Hasan Ali Toptaş: Gölgenin nefesi
Hasan Ali Toptaş'ın son romanı "Beni Kör Kuyularda" Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Toptaş, iyilerin de distopyanın içine konuk olduğu Beni Kör Kuyularda'da baba kız arasındaki ilişkiyi karakterler üzerinden irdeliyor.
Uğur Karaca
Hasan Ali Toptaş, bir önceki romanı Kuşlar Yasına Gider ile baba ve oğul üzerinden iktidar kavramını ele alırken, son kitabı Beni Kör Kuyularda ise baba kız arasındaki ilişkiyi Güldiyar ve Muzaffer karakterleri üzerinden irdeler. Güldiyar başına gelen kötü bir olay sebebiyle hiç konuşmamaktadır ve gözyaşları göz taşına dönüşmektedir. Romanın akışı ile birlikte düştüğümüz bu kuyunun içinde, anne karakteri köprüyken, bir süre sonra baba ile kız arasında doğrudan ilişki başlar. Bu durumun duyulması üzerine, aileden başlayan örgütlenmiş toplum devreye girer. Toplumun devreye girmesinden sonucu karşımıza çıkan ve büyük bir merakın olduğu arz talep ilişkisi devreye girer. Yıllar önce köyden göç ederek şehrin en kıyısına yerleşen mahalle sakinleri bir anda kendilerini acının merkezinde bulurlar. Kapitalist ilişki biçimlerinin en acımasızı yaşanmaya başlar. Acının, sevginin, çaresizliğin, ümitsizliğin, tükenmişliğin ve kötülüğün renkleri en kasvetli haliyle önümüze serilir. Karabasan gibi ailesinin üzerine çöken bu uğursuzlukla baş edemeyen baba dünyanın tüm sesleriyle birlikte sessizliğe doğru gitmektedir. Yazar, bir ailenin içinde bulunduğu talihsizliği anlatırken, aslında onları yok eden şeyin bilme isteğinden kaynaklanan merak olduğunu gözlerimizin önüne serer. Yine yazar, büyük bir sessizliğin içine fırça darbeleriyle harflerin gölgelerini resmeder. Artık kendi körlüklerine bakıp bakıp göremeyen insanlar karşımızdadır.
Eserlerinde genellikle kasaba anlatılarına yer veren yazar, bu romanında da yine köye en yakın mesafede olan gecekonduyu seçmiştir. Bu yerde ise, zaman yine zamansızlıkla birlikte akıp gitmektedir. Kahramanımızın yaşadığı ikilemlerden ve sorunlardan kurtulmasının tek yolu köye dönüş olarak görünse de, anlarız ki köy de artık kendi taşrasını yaratmıştır. Muzaffer, ailesinin içinde bulunduğu acizlikten kurtulma yolu olarak düşlerinden ve olağan üstü olaylardan medet umar. Romanın ilerleyen kısımlarında aklında yaşattığı ölülerle konuştuğu sahnelerde, başka karakterler tarafından görülmediği de aktarılır. Romanın bu yönüyle düş ile gerçeği aynı düzlemde buluşturduğunu görürüz.
Toplumun topluca görme eylemini gerçekleştirdiği mekanları düşündüğümüzde, (arena, tiyatro, sinema, stadyum, müze, hayvanat bahçesi, sirk vb…) gördüğümüz acının biçimleri, bizi rahatlattığı gibi aynı zamanda eğlendirir de. Aslında bu durum geçmişten günümüze pek değişmedi. Kitabın kahramanı Güldiyar’ın nedeni bilmediğimiz olaydan ötürü içinde bulunduğu sessizlikle birlikte, kendi kuyusunun karanlığından dışarıya seslenemeyişi ya da seslenmek istemeyişi ile O’nun gözyaşlarının taşa dönüştüğünü görmek isteyen insanların yarattığı korkunç gürültü akıp gider kitap boyunca. Sessizlikle gürültü arasında çarpışmadan kalan harfleri toplayıp bir mantık içerisinde sıraya dizer yazar. Kahramanın başından geçen olayı anlatmayarak Güldiyar’ı görmeye gelen insanlardan farkımız olmadığını söylemek istemektedir. Çünkü, Güldiyar’ın başına ne geldiğini biz de merak etmekteyiz.
