Murat Meriç: Bu kitap Türkiye’nin kültür tarihini anlatan kişisel bir ansiklopedi
Murat Meriç'in "Hayat Dudaklarda Mey" Anason İşleri tarafından raflarda yerini aldı. "Esas amaç şarkıların hikâyelerini anlatmaktı, ama totalde Türkiye’nin kültür tarihinin bir özetini de sunmak istedim. Kişisel ansiklopedim diyorum bu kitap için" diyen Meriç ile kitaptaki şarkıların hikâyelerini, rakı kültürünün değişimini ve çilingir kültürünü konuştuk.
Özgür Yılgür
Murat Meriç üçüncü kitabı Hayat Dudaklarda Mey ile çilingir sofralarına yakışacak şarkılar seçiyor ve bu şarkıların hikâyelerini anlatıyor. Rakı ile müzik ilişkisinden bahsederken, Türkiye’nin tarihine, sosyolojisine ve politik gündemlerine dair referans bilgiler vermeyi de ihmal etmiyor. Anason İşleri tarafından basılan kitap iki ciltten oluşuyor. 213 şarkının mercek altına alındığı Hayat Dudaklarda Mey, barındırdığı illüstrasyonlarla da okuyucuya renkli bir deneyim sunuyor. Kitabın detaylarını Murat Meriç anlatıyor.
Hayat Dudaklarda Mey için tebrik ederim. Böyle bir kitap yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Hikâyelerini anlattığın şarkıları ve belirlediğin kategorileri seçerken kriterlerin nelerdi?
Aslında yola rakıyla müzik arasındaki ilişkiyi anlatan bir kitap yazmak üzere çıkmıştım. Nitekim başladım ve hatta bitirdim o kitabı. 70 sayfalık küçük, cep boy bir kitap olacaktı. Overteam’in yayımladığı Rakı Cep Kitabı ve Rakı Ansiklopedisi gibi kitapların yanına iliştirilecek, “çerez kitap” şeklinde bir şey planlamıştık. Fakat baktık ki akademik bir metin çıkmış ortaya. İncesazdan, fasıla nasıl geldik onu araştırmıştım aslında. Rakı içilen mekânlarda müziğin nasıl değiştiğini ve niye hep alaturka üzerinden ilerlediğini ararken, başka hikâyelerle karşılaştım. Sonra bu tip küçük hikâyelere de yer verelim dedik, metne onları da dahil etmeye karar verdik. Bu hikâyeleri koyarken bir kısım meyhanelerle, bir kısım insanların bağlantılarını buldum. Ahmet Rasim ile Tatyos Efendi’nin Papazın Çayırı’na gittiğini, Selahattin Pınar’ın Todori’de geçirdiği kalp krizi sonucu öldüğünü ya da Zeki Müren’in her gazino programından sonra Sıraselviler’deki -şimdi adını hatırlayamadığım- bir meyhaneye gidip, her sabaha karşı bir duble rakı içtiğini ve rakının Zeki Müren gelmeden önce hazırlandığını öğrendim. Bunları koyalım dedim kitaba. Baktık ki hikâyeler eğlenceli gidiyor, onun üzerine hikâyeler kitabı yapamaya kara verdik. Önceki kitabı rafa kaldırıp, yerine yeni kitaba başladık. Önce müzik listeleri belirleyerek giriştim işte. Aslında başta hedefim rakı masasında dinlenecek şarkılar listesi oluşturmaktı. Kitabın ana fikri buydu. Kitap tamamen benim seçtiğim listelerden ibaret. Alaturka, rock, pop, arabesk ve halk müziği olmak üzere 5 ana türde listeler hazırladım. Esasen 5 türde 20’şer şarkıdan 100 şarkı olmasını planlıyordum, fakat şarkı şarkıyı çekti, liste büyüdü. Listeleri de yaparken tamamen radyoculuk ve dj’likten gelen alışkanlıkla, birbirleriyle uyumlu bir şarkı sıralaması olsun istedim. Baştan başlayıp sona kadar dinlediğinizde arada bir faça olmasın, insanlar “Bu şarkı nereden çıktı” demesinler diye özen gösterdim. Müzikal ve duygu anlamında bir bütünlük yakalamaya çalıştım. Listedeki şarkıları belirlerken seçtiğim şarkının bir hikâyesi olup olmadığına çok bakmadım açıkçası. Sonrasında araştırmaya başladım ve şarkıların neredeyse tamamının hikâyesine ulaştım. Ulaşamadıklarımda şarkıcının hikâyesini anlattım. Eğer onu da anlatmadıysam, kendi hikâyemden bahsettim. Bunun içine çocukluk maceralarım da, Teoman Alpay ile tanışmam da, bir kalp kırıklığının hikâyesi de girdi. Bu şekilde ilerledi kitap.
