Yerel ve evrenseli buluşturan William Faulkner’ın edebiyat iklimine genel bir bakış

Faulkner’ın edebi gücü yarattığı karakterlerin dramatik biçimde tarihe, tarihin de karakterlere çivilenmesinde saklıdır. Bu durum hem olaylar dizisi hem de dilin kurgusu işin geçerlidir. Faulkner dilinin yoğun ve dramatik yapısı karakterlerinin karmaşık köklerini ortaya koyarken karakterlerin geçmişteki olaylar ve anlatıları anımsamalarına ayna tutar. Aslında bu dil, modern Amerikan toplumunun geçmiş günahları hiçe saymasının ve sadece şimdiki zamana tutunmasının derin bir eleştirisidir.

Google Haberlere Abone ol

Deniz Gündoğan İbrişim

Modern Amerikan edebiyatında toplumsal bellek temsilini geleneksel kölelik düzeninin geçmişte ve bugünde tezahür eden huzursuz hayaletlerinden bağımsız asla düşünemeyiz. Bu noktada ırkçı ideolojiyle ötekileştirilen bireylerin kati biçimde resmî tarihin içine dayatıldığı ve hapsolduğu gerçeğine vakıf oluruz. Adı Kızılderili dilinde "büyük ırmak" anlamına gelen, Amerika Birleşik Devletleri’nin en uzun nehri Missisippi boyunca yol alırken sözünü ettiğim bu gerçeğe daha yaklaşırsınız. Bu yazıya Missisippili yazar William Faulkner’ın 1897’de doğduğu, güneşin sonsuzca sıralanmış mısır tarlaları boyunca uzandığı Güney’e yaptığım yolculuk anektoduyla başlamak istiyorum. Zira Faulkner Missisippi yöresinin Kuzey-Güney savaşı anılarıyla dolu ikliminde büyümüş, yazarlık malzemesini tam da bu iklimden yoğurmuş bir yazardır. Toplumsal belleğin edebi temsilinde siyah-beyaz ikiliğini yeniden düşünerek siyah ile duygudaşlık kuran bir anlatıyı benimsemiştir.

Ayı, William Faulkner, çeviri ve önsöz: Murat Belge, 146 syf., İletişim Yayınları, 2004.

Mississippi’nin ortadan yardığı Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde bulunan Georgia, Alabama, Güney Carolina, Mississippi, Louisana gibi eyaletlere verilen genel isim Derin Güney (İngilizce: Deep South) Amerikan İç Savaşı öncesinde plantasyon ve köleliğe en çok bağlı eyaletler olarak bilinirdi. Derin Güney’de pamuk üretiminin birincil geçim ve en çok da sömürü kaynağı olduğu gerçeği Güney’i geri kalmışlık, cehalet ve koyu dindar kimlik üçgenine hapsetmiş ve Güney’in bu imgesi günümüze değin yerini korumuştur. Pamuk eyaletleri olarak da adlandırılan bu bölgedeki yerleşim yerleri gerici kültürel normlar ve koyu dindar pratikler çerçevesinde resmedilmiştir. Derin Güney olarak kabul gören retorik kabaca söylemek gerekirse geri alınamaz tarihi günahlara ve sarılamaz yaralara tam göbeğinden bağlıdır. Missisippi’nin taşkın kanlı sularıyla baş başa kalmaya mecburdur. Derin Güney boyunca araba yolculuğu yaparken gördüğüm manzaralar sözünü ettiğim resme başka bir çentik daha atmıştı. Sıra sıra geçtiğim mısır ve pamuk tarlalarının, kilise çanlarının, yıkık dökük verandalarının, sokakta çalışan insanların, siyah mirasın ve yolu mitik Rowan meşe ağaçlarına çıkan Faulkner’ın doğduğu mahallenin, Güney’in dilsizleştirilen ve ötekileştirilen roman ve öykü karakterleri hakkında epeyce ayrıntı sakladığını düşünmüştüm. Dahası, New Orleans’ta Faulkner’in 1920lerde ilk kitaplarını kaleme aldığı kiralık konağı (şimdiki adıyla William Faulkner House Books olan kitabevi) ziyaret ettiğimdeyse bu kırılgan Güney portresine ait saygısız belge, fotoğraf ve tamamlanmamış yazılar arşiviyle karşılaşıp müthiş heyecan duymuştum. William Faulkner House Books, Faulkner’ın ilk şiir kitabı Mermer Pan’a (The Marble Faun, 1924) ve Faulkner’ın ilk romanı Aşk ve Ölüm’ün (Soldier’s Pay,1926) yazılışına tanıklık etmiş ve bu kitaplara ait ilk müsveddeleri korumuştur. Faulkner’ın New Orleans’ta yaşadığı zamanlarda yazdığı ikinci romanı, bir hiciv anlatısı Sivrisinekler’in (Mosquitoes, 1927) de ilk kopyalarını burada görmek mümkün. Dahası kitabevi Faulkner’ın Amerikan modernist edebiyatın Hart Crane, Ernest Hemingway, Robert Penn Warren ve Edmund Wilson gibi yazarlarına yazdığı çeşitli mektupları da özel bir bölmede senelerce özenle muhafaza etmiştir. Bütün bu veriyle karşılaştığımda ise heyecanla şunu düşünmüştüm. Faulkner kurmacasının ve eteğindeki tarih tortusunu döken ayrıksı karakterlerinin kaynağına gelmiştim. Kulağıma Faulkner’ın karakteri Ike McCaslin’in Ayı'daki haykırışı dolmuştu:

