Levent Karataş’ın mesajı: Buradayım ve yaşıyorum…

Duygusallık aslında genel olarak Levent Karataş’ın şiirine yabancı değil. Çünkü onun şiiri ya da onun şiir dili diyelim, büyük ölçüde duygusal. Lirik şiirin dışına çıktığı zamanlarda da, lirik olduğu zamanlarda da, hatta şiirin dışına çıktığı durumlarda da şiirinin ateşleyicisi büyük ölçüde şiirin sözündeki duygusal ton oluyor. Karataş’ın şiiri sonuç olarak ve daha çok duygu aktarır. Bir olaya, bir olguya, bir ana, bir duruma ilişkin duyguyu ön plana çıkarır ve şiirle yoğurur.

Google Haberlere Abone ol

Yeni şiir kitabı “Ona Yaşadığımı Söyle”yle yeniden okurla buluştu Levent Karataş. Kitap Öteki yayınlarından çıktı. Kitapta Karataş’ın şiirlerine Emel Akın’ın desenleri eşlik ediyor.

Levent Karataş’ın, özellikle son yıllarda üretkenliğini arttırdığı gibi zaten geniş olan şiir sahasını daha da genişlettiğini söyleyebiliriz. Haydar Ergülen’in, “80 Kuşağından değil ama, bizim kuşaktan” dediği Levent Karataş’ın şiirleriyle ilgili değerlendirmesi şöyle: “Başka şiirler ve başka şairlerle şiir yazmaya kıymet veriyor. Bu da şiirini daha kıymetli kılıyor. Şiirini ne zaman okursanız okuyun, sabah oluyor, yeni gün, yeni dünya, yeni renkler, yeni şeyler ve hep yeni şiirler. Duyarak okumak isteyenler için.”

İlk kitabı “Düşüyorum Gelileo” (1992) yayımlandığında Levent Karataş yirmi yaşındaydı. Henüz dergiler basamağında yer almamıştı, ama bazı şiir çevrelerinde dikkatleri üzerine toplamıştı. Şairin şiirinin bilinmesi, tanınması dergilerde görülmesiyle gerçekleşir. Hâlâ değişmeyen bir gerçeği yineleyelim: Genç şairin de, şiirin de okuludur dergiler.

Levent Karataş ilk kitabı yayımlandıktan sonra birçok dergide şiirleriyle yazılarıyla yer aldı. Kendisine hem şair hem de bir edebiyatçı kimliği edindi.

Karataş’ın “Ona Yaşadığımı Söyle”yi de sayarsak bibyografisinde sekiz şiir kitabı bulunuyor.

Yazının konusu Levent Karataş’ın son kitabı olduğuna göre en iyisi sözümüzü şiirle kesmek. “Ben hiç bulaşık yıkamamıştım. Yıkıyorum. Mükemmeliyetçiler çok iyi bulaşık yıkar.” Bu cümle, “Ona Yaşadığımı Söyle”nin sunuş metninin son cümlesi. Son cümle aynı zamanda bir başlangıç cümlesi. Önümüzdeki kapıyı açan, çıkacağımız yola ilişkin bilgi veren, ihtimaller sunan bir tür kaynak. Öyleyse Karataş bize, kitabında birikmiş bulaşıkları yıkadığını söylüyor olabilir mi? Şiir de bir tür bulaşık yıkama edimi midir? Neden olmasın?

Ergülen “seksen kuşağı”ndan dese de Levent Karataş ‘has’ bir doksanlar şairidir. O nedenle sık sık gençliğinin anayurduna, doksanlara dönüyor. Ya da çocukluğuna gidip bulabildiğini doksanların atmosferine taşıyıp, o dönemin ışığında inceliyor, irdeliyor, yeniden gözden geçiriyor.

Kitabın ilk şiirinden bir bölüm okuyalım. Şiirin başlığı “Marka”.

Hayat değişmiyor fakir çete başlarına

Hayalleri de peynirleri de aynı marka

Fi tarihli sosyal olgular zamanında

“Aynı marka şampuan kullanıyoruz!”

Demişti BÖCEK BULAN ÇOCUK

“Hayallerimiz de aynı marka olm...”

Deyip gülüşmüştük

“Kitle kültürü okuyoruz üstad!”

