern zaman bireyinin gerçeğe paralel evreninde gördüğü ya da görmesi muhtemel düşleri dile getiriyor diyebiliriz.
Salih Bolat’ın yeni kitabı “Rüya Zamanı” Varlık Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Varlık Yayınları bir süredir, geleneğine aykırı biçimde, şiir yayımlamak konusunda hayli “cimri” davranıyor. Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü alan dosyaların kitaplaşması sayılmazsa yayınevinin etiketiyle neredeyse yılda bir şiir kitabı ya çıkıyor ya da çıkmıyor. Oysa Varlık Yayınları'nın modern Türkçe şiirin oluşmasında ve gelişmesindeki çok büyük katkısı olmuştur.
“Rüya Zamanı”, Bolat’ın 1983-2014 yılları arasında yayımlanan şiirlerini topladığı, bir diğer deyişle bütün şiirlerini içeren “İlk Kar”dan sonraki ilk kitabı. Son beş yıllık sürecin şiirlerinden oluşuyor.
Bolat’ın şiirlerini bilen bilir. Denilebilir ki Salih Bolat, otuz beş yılı aşkın süredir devam eden şiir yolculuğu süresince kendi şiir dilini ve okurunu oluşturmuş bir şairdir. Şiirlerinde genellikle toplumsalla bireyselin, gerçeklikle düşselin, saf olanla karışık olanın yana yana geldiği, buluştuğu, kavuştuğu, örtüştüğü, uzlaştığı, bağdaştığı yeri bulup oradan konuşur.
Üç bölüm ve yüz yirmi iki sayfadan oluşan “Rüya Zamanı” da bu savı destekleyen nitelikte bir kitap. “Rüya Zamanı”nı “bizi peşinden sürükleyen şafağın / getirip bıraktığı yerdeyiz” dizesiyle başlıyoruz okumaya. İlk şiir “Zan” başlığını taşıyor. İlk betiği okuyalım:
bir tay soğuk suya tutuyor alnını
yağmurlu bir avluya giriyor ışık
beni aydınlıktan ayıran şey bu olmalı
bu görüntü
bu zan.
Bolat’ın kitap boyunca süren ve okurun şiirden şiire tanıklık edeceği yaşantı kesitlerine ilişkin deneyimin, bilginin, birikimin bir tür mitolojisini, söylencesini arayışı, “Zan” şiiriyle başlıyor. Belki bir zanla, sanmakla diyebiliriz. Bir zanla bir zandan yola çıkıyor şair. “Söylence” başlıklı şiirin son bölümünü okuyalım:
zamanı kırıp
ortaya çıkıyor
ışığın söylencesi.
Yukarıdaki dizelerden de anlıyoruz ki bu şiirler ışığın söylencesi… Ama hangi ışığın? Şimdilik yanıtlamayalım, her şey burada bitmesin…
Kitabın üç bölümden oluştuğunu belirtmiştik. Bolat, bir üçgen kuruyor aslında, bir tür eşkenar üçgen. Kendisi, yani şair, bu üçgenin tam ortasında duruyor.
Köşelerindeyse sırasıyla “Söylence”, “İz” ve “Kızkardeşim Gülhatmi ve Diğerleri” yer alıyor. Böyle bakınca kitabın, imgelemdeki biçimi olarak bir prizmayı çağrıştırdığını söyleyebiliriz. Doğanın şiirin diline değişik biçimlerde süzülmesini sağlayan bir prizma hayaleti mi desek yoksa… Diyebilir miyiz? Okuyacağımız betik “Mavi Çiçekler” başlıklı şiirden:
ne güzel açmış küçük mavi çiçekler
hani birkaçı bir araya gelmese, görünmezler
bir toprak keseği onlar için yana yıkılmış
bir gül ağacı gölgesini kenara çekmiş
serçeler daha dikkatli dolaşıyor bahçede onlar için
kar onlar için erimiş.
“Rüya Zamanı”nda, yar alan şiirlerin hemen hemen tümünde bir doğa ressamı gibi Salih Bolat. İmgeleri, simgeleri, mecazları, eğretilemeleri, benzetmeleri betimlemelerinde ana unsur olarak doğa var. Doğaya ait durumlar, görüntüler, hareketler, olaylar yansıtılıyor. Yağmur, güneş, gökyüzü, nehir, çiçek, böcek; neredeyse doğa denilince aklınıza ne gelirse her biri Salih Bolat’ın şiir dilinin ayrı bir nüvesi olmuş… “Zamanla” başlıklı şiirden iki betik aktaralım:
ısıtmaktan yorulmuş mart güneşi
erkenden batmaya gidiyor
karda ilerleyen tek atlı bir arabada.
zamanla aramdan geçtin, gördüm
yanında bir yaz öğlesi
iki kuş daha.