Kitapta şarkıların hikâyeleri ve rakı kültürünün geçmişten günümüze olan değişimi kadar Türkiye’nin tarihine, politik gündemlerine ve sosyolojisine de odaklanıyorsun. Bu en başta planladığın bir şey miydi?
Tabii, bütün dert oydu zaten. Kitap sadece şarkı hikâyeleri olmakla kalmasın istiyorduk. Seçtiğim şarkıların bir kısmını, bir şeyler anlatabileceğim için seçtim. Mesela Fikret Kızılok’tan iki tane şarkı var, bir tanesi ‘Yumma Gözünü Kör Gibi’. Âşık Veysel hikâyesi anlatmak istediğim için bu şarkıyı seçtim. Bir diğeri de ‘Why High One Why’… Aslında Fikret Kızılok’un çizgisini hiçbir şekilde temsil etmeyen bir şarkı, ama çizdiği tiple gazinoların neden bittiğini çok iyi anlatıyor. Yine Mirkelam’ın ‘Beyoğlu’ şarkısı üzerinden Beyoğlu’nun dönüşüm hikâyesini anlattım. Aslında ona yakışan şarkı Aylin Aslım’ın ‘Beyoğlu Kimin Oğlu’ şarkısıydı bence. O dönüşümün ilk izlerini doğrudan bu şarkıda görebiliyoruz. Fakat Aylin’den çok daha güzel bir şarkı seçmiştim: ‘İşte Sana Bir Tango’… Hem Müzeyyen Senar’a hem Zeki Müren’e selam çakıyor hem rakılı hem de kendiyle hesaplaşma şarkısı olması sebebiyle bu şarkıyı seçmiştim. Aylin’le yaptığımız bir söyleşide o şarkıyla ilgili çok güzel şeyler anlatmıştı… Esas amaç şarkıların hikâyelerini anlatmaktı, ama totalde Türkiye’nin kültür tarihinin bir özetini de sunmak istedim. Kişisel ansiklopedim diyorum bu kitap için. Maddeleri tamamen benim tarafımdan seçilmiş, tamamen benim süzgecimden geçirilmiş bir kişisel ansiklopedi ve Türkiye’nin kültür tarihini anlatıyor. Çok iddialı ama tamamen bu noktadan çıktım yola.
Kitap anlatım diliyle de çok keyifli. Sanki seninle sohbet ediyormuşuz gibi bir his yaratıyorsun, radyo programlarındaki tavrın kitapta da hissediliyor. Anlatım dilini bu şekilde kullanmanın sebepleri nelerdi?
Evet, öyle yazmak istedim çünkü çilingir sofrasına eşlik etmek üzere tasarlanmış bir şarkı listesine bunun uygun olacağını düşündüm. Siz o listeyi dinlerken ben kıyıya oturayım ve çilingir sofrasındaki hikâyeyi anlatayım istedim. Tamamen kendi radyo programlarım ve yazılarımda kullandığım şekilde bir dil kurdum. Orada da çok ser verip sır vermedim aslında. Şarkıların hikâyesini okuyucuya bir tutam tattırıp geri çektim. Başka şeylere de bir sürü gönderme var esasında. İnsanlar bir maddeden yola çıkıp yeni şeyler araştırsın istedim. Bu da çok planlı olarak yaptığım bir şeydi, zira hikâyelerin tamamını anlatabilme ihtimalin yok. Ansiklopediler de öyledir zaten, bilginin tamamı yerine referans bilgiler verir. Ben de kitabın teşvik edici bir yanı olsun, insanlar okuduğu hikâyeleri merak etsin, onları araştırsın istedim. Tabii, okuyucuya yetecek kadar bilgiyi de kitaba dahil ettim. Çilingirin kenarına ilişip ve okuyucuya şarkıların hikâyesini anlatıyorum gibi davrandım kısacası.
Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Sezen Aksu, Müslüm Gürses, Neşet Ertaş ve Erkin Koray’ı özel olarak mercek altına alıyorsun kitapta. Özellikle bu isimleri seçmenin nedenleri nedir?