İki kolejlinin küçük burjuva özentiliği

ya da snopluğu olarak görülse de

Gerçeğin ta kendisidir parasızlık

Şairdim o zaman da

Rimbaud zannedenlerden kendini

Konumuz Fransızlar değil aslında

Karataş’ın gençliğinin anayurdu olan ve “Ona Yaşadığımı Söyle”yi okurken, şairin, şiirin diliyle, şiirin yolundan giderek bir kez daha döndüğü doksanlı yılları hatırlamak, bu yılların nasıl bir tarihsel dönemeç olduğunu bilmek önem kazanıyor. Doksanları bilmek, Karataş’ın yakın plana aldığı ayrıntıları bağlamına oturtma, kurduğu şiir pazılının tamamlanmış bütünlüğünü görme, dolayısıyla şiirin derinine inme imkânı sağlıyor.

Doksanlar galiba birçok şey için bir altın çağ idi. Ama birçok şeyin yok edilmesi pahasına oluşmuş bir altın çağ. Örneğin bir gazetecilik türünün, daha doğrusu basının can çekişmeye başladığı, medyanın yükselişe geçtiği bir altın çağ idi bu yıllar. Bir gazetenin merkezinin bombalanarak yok edilmesi bu dönemde gerçekleşti. Haber takibindeki Metin Göktepe de polislerce doksanlarda katledildi. Birçok gazeteci, aydın o yıllarda suikast sonucu öldürüldü. Faili meçhullerin, askerin polisin insanları kaçırarak yok etmesinin de yıllarıydı doksanlar.

Galiba doksanlı yıllar reklam sektörü için de altın çağ idi. Bir markalar imparatorluğu oluşmuştu sanki. “Değerin” yerini “kalite” kavramı almıştı. İnsanların değerine ya da değerlerine değil, kalitesine bakılıyordu. İnsanın “kalitesine” bakılınca elbette her şeyin, hayatın da kalitesi söz konusu oluyordu. İnsanı kalite kontrolünden geçirmek doğrudan doğruya bir metalaştırma oluyordu elbette. Her şeyde kalite aranıyor, aranılan kalite de markalarda buluyordu. Markaların konuştuğu, konuşulduğu yıllardı doksanlar. Daha önemlisi “Beyaz Türk”lüğün icat edildiği yıllardı doksanlar… Seksenlerle birlikte Onikieylül’ün (artık bitişik yazılması gereken bir adlandırma olduğunu düşünüyoruz…) bitmediğinin, bitmeyeceğinin de açığa çıktığı yıllardı. Kitapta “Ağıt” şiirinden yükselen ve duyduğumuz sesin, şairin bilinç ve bilinçdışı derinliklerinden olduğu kadar doksanlardan da geldiğini söyleyelim. Şiirden iki bölüm okuyalım:

Konyalılar bıçak gösterince ‘Allah’ın Çocukluğu’na

Para isteyince Medya Towers’tan

Dünyalık kurmacasına kandırılıp devletçe;

Korkunç geceler geçmiş barbarlarla

Belirsiz rüya tabirleri

Rus ruleti

Küfürleşmeler

Provokasyonlar!

Cılız güneşli Nisanlarda

Panjurdan yarı-deli sesiyle dedim;

-Ben yine gelirim Yurt’tan

Kızkardeşlerimi öldürmeyin!

Çatışmayan, çelişmeyen, çekişmeyen ve şiir olduğu iddia edilen sözlü ya da yazılı ürünler de var elbet. Ama şiirin şiir olanı birçok şeye karşı yazılır. Dahası şiir bir karşı yazıdır diyebiliriz.

