Fatih Balkış: Türkiye’deki grotesk ortamı soğukkanlılıkla değerlendirmeye çalıştım

Fatih Balkış yeni romanı Karaçam Ormanı’nda ile okur karşısında... Balkış, "Karaçam Ormanı’nda için alıkoyulma edebiyatı örneklerine çalıştım, Türkiye İnsan Hakları Yıllık Raporları’nı, AHİM kararlarını inceledim. Kiş, Moya, Albahari, Schmidt ve Gomrowicz okumalarını birleştiren Ortega y Gasset ve thomas Merton üzerine yoğunlaştım" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Erhan Yılmaz

DUVAR - Yazar Fatih Balkış'ın dördüncü romanı Karaçam Ormanın'da, Kafka Kitap tarafından yayımlandı. Beş yıllık bir aranın ardından okurlarıyla buluşan Balkış, iki yazarın dayanışma üzerine kurduğu ilişkiyi birçok açıdan eleştirdiği romanında üslubu ve kurgusuyla dikkat çekiyor. "Üslubum okuduklarım sayesinde derinleşti ve belirginleşti. Düzyazının her türlü halini inceledim diyebilirim. Özellikle Simic, Celan, Antin, Russel Edson, Herbert gibi şairlerin ürettiği dünyazıyı ve yaklaşık yirmi beş sene önce bağımlısı haline geldiğim Thomas Bernhard’ı...Eğilimlerim de bu doğrultuda oluştu. Trajik olana yönelme isteği, kahramanın modern dünya karşısındaki ikilemleri, devletin ve onun kurumlarının, hatta ailenin mahvetme sanatında ustalaşması... Pek çok yazar, düşünür bu konuda fikir üretti ve sanırım ben de kendimi bu kanona eklemlenmiş olarak görüyorum" diyen Balkış'la Karaçam Ormanı'nda üzerine konuştuk.

Karaçam Ormanı'nda, Fatih Balkış, 112 syf., Kafka Kitap, 2019.

Baht Dönüşü’nden yaklaşık beş sene sonra Karaçam Ormanı’nda'yı kaleme aldınız ve böylece dördüncü romanınızı yazmış oldunuz. Yazma serüveninizle, bir kitabı bitirdikten sonraki süreçle ilgili neler deneyimliyor, yeni bir romana başlarken nasıl bir hazırlık sürecinden geçiyorsunuz?

Yazma süreci bittikten sonra romanla kurmuş olduğum zihinsel köprüler birkaç gün içinde tamamen yıkılıyor. Çünkü zihnimde bambaşka bir zamana, mekana ve gerçekliğe açılmak için sonsuz bir istek duyuyorum. Dolayısıyla, romanı henüz bitirmeden yeni romanımın hayalini kurmaya başlıyorum.

Karaçam Ormanı’nda defalarca değiştirdiğim, kurgusuyla oynadığım bir roman oldu. En sonunda anlatmak istediğim geniş konudan bir kesit aldım ve romanı şimdiki haline indirgedim. Bu bitmemiş, devam eden bir hikaye. Diğer romanlarımda denediğim gibi tragedyanın üç birlik kuralını burada da uyguladım: kısıtlı tek mekan, iki ya da üç kişilik bir anlatı ve zamanda birlik.

Yeni bir roman düşüncesi benim için yoğun ve eklektik bir okuma süreci ile başlıyor. Önce romanın ilk ve son paragraflarını yazıyorum, sonra yaptığım okumaların yön vermesiyle ara paragraflar üzerinde çalışıyorum. Karaçam Ormanı’nda için alıkoyulma edebiyatı örneklerine çalıştım, Türkiye İnsan Hakları Yıllık Raporları’nı, AHİM kararlarını inceledim. Kiş, Moya, Albahari, Schmidt ve Gomrowicz okumalarını birleştiren Ortega y Gasset ve thomas Merton üzerine yoğunlaştım.

MESAFESİZ, BETİMLEMESİZ, DÜŞÜNCEYİ DERİNLEŞTİREN YAZILAR 

Kitaplarınızda sanatın ve edebiyatın anatema olarak hep belirgin olduğunu görüyoruz. Bu kitabınız da, önceki romanlarınız da edebiyat ve sanat tarihine dair pek çok göndermeyle doluydu. Kendi romancılığınızı ve edebiyata yaklaşımınızı bu bağlamda açıklayabilir misiniz?

Tragedyalardaki kahramanların yazgılarından kaçamamaları gibi, bu da benim için kaçınılmaz bir şey. Bazen teknik bir rapor, bazen çok etkilendiğim bir hikayenin henüz anlatılmamış bir bölümü, bazen bir başka yazarın benim tarafımdan niyeti saptırılmış cümleleri bu oyunun bir parçası oluyor. Bu iddiasız küçük oyunlar edebiyatı ciddi bir mesele olarak ele almaya başladığım yıllara dayanıyor. Handke’nin yazım tekniğini ya da Danilo Kis’in ayıklama sanatını keşfettiğim yıllara...