İki şey üzerinden ilerledim. Birincisi seçtiğim sanatçının Türkiye tarihi üzerinde de etkisi olması gerekiyordu. Tarihin belli kırılma noktalarında ortaya çıkmış birçok özel isim var, ama seçtiğim sanatçılar üzerinden bütün tarihimizdeki kırılmaları anlatabilirsin. Beş türde, beş isim belirledim başta ve onları hiç değiştirmedim. Halk müziğinde Neşet Ertaş’tı örneğin. Başka birisi Âşık Veysel ya da Âşık Mahsuni Şerif’i seçebilir tabii, ama Neşet Ertaş bütün dönemleri kapsayan, herkes tarafından kabul edilen ve rakıyla da alakası çok iyi olan bir isim. Arabeskte Müslüm Gürses’i seçtim. Adana’dan çıkıp İstanbul’da şöhret oluşu ve ölümüne kadar geçen sürede yaptığı işlerle, diğerler arabeskçilerden çok daha önemli bir isim bana kalırsa. Daha önce Müslüm üzerine de çalışmıştım, dolayısıyla iyi bildiğim bir isimdi. Erkin Koray Türkiye’de rock denince akla gelen ilk isim bence. Barış Manço ve Cem Karaca da var, ama Erkin Koray’ın üzerinden birçok şahane hikâye kurabilirsin. Pop konusunda Sezen Aksu’nun karşısına birini koymak çok zor olurdu. Nükhet Duru ve Nazan Öncel de olabilirdi elbette, fakat Sezen Aksu hem çok sevdiğim bir isim hem de özel bir şarkısı vardı: ‘El Gibi’… Diğer yandan sadece onu değil ‘Kalbim Ege’de Kaldı’yı da yazmak istedim. Alaturkada ise benim tercihim Müzeyyen Senar’dı, fakat bir Zeki Müren Gerçeği de vardı. İkisine de ayrı bölümlerde yer vermek istiyordum. Bu yüzden Zeki Müren’e torpil yapıp, ona 10 şarkılık özel bir bölüm ayırdım. Çünkü her türde şarkı söylemiş bir insan, dolayısıyla onun yeri ayrı. Kitaba da onunla başlayıp, bir saygı duruşunda bulunmak istedim.
Kitabın Zeki Müren ile ilgili bölümünde Sabahattin Eyüboğlu‘nun “Türkiye’nin sosyolojisini anlamak isteyenler Zeki Müren’in olduğu bir gazinoya mutlaka gitmeliler” sözüne yer veriyorsun. Sence günümüz Türkiye’sinin sosyolojisini anlamak için hangi müzisyen ya da grubun konserine gitmek gerekir?
O çok karışık bu sıralar. Gazino dediğin bütün türleri bir araya getiren tek eğlence muhitiydi. Türkiye’de artık öyle şeyler yok. Tek konserlik etkinlikler oluyor genelde. Zeki Müren hiçbir zaman tek başına sahneye çıkmadı, hep bir kadrosu oldu altında. Onlardan beslendi, onlarla büyüdü… Meşhur Bodrum Kalesi konseri vardır, onun dışında hep gazinolarda konserlere çıktı. Dolayısıyla bugün gazino olmadığı için, günümüzün sosyolojisini buradan okumak pek mümkün değil gibi geliyor bana. Mesela Duman ya da Sıla konserlerinden bir sosyoloji okuması çıkartamayız. Festivallerse daha çok gençlik odaklı oluyor. Bu yüzden günümüzde tek bir isim üzerinden böyle bir okuma yapabileceğimizi düşünmüyorum. Bu da Zeki Müren’in büyüklüğünü gösteriyor aslında. Çünkü onu herkes dinliyordu.
Kitap için araştırma yaparken çok fazla şey öğrendiğinden de bahsediyorsun. Bu araştırmaları yaparken seni en çok hangi şarkıların hikâyesi etkiledi?