Salih Bolat adeta rüyayla zaman arasında bir boşluk yaratmış ve şiirlerini oraya yazmış ya da oradan yazmış. Belki de gerçekle rüya arasında girerek oradan konuşmuş demek daha doğru olacaktır. Şu betikler “Mademki” başlıklı şiirden:
bizi peşinden sürükleyen şafağın
getirip bıraktığı yerdeyiz
konuşuyoruz, kaygının tutuşturduğu sözcüklerle
bir sürüngenin neden olduğu çıtırtılar gibi
tarlaların sınırındaki çalılıklarda.
ikindi söğütlerindeki kuşlar gittiği zaman
biz çoktan çıkmış olacağız sisten
taşlar bile yönelmiş olacak gündüze doğru
çocukların elleriyle biçimlenen ışıkta
yüzlerinde bir tanrıyı gizleyen.
Şairin ne konuştuğu, nasıl konuştuğu önemli. Nereden konuştuğu da bir o kadar önemli olsa gerek. Şairin konuşurkenki perspektifi de bize şiire ilişkin çok şey söyler…
Ahmet Oktay’ın esas olarak peyzaj resmini ve pastoral şiirin ürettiği ideolojik/politik sorunlar üstüne yoğunlaştığı “Kente Karşı Kır” başlıklı önemli bir yazısı vardır. Yazı önce Çağdaş Eleştiri dergisinde (4. Sayı, Nisan 1984) yayımlanmış, daha sonra “Metropol ve İmgelem” kitabında yer almıştır. Kitap, Oktay’ın kentle imgelem bağlantısını sorunsallaştırdığı önemli bir çalışmadır. Aynı kitapta yer alan ve dikkat çeken bir başka yazı da “Kentin Dönüşümü İmgenin Dönüşümü” başlığını taşır. Salih Bolat’ın “Rüya Zamanı”nı okurken Ahmet Oktay’ın kitabını ve sözü geçen yazıları hatırladık. Oktay’ın doğa ve sanat ilişkisini; kent ve kır imgelerinin yansıtılışını, sanat dilindeki temsil biçimlerini irdelediği “Kente Karşı Kır” başlıklı yazısının bugün de hâlâ güncelliğini yitirmediğini ve son derece ufuk açıcı olduğunu söyleyebiliriz. Okurken altını çizdiğimiz birçok satır, paragraf bulunuyor. İşte onlardan biri: “Doğal ve kültürel çevrenin yozlaşmasından kaygılanan aydınların sanayileşme/kentleşme olayına bir tür protestosunu dile getiriyormuş gibi görünen, ama giderek ‘belirtisel’ olmaya başlayan bir ‘doğa hayranlığı’ ve ‘doğayla bütünleşme’ eğiliminin, somut koşullarda çok farklı bir içerik yansıttığına inanıyorum. Yaşadığımız dünya; giyim kuşamdan selamlaşma biçimine; sosyo-ekonomik koşullarca ön belirlenen bir göstergeler dizgesi oluşturuyor, her gösterge de hem ait olunan çevreyi hem de toplumsal ilişkileri açığa vuran bir anlamlama yapıyorsa, gündelik yaşam ve sanatsal üretim alanlarında bir pratik olarak beliren ‘doğaseverlik’ olayı üzerinde biraz daha ayrıntılı düşünmek gerekir. Şair ve ressam, niçin ömrünün büyük bölümünü geçirdiği kentin içinde düşünür-gezer olarak dolaşmayı, yaşamın ıvır zıvırını toplamayı, yani toplumsal olanın içeriğini anlamayı bir yana bırakarak yerli turist ve doğa âşığı olmaya karar verdi? İşliğin ve boş zamanın geçirildiği uzamların (ev dahil) betimlenmesi niye ilgi çekmiyor? Şair ve ressamla, okurun ve seyircinin kentin karmaşasından bir tür pastoral’e ve peyzaj’a çekilmesinin nedenlerini nerede aramalıyız?”
