Başkalaşmış bir kardeşlik hikâyesi: Aynadaki masallar
Anıl Can Uğuz'un anti-polisiye romanı "Aynadaki Masallar" okurla buluştu. Kitap, kardeşi Can’ı ararken sadece “kardeşi”ni değil kendi özünü de arayan karakterin hikayesinden dolayı bir polisiyeden ziyade felsefi ve hatta tasavvufi bir arayış öyküsüne de dönüşüyor.
Dilşad Çelebi
Anıl Can Uğuz’un ilk kitabı Kalbimde Çivilerle Uyumuş Gibiyim’i erken okuyanlardan olmanın cüretkarlığıyla “gümbür gümbür gelen genç bir yazarı” ilk keşfedenlerdenim diye kendime de pay çıkarmıştım. Uğuz’un ikinci kitabı Aynadaki Masallar nasıl da yanılmadığımı kanıtlayacak nitelikte. Kitabın arka kapağında anti-polisiye diye tanımlanan tarzını biraz daha açacak olursak kardeşini ararken takip ettiği ipuçlarıyla kendisini bulan Deniz’in yaşadığı felsefi ve kimliksel yolculuk diyebiliriz.
Abimle buluşmaya gidiyorum deyip bir anda ortadan kaybolan kardeşi Can’ı arayan Deniz’in dilinden okuyoruz öyküyü. Kardeşinin peşinde iz sürerek geçirdiği günleri anlattığı her bölümün arasına ise bir masal serpiştirilmiş. Kutsal metinlerden, çocukluğumuzda dinlediğimiz veya yüzyıllardır anlatılagelmiş öykülerden uyarlanmış bu masalları daha evvel edebiyatla pek de ilgili olarak bilinmeyen ümit vaat eden bir futbolcu olan Can’ın dolabındaki defterde buluyor Deniz. Tıpkı günlük tutar gibi ilerleyen kitapta ana karakterimiz kardeşinin peşinde geçirdiği bir gününü anlattıktan sonra defterden bir masal okuyor. Polisiye kitap sevenlerin aklına, eline böyle bir ipucu geçen bir insanın her masalı bir güne bölüştürmek yerine bir çırpıda tüm defteri okuyup bitireceği geliyor elbette ilk önce. Ama Uğuz bilinçli olarak tercih etmiş bu yöntemi. Niyeti her güne bir masal saklayarak Bin Bir Gece Masalları’na bir selam çakmak. Zira bir polisiye gibi akan günler batı edebiyatını temsil ederken; araya serpiştirilmiş Habil ile Kabil’den Nuh’a, Hansel’le Gretel’den Ali Baba’ya pek çok anlatıdan uyarlanan masallarsa doğunun o mistik havasını veriyor okuyucuya. Yani Uğuz aslında sadece kardeşini arayan Can’ı değil; kendini doğu ve batı arasında konumlandırmaya çalışan İstanbullu yazarı, İstanbullu öğrenciyi, İstanbullu ressamı, İstanbullu felsefeciyi anlatıyor bu romanında. Zaten nihayete erdirdiği nokta da bu arayışı destekler ve mevcut durumu özümser nitelikte. Deniz’in bu arayış sırasında aklından geçirdiği şu cümlelerde de vurgulandığı gibi:
“İnsan yaşadığı yere benzer… Nereye ait olduğumu hiçbir zaman tam anlamıyla kestiremedim. Yaşadığım yer, beni yarattı aslında. Ben öğrendiklerimin toplamından fazlası değilim. Ben elbirliğiyle ortaya çıkarılmış bir eşyayım. İçimdeki ben nerede?
İnsanın tamamen kendi olabilmesi için öğrendiği her şeyi unutması gerekir. Sizce başka yolu var mıdır bunun? Kendinizle baş başaysanız bunu düşünün şimdi de. Sonra da Can’ın nerede olduğunu…”*
Ben de kitabı okuduğum süre boyunca bir yandan Deniz’in Can’ının nerede olduğunu düşünürken bir yandan da kendi Can’ımı aradım durdum. Kitaptaki karakterlerin isimleri de rastgele seçilmiş değil. Can kelimesinin Türk Dil Kurumu’nda geçen sekiz tanımından biri “İnsanın kendi varlığı, özü” iken; “Bektaşilik ve Mevlevilikte tarikat kardeşi” anlamına da geliyor. Yani Deniz, Can’ı ararken sadece “kardeşi”ni değil kendi özünü de arıyor. Bundan mütevellit, bir polisiyeden ziyade felsefi ve hatta tasavvufi bir arayış öyküsüne dönüşüyor Aynadaki Masallar.
Bu doğu ve batıya da aynı anda selam duran anlatış Uğuz’un her iki türü de nasıl layıkıyla yazabildiğinin göstergesi. Masalları gerçekten yüzyıllar öncesine (ya da Uğuz’un tasviriyle “Zamanın yalnızca Tanrı’nın katında gizli bir sandukada mühürlendiği ve mekânın nerede olduğunun çözülemediği” yere) gidip bir masal gibi okurken, kayıp olan Can’ını arayan Deniz’in peşinden de tıpkı bir hafiye gibi merakla iz sürüyorsunuz. Arada Uğuz’un doğu ve batı arasındaki bu çatışmaya dair tarihi ve edebi altyapılara dayandırdığı ancak akademik şekilde ifade edilebilecek uzunluk ve derinlikteki kimi söylemek istediklerini, her ne kadar ağızlarına pek yakışmasa da yan karakterlere diyalog olarak söyletmesi biraz zorlama hissi uyandırsa da kitabın akıcılığını etkileyecek bir durum arz etmiyor yine de bu.
Bir de körleşmekte olan ressamımız Suna var elbette. İlk olarak karşımıza Can’ın yazdığı masallarda çıktığı için çevresinde büyülü bir hareyle gözümüzün önüne gelen, akabinde ete kemiğe büründüğünde insan olması dışında o masalsı halinden pek de bir şey kaybetmeyen ve kör olacağını bile bile resim yapmaktan vazgeçmeyen Suna… Uğuz da Suna’dan yola çıkıp “Doğulu ressamların gölge ve perspektiften kaçarak her şeyi aynı ve hafızadan çizebilmek için illa ki kör olmak istediklerini; çünkü ancak körlük sayesinde dünyayı Allah gibi görebileceklerine inandıklarını…” vurgularken aslında kör olma isteğinin sadece doğulu ressamlara indirgemeyip; büyük resmi görebilmeyi arayan tüm doğululara genelliyor. Bu yaklaşım Platon’un güzellik kavramını çağrıştırıyor. Platon’a göre nesne bana veya ona görünmez, o ‘kendi başına’ (ekphanestaton) görünürdür, yani kendi başına güzeldir.
Heidegger bu yaklaşımı daha açık ifade eder: Antik Yunan’da varolan(on) ve güzel(kalon) aynı şeydi (mevcudiyete gelme, saf ışıldama, parıldama idi)1. Yani Suna kör olmak ister çünkü artık ‘ona’ nasıl göründüğünü önemsemez, kendi başına görünür olan halini görmek ister. Çünkü o doğulu bir ressamdır.
Aynadaki Masallar okuyucuyu çıkardığı bu ikili arayışla bir solukta okunacak bir kitap. Anıl Can Uğuz akıcı dili ve başarılı kurgu tekniğiyle, ilk kitabından sonra ondan büyük beklentisi olan okuyucularını yine mutlu etmiş.
*Uğuz A.C., Aynadaki Masallar. İstanbul: Doğan ve Egmont Yayıncılık, 2019. s. 97