‘Kimseye Etmem Şikâyet’in hikâyesini bilmiyordum, çok çarpıcıydı ve beni çok etkiledi. Şaşırtan hikâyeler oldu daha çok. Mesela ‘Seni Görmem İmkânsız’ çok şaşırttı beni. Onun söz yazarı Cemal Safi, çocukluğunda gördüğü ölü bir ceylanın gözlerinden yola çıkarak yazıyor o şarkıyı. O gözleri yıllar sonra rüyasında görüyor ve o rüya şarkıya dönüşüyor. Altında böylesi bir travmanın olduğunu asla tahmin edemezdim, baktığında şahane bir aşk şarkısı! Alaturkada beni çok şaşırtan şarkılar oldu. Alafranga şarkılarda -türkülerde yani- neyin, neden yazıldığını bir şekilde biliyordum. Neşet Ertaş’ın ‘Kendim Ettim Kendim Buldum’ hikâyesini kitaptan önce de biliyordum örneğin, fakat hikâyesi güzel olduğu için kitaba giren şarkılardan o. ‘Deniz Kızı’nın hikâyesi muazzam ki kitabın çıkış noktalarından birisidir. Kitabı oluşturan ilk hikâyelerden biri... İstanbul’daki mehtabiye gecelerini anlatmak için en uygun şarkıydı. Deniz Kızı Eftalya’nın deniz ortasında bir salda şarkı söylemesi ve onun etrafında şehir hatları vapurunun dolaşarak insanların müzik dinlemesini sağlaması, bugün çok acayip geliyor bana. Günümüzün teknik olanaklarıyla bunu yapamıyorken, ‘60’larda nasıl yapmışlar şaşırıyorsun. Ya da Bostancı’dan kalkıp Sarıyer’e giden ve Çingene Vapuru diye adlandırılan vapurda rakı satılıyor olması bana çok enteresan geliyor açıkçası. Adam çilingiri kuruyor, Sarıyer’e vardığında “dut” oluyor zaten (gülüşmeler). Bir süre bu yasaklansa da yolcular yine devam ediyorlar vapurda rakı içmeye. Bu sefer anlaşılmasın diye rakıyla ayranı karıştırıyorlar. Yine inmeden “dut” oluyorlar tabii (gülüşmeler).
Seçtiğin şarkıları da göz önünde bulundurarak yeni dönemde çilingirlere uygun şarkıların sayısının azaldığını görüyoruz. Özellikle 2000’lerle birlikte bu tip şarkıların sayısı epey azalmış. Bu kültür, değişen nesil ve sanatsal üretimin farklı yönlere gitmesiyle birlikte yavaş yavaş yok mu oluyor?
Aslında aksine sayısı daha da arttı bence. Duman’ın ya da Yüzyüzeyken Konuşuruz’un birçok şarkısı çilingire uygun şarkılar. Tabii çilingiri nasıl algıladığımıza bağlı bu… Eğer alaturka dinlemek istiyorsak evet, çok ciddi bir azalma var. Ama bu alaturkanın yok olmasıyla alakalı daha çok. Onu da Gaye Su Akyol ve İncesaz gibi isimler tamamlıyor günümüzde. Hatta Duman bile tamamlıyor diyebiliriz. Kitabın son bölümünde 10’luk bir liste var, yeni isimlerden seçtiğim şarkılar yer alıyor burada. Onlarda bile çilingir sofrasında alaturkanın yerini doldurabilecek, rakı içerken çok güzel gidecek birçok şarkı var.
Peki sence bir şarkının çilingire uygun olup olmadığını belirleyen şeyler neler?
Tamamen kişisel bir durum bence bu. Rakı içtiğin anda ne dinlemek istiyorsan, çilingir için uygun şarkı odur. Bu Hande Yener de olabilir, Demet Akalın da olabilir, Duman da olabilir. Ben bu kitapta kendi önerilerimi sundum aslında. Kalben ve Adamlar da olabilirdi yeni dönemden. Yazmayı çok istiyordum onları, bir türlü olmadı. Onlar gibi birkaç isme daha yer veremedim.
Önsözde kitaba dahil edemediğin şarkılar olduğundan bahsediyorsun zaten. Alamadığına üzüldüğün şarkılardan bahsetmek ister misin?
Önsözde de adını geçiriyorum, Gripin’in ‘Böyle Kahpedir Dünya’ şarkısını alamadığıma epey üzüldüm. Şarkının kendi hikâyesi de, bendeki hikâyesi de güzel… O ikisini bağdaştırıp bir metin yazamadım, basireti bağlandı o yazının.
Şimdi anlatmak ister misin o hikâyeyi?