SALİH BOLAT'IN ŞİİRDEKİ ÖNCELİĞİ
Ahmet Oktay, yazısının ilk bölümünde peyzaj resmi ikinci bölümünde pastoral/çobanıl şiirleri yakın plana alıyor. İrdelediği şiirlerin şairi de Oktay Rifat. Pastoral poetikayla ilgili tezini, “Nesnelleştiriliş biçimi ne kadar değişirse değişsin, pastoral her zaman kent yaşamının nimetlerinden yararlanan ama uygarlığın sorunlarından kaçıp kurtulma eğilimini yansıtan kentliye özgü ülkücü bir tavrı ortaya koymuştur” diye açıklayan Oktay’ın bu konudaki düşüncelerinin billurlaştığı en çarpıcı ifadelerinden biri de şu cümlede dile getirilir: “Seyir kavramı dolayısıyla, sınıf çelişkilerinden arınmış gibi görünen kırsal yaşama karşı duyulan bir özlemin ürünüdür pastoral.” Ahmet Oktay peyzaj ve pastoral anlatının ideolojik arka planını teşhir ettiği yazısında Troçki’nin “Edebiyat ve Devrim” kitabında yer alan, 1917 Bolşevik Devrimi’nin lirik şairi Yesen’inle ilgili saptamasını da aktarır: “Kent onu güçlendirmedi, sarstı ve yaraladı.” Oktay, yazısında değindiği “Çobanıl Şiirler” kitabını yorumlarken şair Oktay Rifat’ı da kentin değişik nedenler ve biçimlerde yaraladığını dile getirir. Kentlerin artık metropol, megapol gibi adlarla tanımlandığı günümüzde oralarda yaralanmamış varlık bulmak imkânsızdır denilirse yanlış bir şey söylenmiş olmaz…
Salih Bolat’ın önceliğinin, kentin karşısına kır yaşantısını çıkarmak, oraya dönmek olmadığını söyleyebiliriz. O, kentte bulabildiği kadarıyla doğanın içinde kalarak konuşuyor. Kent diyoruz, ama aslında söz konusu olan metropol. Salih Bolat da, aslında metropolün kuşattığı biri olarak oraya sıkışmış doğaya bakarak konuşuyor gibi. Özellikle “Söylence” bölümündeki şiirlerde bunun daha yoğun olduğunu söyleyebiliriz.
Kitabın “gecenin bizi bir dağa oyduğunu kimse bilmiyor” epigrafıyla başlayan ikinci bölümü “İz”de, zamanda geriye gidiyor şair. Ordan konuşmayı tercih ediyor. Bu bölümde taşraya, taşrayı çevreleyen, taşranın çeperindeki doğaya, çağrıştırdığı hatıralara yöneltiyor bakışını. İki betiğini alıntılayacağımız ve ilk bölümde yer alan “Ceyhan” başlıklı şiirin bizi, acaba kitabın “İz” başlıklı bölümde yer alsa daha mı uygun olurdu diye düşündürdüğünü de bu vesileyle dile getirelim:
ceyhan nehri akdeniz’e koşuyor
topundan boşanmış bir kumaş gibi
gelincikler nasıl da nazlı
kaplumbağalar soluk soluğa
çocukluğumun kırlarında.
güneş misis’in karşısında duruyor
bir anının önünde durur gibi
anavarza, yılankale ötede
ermeni köylerinin uzak kederi.
Salih Bolat’ın kitaptaki şiirlerde ekseni, izlekleri, temaları çeşitlenerek çoğalırken kırlara, köylere, doğaya karşı duruşu değişmiyor. O nedenle örneğin bir dönüş kitabı değil “Rüya Zamanı”. Şair, daha çok bir seyirci, izleyici pozisyonunda… Gözlemlerini aktarıyor tasvirler yapıyor, tanıklıklarını tahlil ediyor. Bir yolculuk kitabı değil, bir yere gitmiyor ya da bir yere dönmüyor. Metropolün içinde kıstırılmış, kuşatılmış doğanın, peyzajın içinde gezintiler yapıyor. Oralardan çıkardığı imgelerle, benzetmelerle, tasvirlerle ve tahlillerle duygularını, düşüncelerini, duyarlılıklarını birlikte süzüyor şiirin diline.