“...hayatları boyunca hayatına giren insanların çoğuna bir şekilde kötülük ettikleri için artık kendilerini bile sevemez hâle gelenler iyilik ve tevazu şarkıları eşliğinde, cumbuldata cumbuldata, başkalarının sevgisinde vicdanlarını çitiledi…” (syf. 137)
Görmek konuşmadan önce gelir. Gördüklerinden vazgeçip, kendi kuyusuna atılan ataşları çıkarma derdindedir Güldiyar. Göztaşı ise bir çeşit kötülüğü kusma biçimidir. Güldiyar acının merkezidir. Acının merkeziyle kendi acısı arasındaki mesafenin uzaklığını görerek, kendini ferahlatır insanlar. Her gün her gün uzakları Güldiyar’ın yüzünde biriktirerek yapacakalardır bunu. Acıyı görmemezlikten gelme biçimi olarak bir perde vardır Güldiyar’ın arkasında ve bu perdenin arkasında duran adam elinde bıçakla dürtüp durmaktadır O’nu. Ama acının kaynağı bilinmez. Kitap boyunca, beklenenler olmaz. Hep bir şeylerin değişeceği beklentisi içindedir okur ama o beklenen şey kendi içimizde kötülüğü öldürmediğimiz sürece gerçekleşmeyecektir. Ölülerden, uzaktan gelen klarnet sesinden medet umulur. Kötülük o kadar büyüktür ki insan üstü yaratıklardan bile çare aranır. Evet kötülük ne kadar büyük olursa mucize o kadar büyük olmalı. Ve okur kuşa dönen insana şaşırmayacaktır artık. Derken fark ederiz ki umut aranmaktadır her sayfada, her bölümün sonunda artık değişsin beklentisiyle kelimelerle yolculuk ederiz. Evladının acısına dayanamayan baba mı olacaktır umut? Yıllardır beklenen ama gelmeyen abi mi? Kızının acısına dayanamayıp ölen anne mi? Yoksa düşman olan Dursun mu? Roman boyunca uzaktan bize seslenen Aşık Cevher midir umut? Yazarın her “derken” kelimesi midir, o beklediğimiz umut? Ama artık bir şeyler olsun dediğimiz ve bir çırpıda hızlıca geçmek istediğimiz karanlık bir tüneldeyiz ve sayfaları çevirdikçe başka karanlıklarda kayboluruz.
“Hayatın sihre başvurmadan, hayatın mucizeye ihtiyaç duymadan ya da akla gelebilecek daha başka ve daha çapraşık usûlleri kullanmaya lüzum bile görmeden, sadece olağan akışıyla bir insana haddini bildirmesine dairdi.” (syf.150)
'BİLMEK BİLİNENİN ÜZERİNDE HAKİMİYET KURMAKTIR'
Büyük Birader’in herkesi gözetlediği 1984 kitabının yazıldığı 1940’lı yıllardan günümüze geldiğimizde, artık herkesin Büyük Birader’in hastalığına kapıldığını görmekteyiz. Herkesin elinde başkasının penceresi vardır ve o pencereden çok şey görmek istiyoruz. Çünkü bilmek hakimiyet kurmaktır bilinenin üzerinde. Görünen olmayıp gören olmakla birlikte gerçekleştirdiğimiz eylemin öznesi olmak, bize görünen üzerinde hakimiyet kurduğumuzu hissettirir. Görünen avdır. Ve yakalamışızdır. Biz ancak kendi kuyumuzda saklandıkça av olmaktan kurtuluruz.