Benim ilk yazı denemelerim kısa-kısa öyküler ve felsefi çıkarımlarla başladı. Post-it büyüklüğünde kağıtlar geçmişti elime. Bu küçük kağıtlara sırf onlar küçük diye yüzlerce öykü, yüzlerce çıkarım yazmıştım. Kendi işgal ettikleri boyutla varolan, daha fazla büyümek istemeyen; mesafeli, betimlemesiz (Handke takıntısı) ve düşünceyi derinleştiren (Schopenhauer takıntısı) yazılardı bunlar. Dolayısıyla zihin insanlarının bu dünyanın kahramanları olması beklenilen bir şey. Onların girdikleri serin ve derin çukura girip bu çukurdan nasıl çıkarım (Zen Koan’ı), diye düşünmelerine tanıklık etmek bana hep haz vermiştir.

Üslubum okuduklarım sayesinde derinleşti ve belirginleşti. Düzyazının her türlü halini inceledim diyebilirim. Özellikle Simic, Celan, Antin, Russel Edson, Herbert gibi şairlerin ürettiği dünyazıyı ve yaklaşık yirmi beş sene önce bağımlısı haline geldiğim Thomas Bernhard’ı...

Eğilimlerim de bu doğrultuda oluştu. Trajik olana yönelme isteği, kahramanın modern dünya karşısındaki ikilemleri, devletin ve onun kurumlarının, hatta ailenin mahvetme sanatında ustalaşması... Pek çok yazar, düşünür bu konuda fikir üretti ve sanırım ben de kendimi bu kanona eklemlenmiş olarak görüyorum.

'UZAKTA OLMA HALİ SERİNKANLI VE ANALİTİK BAKMAMA NEDEN OLUYOR'

Karaçam Ormanı’nda şimdiye dek kaleme aldığınız en sert ve politik metin diyebiliriz sanırım. Ülkedeki toplumsal atmosfer, baskı ve sansür mekanizmalarının yazarlara ve edebiyata etkisinin sizi böyle bir kitap yazmaya yönelttiğini söyleyebilir miyiz? Gerçi kitabın ilerleyen kısımlarında bu eleştiriler sadece kurumlara değil, bizzat entelektüel camianın kendisine de yöneliyor… Bugünün kültür ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

On yıldır Kanada’nın Vancouver şehrinde göçmen olarak steril bir ortamda yaşıyorum. Buradaki bir yıllık toplam gündemin, herhalde Türkiye’de yarım günde yaşananlardan daha az olduğunu söyleyebilirim. On bin kilometre ve on yıllık uzakta olma hali benim olaylara daha serinkanlı ve analitik bakmama neden oluyor. Bu aynı zamanda kalemimi esirgemeden kullanmak demek. Türkiye’deki bu grotesk ortamı soğukkanlılıkla değerlendirmeye çalıştım.

90’ların sonundan itibaren kültür dünyasının sessiz gözlemcisiydim. 98-08 arasında İKSV’de arşiv kameramanı olarak çalıştım. 2005 ile 2010 arasında onlarca yazı yazdım kitap ekleri için, editörlük yaptım, aktif olarak bir tiyatro kumpanyasına dahildim, sinemaya ve müziğe bulaştım. Bütün bu deneyimlerin kalıcı bir etkisi kaldı bende sanıyorum. Ama dediğim gibi bugünün kültürel ortamında neler oluyor bitiyor, gerçekten bilmiyorum. Hatta bazen bilmemek daha iyi, diye düşünüyorum. Ama buna karşın, yazdıklarını, düşüncelerini takip ettiğim, kışkırttığım kalemlerle olan mikro ilişkilerim devam ediyor. Kahramanımın kültür dünyasına getirdiği eleştiriler, ortamın yüzeyselliği ve düşünsel yoksunluk üzerine. Ayrıca bu sadece Türkiye’ye özgü değil, tüm dünyada gözlemlenen bir şey. Yine de şiirsellikten uzak, soğukkanlı ve tutarlı bir dil ve tutumun eksikliğini çektiğimizi düşünüyorum.

'BEDENSEL HAPSOLUŞA KARŞI ZİHİNSEL ÖZGÜRLÜK ÜTOPYASI'

Kitabın ana karakteri, kadın yazar, pek çok okurun fark edeceği üzere gerçek hayattan esinlenerek oluşturulmuş bir karakter. Edebiyat tarihinde yazarların birbiriyle polemiğe girdiği pek çok eser mevcut ama bu türden bir duygudaşlığa, en azından çağdaş Türkçe edebiyatta çok da rastlayamıyoruz. Sizi böyle bir karakter kurgulamaya iten duygular nelerdi ve buna benzer sıralayabileceğiniz örnekler var mı?