İsterim aslında, çünkü bunu hiç anlatmadım. Sadece zamanında Birol’a (Namoğlu) anlatmıştım. Amerika’ya bir yıllığına okumaya giden ressam bir arkadaşım vardı. O dönem Amerika’da dinlemesi için şarkılardan oluşan bir bohça yapmıştım ona. Tam da Gripin’in yeni çıktığı dönemdi ve ben de ‘Böyle Kahpedir Dünya’yı koymuştum o şarkıların arasına. İkimizin de çok sevdiği bir şarkıydı zaten. Onun Amerika’daki ev arkadaşı da -şimdi ülkesini tam hatırlayamadım- Güney Amerikalı birisiydi. Bir gün evde ‘Böyle Kahpedir Dünya’ çalarken gelip şarkıyı sormuş. Arkadaşım hikâyeyi anlatınca mevzu rakıya gelmiş. Sonra birlikte rakı içmişler. Devam eden her gece rakısını alıp, “Bana o şarkıyı çalsana” diye arkadaşımın yanına geliyormuş. Bu hikâyeyi şarkıya uyarlayamadım bir türlü.
Kitapta bulunan illüstrasyonlar, konu aldığı şarkıları çok iyi tamamlıyor. İllüstrasyonları yapılan şarkıların özelliği nedir? Sende ayrı bir yeri mi var bu şarkıların?
İllüstrasyon isteyeceğimiz sanatçıları yayınevi seçti, tabii benim onayımla. Çok isteyip yoğunluktan ya da iletişim kuramamaktan dolayı çalışamadığımız isimler de oldu. Çalıştığımız on üç illüstratöre -biri hariç- şarkı listesini gönderdik ve bu listeden istedikleri şarkıyı seçmelerini istedik. Seçilen şarkılarda bir çakışma da olmadı, iki kişi aynı anda aynı şarkıyı çizmek istemedi yani. Bazı çizerler seçtiği şarkının hikâyesini de istedi, kimisi de şarkının kendisinde çağrıştırdıklarını çizdi. Bir tek Turgut Yüksel’e nokta atış yaptım. Çok eski arkadaşım, neyi iyi çizeceğini biliyordum. Sadece ona şarkı isimleri verdim.
Türkiye’nin son 10 yılındaki politik gündemi rakı ve çilingir kültürüne nasıl yansıdı sence?
Çok fena yansıdı. Araka arkaya yapılan zamlar çok kötü ve dolayısıyla artık insanlar dışarıda rakı içemez hale geldi. Bu da meyhanelerin işini zorlaştırdı. Bir taraftan sürekli vergi, yasaklar ve baskılar da var. Reklam yapamıyorsun, etkinlik yapamıyorsun vs. Bunlar meyhane kültürünü vurdu ama kaybolmadı, bilakis arttı. İnsanlar inat edip, toplanıp meyhaneye rakı içmeye gittiler. Rakı içmek için de onun yanına bir şeyler koyma gerekliliği baş gösterdi böylece. Bu yüzden de fasıl çıktı ortaya. Yani insanlara müzik, rakı ve mezeyi tek bir fiyatla verip, onları mutlu göndermek üzere tasarlanmış, fiks menü dediğimiz paketler ortaya çıktı. Bu çok yeni bir şey değil aslında, gazinolarda da vardı. Yeni nesil pop çalınan meyhaneler türedi diğer yandan. Çalınan şarkılarla insanların da dans ettiği, bizim bildiğimiz eski diskolara benzeyen mekânlar… Eskiden rakı diskolarda, rock barlarda falan değil, meyhanelerde ya da gazinolarda içilirdi. Şimdi her yere girdi ve bu bence iyi bir gelişme. Bir de bu yasaklar ve zamlar insanları evde içmeye teşvik etti.
Deden, Şükrü Tunar ile ahbapmış. Okulunla gittiğin Bodrum gezisinde, siz teknedeyken kıyıdaki Zeki Müren’i görmüşsünüz ve o size el sallamış. Seni müzik tarihiyle ilgili olmaya iten şeyler bunlar mıydı? Merakın ailenden kaynaklanan bir şey mi, yoksa zamanla ilgi duyup tutku ve meslek haline mi getirdin?
