Şafakta Buluşuruz: Umut her zaman vardır
Ender İmrek'in yeni yayınlanan 'Şafakta Buluşuruz' romanı KHK'lilerin son beş yılda yaşadıklarını somut olaylarla ele alıyor. Akıcı başlayıp devam eden hikaye 'final'e dair en baştan merak uyandırıyor. İmrek'in kahramanları: Yüzünde savaş izleri olan genç bir kadın, bombalanan çöl, kapkaranlık göç yolları, insanlık simsarları...
DUVAR - Türkiye'nin son yıllardaki en önemli gündemlerinden biri Barış Akademisyenleri. Kürt kentlerindeki sokağa çıkma yasaklarının son bulması için 5 yıl önce 'Barış Bildirisi'ne imza atmaları nedeniyle onlarca akademisyen yargılandı, ihraç edildi, işsiz bırakıldı, pasaportlarına el konuldu... Akademisyenlerin yaşadıkları sadece bunlarla sınırlı kalmadı: Dışlandılar, ötekileştirildiler, 'hain' ilan edildiler. Ancak, kendilerine yapılan bütün 'kötülüğe' rağmen bildikleri yoldan dönmediler.
Ender İmrek'in yeni yayınlanan 'Şafakta Buluşuruz' romanı KHK'lilerin son beş yılda yaşadıklarını somut olaylarla ele alıyor. Akıcı başlayıp devam eden hikaye 'final'e dair en baştan merak uyandırıyor. İmrek'in kahramanları: Yüzünde savaş izleri olan genç bir kadın, bombalanan çöl, kapkaranlık göç yolları, insanlık simsarları...
Romanda, ülkeden umudunu kesip yurtdışına gitmek isteyen diş hekimi Güzide ve her şeye rağmen kalıp mücadele etmeyi savunan eşi avukat Erkan ise son yıllarda yaşanan ikilemin sembolü. İmrek, bu ikilinin temsilinde ötekileştirilenlerin, Kürtlerin, KHK'lilerin, 'Gezi'ci'lerin, işçilerin ülkedeki umut ve umutsuzluğunu okuyucuya sunuyor.
'Kötülüklerin' yakasını bırakmadığı başkahraman ise Zamir. İmrek onu şöyle tanımlıyor: Kararlı, mücadeleci, dayanışmacı, umutlu... 12 Eylül darbesini iliklerine kadar hisseden, bu dönem cezaevine atılmış bir aydın olan Zamir'in ihraç edilmesi kendisini asla umutsuzluğa sürüklemiyor. Onun güçlü duruşu aynı zamanda ihraç edilen akademisyenlerin, öğretmenlerin, Kürtlerin dayanışmacı mücadelesinin de tasviri.
Ancak İran'da idama mahkum edilmiş Farzad'ın yaşadıklarını duyunca içindeki fırtına depreşiyor Zamir'in. Kendisi gibi akademisyen olan Farzad'ın idama mahkum edildikten sonra ülkesini terk etmek zorunda kalması ve yolcululuk serüveninde yaşadıkları karşısında bir çıkış yolu arıyor, etrafındakileri de harekete geçiriyor. Mutlaka bir çözüm yolu bulacağına inancını diri tutmakta ısrarcı davranıyor.
Farzad'ın hikayesi ise İran'daki rejimin aydınlara, Kürtlere, kadınlara karşı uyguladığı saldırganlığın en çıplak örneği. Karısını İran'dan kaçarken Rojava'da IŞİD'lilerin saldırısında kaybediyor. Tek umudu saldırıda yaralanan kızı Roya'yı kurtarmak olan Farzad'ın İstanbul'daki bir işçi evinde kalması sonucu yolları aydınlarla kesişiyor. Burada görüyoruz ki Farzad ve Roya'nın yaşadıkları Türkiye'de yaşayan aydınların karşılaştığı sorunlarla neredeyse aynı! Aralarında sadece bir fark var: Türkiye'de idam cezasının olmayışı. Göç, Avrupa'ya kaçış, mahkemelerde yargılanma, hain ilan edilme...
Roman, aydınların yaşadıklarının yanı sıra Farzad ve ailesinin hikayesi üzerinden ülkemizde de sokakta, çarşıda, okulda, üniversitede, rastlayabileceğimiz baskıcı uygulamaları anlatıyor. Uzaklaşmak istediğiniz anlarda bile durdurup, 'bu sensin, senin hikayen' diyerek tutuyor insanı.
İmrek, sadece bir kesimi de anlatmıyor kitabında. Mardin'den İstanbul'a gelen bir Kürt kadını, sınıf mücadelesi verdiği için cezaevine atılan bir işçi, devletin güç aygıtlarını elinde barındıran bir polisin sahip olmak istedikleri trajik hikayelerle anlatılıyor.
Farzad... Naif... Serhat... Erkan... Güzide... Roya... Zamir... Yolları böyle kesişiyor. Onlar yan yana durarak sınırları aşıp köprüyü geçmek isteyenlerden. Mücadele edenlerin, haksızlığa uğrayanların yollarının kesiştiği uzun yolculuk böyle başlıyor. Ta ki 15 Temmuz'a kadar... İmrek'in deyimiyle, 'Boyalı gece'ye kadar...
Şafakta buluşmak isteyenler kararlı adımlarla teknenin gelmesini bekliyor...