Yere düşenin kaldırılmadığı dönemden geçtik, yere düşenin seyredildiği, üstüne tekme atıldığı bir çağdan geçiyoruz. Özellikle, günümüz iletişim araçlarından biri olan sosyal medyada, her şeyin görünür olduğu, iyilerin sadece kötülüğün adresini gösterdiği, sosyal medyada linç dışında başka hiç bir şey yapmadığını düşününce, umut kör kuyularda bir akrep bekliyor, akrebin geldiği yerden mi geçilecek Şahmeran’ın diyarına? Hasan Ali Toptaş’ın bu son romanında görüyoruz ki iyiler de konuk oluyor bu distopyanın içine. İyiler kötülüğün adresini arayıp bulmak ve onu yok etmek istemektedirler. Var olan güç karşısında çaresizlik içindedirler. Kendi korkularının, yani sahip olduklarından vazgeçememektedirler. İstemeden de olsa kötülüğe sebep olmaktadırlar. Evin hakimiyetini elinde bulunduran insanların evden uzaklaşınca mutlak kötülüğün yok olacağını sanmaktadırlar. Çözümü sistem içinden aranması bir sonuç getirmez. Romanda emniyet güçlerinin eve gelişiyle, ölmüşlerin Muzafferin hülyaların içinde yaşaması arasında fark yoktur. Kapitalizmin can damarı olan arz ortaya çıkınca, çekirdek satıcıları, eve pide getiren lokantanın çırağı, yaşananları aktaran “hoparlör”, ve diğerleri… Hepsi bu düzenin bir parçası olmaktadırlar. Derviş kılığına da girse, insan insandır. Ancak insanın ölmesiyle saflık mümkün olacaktır.
“…- siz yaşayanlar, çok tuhafsınız!…” (syf. 157)
Hasan Ali Toptaş, yalın ve hızlıca akıp giden bir dil seçtiği bu romanında, bir türlü beklediğimiz o cevapları vermemektedir. Evin odağında yaşanan olayların ve evin iktidarını elinde tutan kötülüğün tek bir yöneticisi yoktur. Evi ziyarete gelen insanlar gibi değişir çete lideri ve asıl çete başının kim olduğu söylenmez. Görünmezdir o. Suç tek bir nesneyle indirgenmemiştir. Çünkü suçlu okur dahil herkestir. Çünkü izlenmeyen kötülük satılamaz da. Günümüz diktatör rejimlerinde kötülüğün kaynağı olarak hep iktidarı suçladığımız gibi (Alman toplumunun tüm suçu Hitler’e yüklemesi gibi), hep bize uzak bir kötülük üzerinden kendimizi iyi olarak tanımlarız. Kitap boyunca “işte bu tüm kötülüklerin anası” diyerek rahatlamak isterken, bu huzursuzluk cümlelerin üstüne basa basa peşimizden gelir. Aslında romandaki kötü karakterlerinden birisi ölse içimdeki kötülük de ölecektir. Halbuki kötülük içimizdedir. Ve sistemler kötülüğü sıraya dizme biçimidir. Evi ele geçiren kişiler sadece sıraya dizme karşılığında para alırlar ziyaretçilerden. Evin içindeki kargaşayı önlemek için gelen seyircilerden birinin evdeki çete liderine söylediği şu söz çok manidar:
“-Bizi niye uğraştıyorsunuz? dedi o sırada yaşlıca, tonton bir adam. -İsimlerimizi yazın sıraya girelim!” (syf. 235)
Kitabın son sayfasını kendime doğru kapatırken, içimi kitap boyunca süreyen sessizlik kapladı. Sessizlik konuşmaktan daha çok şeyi anlatır elbet. Beni Kör Kuyularda kitabı boyunca kahramanın etrafında dolaşan sesler, o sessizliği anlatmak veya anlamlandırmak için çaba gösterir. Kelimelerin peşinden giden Hasan Ali Toptaş, eşsiz kalem darbeleriyle buna renk katmaktan geri durmuyor. Daha çok bir fırtınayı tasvir eden yazar, eline rüzgarı alıp içimizde kurduğumuz tüm binaları, sokakları, evleri, sığınakları, en çok cümleleri oradan oraya savurup duruyor. Daha çok bir distopya kitabı olarak okuduğum kitap, Jose Saramago’nun Körlük kitabında olduğu gibi kötülüğün kaynağını bir iktidar erkine bağlamadan direkt içimizde arıyor.
Elde ederek üzerinde hegemonya kurmak istediğimiz şeyler, elde ettiğimizde başka bir kötülüğe dönüşüyor. Tıpkı gölgelerin üzerine basamayacağımız gibi. Hasan Ali Toptaş’ın gölgelerle kurduğu imleri bir başka yazının konusu olarak bırakmakla birlikte “ey gölge, yalnızlıktan mı korktun sen öyle” diyerek buraya bir not düşmek istedim.