“İz” bölümünde zaman değiştiğini; adeta bir yandan tarih kazısı, bir yandan gündelik yaşantının arkeolojisinin iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. “Bedel” başlıklı şiiri okuyalım:
bir şölenin bedelini ödüyorum: güneşin gözleriyle bakan bir çocukluğun, arkadaşlarıyla göğü arayan bir gençliğin ve içinde bir oyuk gizleyen orta yaşın. kuş sürülerinin gölgesinde, anıların saldırısı altında bakıyorum sokakların görüntüsüne. bir kadın elinde kanlı bir bayrakla koşuyor. gecikmiş çobanların bağırışları aydınlatıyor karanlığımı. bir kamyona yüklenmiş kemikler gibi götürülüyor talan edilmiş mimoza ağaçları.
METROPOLE KAPANAN GÖZLER
Salih Bolat, şiirlerinde okura metropole karşı bir an için gözlerini kapattırıyor. Ama hemen ardından bir “Rüya Zamanı”nda, doğanın saflığıyla var olduğu gerçekliğe paralel bir düşsel evrende yeniden açtırıyor. Şu bölümler “Keşif” başlıklı şiirden:
geyiklere binmiş giden moğol kadınları gösteriyorum, bir resimdeki. yanaklarında günbatımı kızıllığı, kısılmış bir lambanın parlaklığı steplerde vahşi hayvan sürülerini
görmeye alışmış gözlerindeki.
sana her şeyi anlatabilmek için, bak kendimi nasıl yeniden keşfediyorum. okunan bir vasiyetnameyi dinler gibi dinleyeceksen, vazgeçerim nlatmaktan. dinle, kitabının arasındaki kurutulmuş kuş eslerini dinler gibi!
Kitabın üçüncü bölümünde okuru bir çiçek bahçesine götürüyor Salih Bolat. Söylencenin ve izlerin, daha doğrusu kitabın üçüncü kenarına… Şairin kendi seçtiği çiçeklerden oluşturduğu bir bahçe bu. Seçme, bir biçem edimidir. Bolat’ın biçemi de seçiminde içkin. Şairin bahçesinde yer alan çiçeklerin neler olduğuna bakalım: Gülhatmi, zakkum, begonvil, yasemin, manolya, nergis, ballıbaba, gelincik, sardunya, ortanca, ebegümeci, erguvan, papatya, hanımeli ve çiğdem. Bahçede bir de incir ve kurumuş otlar var… “İncir” başlıklı şiiri okuyalım:
bir itirazdan söz ediyorum. sert, inatçı, engel tanımaz bir başkaldırıdan. bir bilgeden. yapraklarında biriktirdiği toz uzun zamanlarda biçimlenmiş düşünce tohumlarıdır. nice poyrazlara dayanmış, şu serin yaz sabahının nazlı rüzgârına mı boyun eğecek? yitik bir kavmin kendi küllerinden doğması. önünden geçerken saygıyla eğilmeyen kim olabilir ki? hani italo calvino’nun “görünmez kentler”inden birinde, keçilerini uzun zamandır getirmediği bir otlağa getiren bir çobanın, otlağın yerinde bir kentle karşılaşması, kaybolmuş otlağı ararken ararken, keçilerinin refüjlerdeki otlardan, bu kentin eski otlakları olduğunu anlaması gibi, aslında bu kayalıkların zamanında bir incir ormanı olduğunu düşünebiliriz.
Daha önce şiirlerin, ışığın söylencesi olduğunu söylemiştik ve hangi ışığın deyip soruyu yanıtsız bırakmıştık. Şimdi buna ‘İz’in ve çiçeklerin ışığını da ekleyelim. Galiba artık soruya bir karşılık verebiliriz. Gerçek zamanın üstüne rüya zamandan düşen bir ışık var… Bolat’ın kitabında okur olarak o ışığın izini sürüyoruz… Son alıntımız “Çiğdem” başlıklı şiirden:
karın yenilgisi
toprağın cesareti
güneşin fundalıklara serptiği yangın taneleri
kır dönüşü
çocukların avuçlarında sakladıkları müjde.
Özetle “Rüya Zamanı”nda şair, metropol yaşamının içinde bulabildiği parklarda, ulaşabildiği deniz kıyılarında, sahilde; bazen yürüyerek, bazen bisikletle gezinirken kentin değişik nedenlerle yaraladığı modern zaman bireyinin gerçeğe paralel evreninde gördüğü ya da görmesi muhtemel düşleri dile getiriyor diyebiliriz… Ayrıca belirtmek gerekir ki gerçeğe parelel bir düş evreni oluştururken zamana paralel bir de iç zaman yaratıyor.
Tamam, artık kitaba ilişkin sunduğumuz ipuçlarını daha fazla çoğaltamayalım. Sonrası okura kalsın!..