Tamamen aileden kalma bir merakı mesleğe dönüştürdüm. Çok müzik dinleyen bir aileydik. Teyzelerim, dayım, özellikle anne tarafım çok severdi müzik dinlemeyi. Ben onların yanında, Çanakkale’de büyüdüm. Müzik zevki oradan geliyor, çünkü ciddi bir plak koleksiyonumuz vardı. Bugün benim koleksiyonumun da temelini oluşturan parçalar onlar. Ciddi dediğim 100 - 200 parçalık bir şeydi, ama kendi koleksiyonumu onların üzerine kurdum. Plak dinlemek bir oyundu benim çocukluğumda ki 45’likler dahi satılıyordu o zamanlar. Bir de Çanakkale’de olmanın getirdiği bir diğer güzellik daha vardı. Babam bankacıydı, onun izninin bir yarısını Erdek’te veya Kumburgaz’da kampta, diğer yarısını da fuar zamanı İzmir’de geçirirdik. İzmir’de kalacağımız her gece fuarda bir şeyler izlemeye giderdik. Dolayısıyla “Yedi Kocalı Hürmüz”, “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, “Deve Kuşu Kabare” gibi oyunları zamanında izledim. Kalan vakitlerde de gazinolara gidiyorduk. Bir tek Zeki Müren’in programına gidememiştik, çünkü onun biletleri çok çabuk bitiyordu. Ferdi Özbeğen’den Ümit Besen’e, Erol Evgin’den Sezen Aksu’ya, Nükhet Duru’dan Seyyal Taner’e kadar bütün popçu ve alaturkacıları sahnede izledim o dönem. Çanakkale’de olmadığımız dönemde de İzmit’teydik ve orada da fuar vardı. İstanbul’a çok yakın olduğu için turnelerin ilk ayağı hep İzmit’ten başlardı. 1986’daki meşhur Sezen Aksu – M.F.Ö. turnesinin ilk konserini orada izlemiştim. “Git” ve “Vak the Rock” aynı dönemde çıkmıştı. Sezen Aksu’nun arkasında Aşkın Nur Yengi ve Harun Kolçak’ın vokalist olarak eşlik ettiği, Onno Tunç ve orkestrasının çaldığı tur… İnanılmaz şeylerdi bunlar benim için, dolayısıyla şanslıydım. Aile konser sever bir aileydi yani. Ayrıca çilingir sofrasının sık kurulduğu bir evde büyüdüm. Tüm bunların etkisiyle bu mesleğe yöneldim.
Senin oturduğun çilingirlerde olmazsa olmaz dediğin isimler kimler?
Olmazsa olmazım kesinlikle Nesrin Siphai! Oturduğum her çilingirde mutlaka onun şarkılarını çalarım. Erkin Koray’ın “İlla Ki” (1983) albümü çalsa, bütün günlerim gecelerim boyunca onun eşliğinde rakı içebilirim. Başka bir albümdür benim için. Tülay German’ın ‘Doğrul Koçum Doğrul’ şarkısını mutlaka dinlerim. Zülfü Livaneli’nin “Ada” (1984) albümü de olmazsa olmazlarım arasındadır. Aslında kitapta yer verdiğim şarkıların hepsi için aynı şeyi söyleyebiliriz. Çilingirde dinlemediğim hiçbir şarkıyı koymadım bu kitaba. Fikret Kızılok’un ‘Why High One Why’ı pek uygun gelmeyebilir çilingir için. Ancak şarkıda anlattığı -dönemin mizah dergilerine zonta ya da maganda diye giren- tip yüzünden gazinoların devri bitmiş. Sırf bu hikâyeyi anlatmak için çalarım çilingirlerde bu şarkıyı. Bu kitap için Metin Solmaz da önemli biri benim için. Kitabın yayıncısı aynı zamanda. Yıllardır kopmayan bir ilişkimiz var. Birlikte içtiğimiz ilk rakılar onların evindeydi. O sofralarda Frank Zappa, Bob Dylan ve AC/DC dinlerdik sürekli. Fakat bir yerde illa ki Tanju Okan’dan ‘Koy Koy Koy’ çalardık. O bizim soframızın milli marşı gibiydi. Gece de mutlaka Neşet Ertaş ile biterdi. Yıllar sonra Neşet Ertaş ile yapılan ilk röportajı da Metin yaptı zaten. O çilingirlerin bunda bir etkisi vardır mutlaka.
İleride “Dünyanın Anason Kokan Şarkıları” gibi bir kitap yazmak ister misin peki?
Ne güzel olur, ama Bob Dylan’dan geçilmez o listeler (gülüşmeler). Zeki Müren’in yerini Dylan alır orada bence. Sonra “Joan Baez’den Bob Dylan şarkısı, bilmem kimden Bob Dylan şarkısı” diye gider (gülüşmeler).