Şiir karşıt sözdür. Hatta bazen rağmen sözdür, rağmen yazılır. Şiir verili dilin rağmına yazılır. İktidara karşıt yazılır. Mevcut yaşama koşullarına karşı yazılır. Dünyaya karşı yazılır. Şiirin karşı yazıldığı olgulardan biri de zamandır. Şiir zamana karşı da yazılır. Şiirin zamana karşı oluşunun içinde ayran gönüllülüğün reddi de vardır. Şiirin sürekliliği yazıldıkça mümkündür. Süreklilik göstermeyen ve salt hevesten ibaret bir girişimin, “şöyle bir denenip” bırakıldığı, arkası gelmediği takdirde şiirde tutunma olasılığı yoktur. Gelgeç hevesle şiir ne dilde tutunabilir, ne hafızada, ne zamanda… Oysa şiirin tutunması önemlidir. Hatta tutulmasından daha önemlidir. Şiirin tutunmasını sağlayan etkense kuşkusuz şiirin dilidir. Şiirin verili dil karşısında üretebildiği dil, şiirin tutunmasını, zamanın onu eritip yok etmesini engeller. Levent Karataş zaman içinde tutunabilen şiirler yazdı. Onun bu özelliğini de vurgulayan Emel İrtem, Levent Karataş’ın şiirini, şiir evrenini şöyle betimliyor:

“Her şiir aynı zamanda şairinin zihin haritasıdır. Sıkı şairin aklının kıvrımlarında dolaşmayı peşinen kabul eden okuru muhteşem bir macera beklemektedir. Yıllarca Levent Karataş şiirinin yarattığı uzamda zamanın ve biçimin arka sokaklarında yokuşları tırmanarak ve topuklarını kırarak pabuçlarımın böyle bir maceraya sürükledim kendimi. Peşinen söylemeliyim ki onun göksel sözcüklerinin gölgesinde dinlenmeyi umut eden yanılır. Aksine her şeyi harekete geçiren bir dinamiği vardır bu şiirlerin, adeta okumaz izlersiniz. Şiirin içinden taşan bir okur mütereddit bir kafeste uçmayı öğreniyor şairinden. Kafes kırılır ve okur yazmak ister.”

Zamanın değirmeninde buharlaşmayan şiirler aynı zamanda yazılacak şiirin de dağarcığını, kaynağını oluşturur… Kitaba adını veren şiirden iki betik:

Yığın nasıl bir güce tapar bilir misin

Yığın, zannedenlerin lanet gücüne tapar

Zannedenler de zannetmektedir

Zannedenler zannedenlere

Silsile yürür tutsaklığa kadar

İşçi sınıfına kadar!

Cennet evliliği nedir?

Görür görmez âşinâ-yı aşk

Aden bahçesinde piknik

Üç sarı çocuğun kanatsız uçuştuğu gündüz göklerine inanmak

Sütümü kullanabilirsin ineklerinin sütünü içmek

Yumurtamı yeme diyen tavukları buğday tohumuyla beslemek

Şefkat içinde kovuğunda oturduğun ters ağaç

Cennete özgü “n’oldu kedim” oyununu oynamak

Ona Yaşadığımı Söyle, Levent Karataş, 64 syf., Öteki Yayınevi, 2019.

Levent Karataş’ın “Ona Yaşadığımı Söyle” deyişini açımlamak aslında kitabı, sorunsalı açısından çözümlemek için de yol gösterici olabilir. Biz, “Ona Yaşadığımı Söyle” deyişini şöyle açımladık: “Buradayım, yaşıyorum ve o bunu bilsin istiyorum; ancak şimdilik bundan daha fazlasını, yani ona yaşadığımın haberini göndermekten daha fazlasını yapacak durumda değilim. (bu “durumda değilim” önemli) Kaldı ki bu bile benim için yapabileceğimden daha fazlası!” Sözün içerdiği mesaj, dilek kipinde. Bunun duygusallıkla sarmalanmış bir dilek olduğunu da ekleyelim. “Ona Yaşadığımı Söyle”nin duygusunu anlamak için aynı zamanda bu sözün bir tembih de içerdiğini dikkatten kaçırmamak gerektiğini düşünüyoruz. Belki daha önemlisi dilek de, tembih de olsa bu deyişin, aslında bir sitem sözü oluşu. Koyu bir sitem taşıyor “Ona Yaşadığımı Söyle”. Ancak tonu şiirlerin dokusuna yayılarak inceltilmiş bir sitem bu. Kırgın değil, daha çok ‘ince alaysı’ bir sistem. O nedenle belki sitemle birlikte bir başkaldırı tonu da içeriyor diyebiliriz. Hâlâ yaşıyorum… Berxwedan jiyane, yaşamak direnmektir! Yaşıyorum ve direniyorum vb. gibi…