Baht Dönüşü yayınlandıktan bir yıl sonra devletin tahakkümü iyice ayyuka çıkmışken, karşı koyulmaz biçimde dünyanın iki ucunda iki yazarın benzer bir trajik yazgıyı paylaştıklarını gördüm. Berrak bir biçimde. Biri dilinden uzaklaştırılmış, Kuzey Amerika’ya özgü bir eşya deposunda gece bekçiliği yapıyordu, diğerininse yaşamsal olanakları hunharca alıkonulmuştu.

Bedensel bir hapsoluşa karşı zihinsel bir özgürlük ütopyası. Vodvil ve Farstaki gülüç yer değiştirmeler yerine, trajik boyutu olan sonsuz bir kapatılma durumu. Bir yandan Lavant, Serge, Artaud ve Walser’ın kapatılmalarını, diğer yandan Gombrowicz’in sürgün günlüğünü çalışıyordum. Yönümü değiştirmem kaçınılmazdı çünkü ülkemle ilgili sonu gelmez kara haberler buraya çok çabuk ulaşıyordu. Tereddütsüz bu iki insanın hikayesinin soğukkanlılıkla anlatılması gerektiğine karar verdim. Yaptığım şeyin bire bir karşılığı olmasa da birkaç örnek verebilirim sanırım. Peter Weiss’in henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan, benim İngilizce’sinden okuduğum Abschied von den Eltern’i, Bernhard’ın Witgenstein’ın Yeğeni, Sebald’ın Austerlitz’i, Chris Offutt’un, Nothomb’un ve Ben Lerner’in romanları.

Kitapta toplumun ve devletin sessizleştirmesine karşı, anlatının sözü tamamen kadın yazara bıraktığını görüyoruz. Yani her ne kadar anlatıcı-ben erkek yazar olsa da, Karaçam Ormanı’nda kadın yazarın romanı diyebiliriz. Burada yazarın egemen pozisyonunu ve iktidar kuran kelamını eleştiren bir tutum var diyebilir miyiz?

İki yazar da bir yer değiştirmece içinde. Zaten bir süre sonra küçük geri çekilme anları dışında düşüncelerin ve seslerin iç içe geçtiklerini gözlemliyoruz. Artık kimin konuştuğunun, kimin dinleyici olduğunun bir önemi kalmıyor. Aralarında bir iktidar kurma yarışından çok birbirlerini anlama çabası söz konusu. Aktif ya da pasif, direniş her halükarda benim için en önemli şey. Her iki anlatıcının da politik ve kültürel iktidarla sorunu var. İnsanı aşağıya çeken, düşünce dünyasından uzaklaştıran çoğunluğa karşı direnişin iç sesini yükseltiyorlar.

Karaçam Ormanı’nda bir yazarlar kitabı. Her iki yazarın da saplantı haline getirdiği edebiyatçılardan bahsediyorsunuz. Kadın yazarın Gombrowicz tutkusuna benzer bir tutkuyla bağlandığınız isimler var mı? Bu isimler sizin edebiyatınıza nasıl yön veriyor? 

1994’te Bakırköy Meydanı'ndaki bir kitapçıdan Bir Savaşın Tasviri’ni almıştım. Kitabın önsözünde bugün hala anımsadığım Kafka’nın en sevdiği yazarlarla ilgili bir paragraf vardı. Saplantım Kafka üzerine değildi, onu Kafka yapan yazarları keşfetmek üzerineydi. Listedeki isimlerden Amiel’in Mor Yayınları’ından çıkan Günlükler’ini okumak için 5 yıl boyunca çevrilmesini beklediğimi, Kügelgen’in ise bir yazar değil de ressam olduğunu öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığını hep anımsarım.

Ben kitaplar-yazarlar arasında tematik bağlar kurarak okuma yapmayı seviyorum. İki savaş arası dönemi, absürdleri, alıkonulmuşları, Büchner’i, Valery’yi, Arno Schmidt’i, Kleist’ı, Grillparzer’i, Maso’yu, Herbert’i, Bernhard’ı, Kiş’i, Frisch’i, Strindberg’i, İbsen’i, Santos’u, Havel’i, Klima’yı, Echenoz’u, Musil’i, Rothmann’ı, Orhan Duru’yu, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Cevdet Kudret’i, Albahari’yi, Douglas Woolf’u, Walser’i, Novalis’i, Marlowe’u, Salinger’ı dönüp dönüp yeniden okuyorum.