Şair bir geri dönüşle deneyimlerine, birikimlerine, yaşadıklarına, ömrüne bakıyor ve sesleniyor sanki: “Ona yaşadığımı söyle”! O kimdir? Sevgili mi, eski sevili mi? Tanrı mı? Devlet mi? Geçmiş mi? Ömrün yaşanmış, deneyimlenmiş kısmı; hatıralar, gerçekleşmemiş hayaller, uygulanmamış ya da uygulanamamış tasarılar, alınmış kararlar, sonuçsuz kalmış iddialar, yanlışlar, doğrular, hesaplar, hesap hataları, mutsuzluklar mı? Acılar, yaslar kadar neşeler, umutlar, mutluluklar mı? Şair, yaşadığını kim bilsin istemektedir? Dosta gönderilen bir haber mi? Yoksa düşmana bir meydan okuma mesajı mı? Hepsi, belki de hiçibiri. Çünkü okuduğumuz metin şiir…

Şair yaşadığı mesajını kime ulaştırmak istemiş olursa olsun “Ona Yaşadığımı Söyle” aslında bir sitem kitabı olarak da yorumlanabiliyor. Buna dayanarak da duygusal bir kitap olduğu söylenebilir. Elbette her şiirde duygusal bir boyut da vardır. Şiir olur da duygusallık olmaz mı? Ancak Karataş’ın kitabındaki ve şiirlerindeki duygusallıktan kastımız kitabın, içerdiği şiirlerin bam teliyle ilgili. Levent Karataş şiirin sınırlarında olmaktan, riskli bölgeye girmekten, sınır ihlali yapmaktan dolayısıyla düzyazıdan çekinmiyor. Hatta şiirin, şiirin alanı içerisinde kalarak oluşturulmasını umursamıyor bile denilebilir. Öyle anlaşılıyor ki onun için yazmak, şiir yazmaktan daha önemli. O nedenle belki de yazdıkları şiiri olduğu gibi düzyazıyı da ihlal ediyor. Ama ihlal iyidir bak dilin şiirini arttırır dedirten türden bir sınır tanımazlık bu. Aktaracağımız bölümler “Armağan”ın “İkinci Mektup” başlıklı bölümünden:

- İkinci hikâye lirik. Parçalı imgeler çok hikâyede. Bilincimizin imgeyle aktığı mantıkla yazıldı iki mektup da. Ama burada çöle çevrilmiş bir mantığın akışı var. Israrcı “kafese kapatılmış hüzün” mantığı. Her şey boşlukta düz akıyor sevgilim DERECE-

SİNDE.

Kolay olmayacağını biliyorum yaralamacı toplum; birincil hikâyenin şifreleri çözülürse ikinci hikâye anlaşılır...

Taammüden cinayete kalkıştığın yaraladığın KÂTİP-İM!

...

Gece toplantıları da yapılırdı o pastanede. Aynı sözcüklerle im- lenme zorunluluğu olan kış günleri de biz buluşurduk. Yağmurlarda pencere kenarındaki kadife sandalyelere otururduk. Yağmursuz günler bahçede.

Gençken kırıcı oluyor insan... Juliette Binoche bir parfüm reklamında oynuyorsa, o üründe iyi bir şey var düşüncesiyle bile. Reklamını yaptığı Poeme marka parfümü arayıp-bulup- almıştım sana ben. Emek değil de ne bu Deniz? Kırıcı olan hep senin gençlik tutkularındı.

Duygusallık aslında genel olarak Levent Karataş’ın şiirine yabancı değil. Çünkü onun şiiri ya da onun şiir dili diyelim, büyük ölçüde duygusal. Lirik şiirin dışına çıktığı zamanlarda da, lirik olduğu zamanlarda da, hatta şiirin dışına çıktığı durumlarda da şiirinin ateşleyicisi büyük ölçüde şiirin sözündeki duygusal ton oluyor. Karataş’ın şiiri sonuç olarak ve daha çok duygu aktarır. Bir olaya, bir olguya, bir ana, bir duruma ilişkin duyguyu ön plana çıkarır ve şiirle yoğurur.

Daha fazlasını biz söylemeyelim, daha fazlasını ya da bizim eksik gedik bıraktıklarımızı şairin sesini yüklenen ve yeniden üreten şiirler söylesin!