“Anlamıyor musun? diye haykırdı. Anlamıyor musun? Bütün bu toprak, bütün Güney lanetlenmiştir ve bu topraktan türeyen bütün bizler, bu toprağın emzirdikleri, akıyla karasıyla bu lanetin altındayız? Lanetlenmeyi benim insanlarım getirdi bu toprağa, kabul ediyorum: belki bu yüzden ancak onların torunları -ona karşı direnmek değil, savaşmak değil- belki sadece katlanırlar ve dayanırlar lanet kaldırılıncaya kadar.”

Faulkner tıpkı çağdaşları Tennessee Williams ve Richard Wright gibi Güney’in yukarıda vurgulanan lanetini yeniden kurgular. Çoğu eserinde bilinç akışı tekniğinden yararlanarak çoklu anlatıcı karakterler kullanır. Değişken odak ve zamansal sıçrayış anlatı teknikleriyle okuru şaşırtan, düşsel ve duygusal anlatımın birbirine eklemlendiği metinler yaratır. Bu bağlamda Amerikan edebiyatında doğrusal ve ilerlemeci kurgu anlayışını büker. Tematik bağlamda ise yerel toprağa vurgu ve kendi aile tarihiyle yoğrulan sıra dışı bir iç bakış geliştirir. Bu iç bakışı esasen Birinci Dünya Savaşı’nda Kanada’daki Hava Kuvvetleri’nde birkaç ay geçirdikten sonra doğduğu topraklara, Amerika’nın orta batısındaki Missisippi Oxford’a dönmesiyle şekillenmeye başlar. Faulkner savaş ertesinde memleket döndüğünde yirmi bir yaşındadır ve orta Amerika’da bir savaş gazisi olarak karşılanır. Oysa Faulkner hayatında ne uçak uçurmuştur ne de savaşta “kahramanlık” işine soyunmuştur. Vaktiyle okuldan kaçmış, liseden terk genç bir delikanlı Faulkner Oxford’da bir savaş gazisi kimliği rahat bir yaşam sürer.

1919’da savaş gazilerine tanınan bir ayrıcalıktan yararlanarak Mississippi Üniversitesi’ne yazılır ve ilk şiiri, “L’Apres-Midi d’un Faune” The New Republic adlı dergide yayımlanır. Üniversite hayatını yarıda bırakmadan önce kampüs gazetesinde bazı şiirleri ve hikayeleri yayımlanır. Ancak o dönem yazarlıktan hiç para kazanamadığı için ekonomik bağımsızlığı yoktur ve geçimini ailesi karşılar. Amcası onun için hiçbir işte tutunamayan Missisippili kara koyunumuzdur bizim o der. Ancak o kara koyun özellikle de büyük büyükbabasının İç Savaş ve sonraki döneme ait anılarından geniş biçimde faydalanarak modern Amerikan yazının en büyük yazarı haline gelerek 1949’da Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olur.

Ağustos Işığı, William Faulkner, çeviri ve önsöz: Murat Belge, 450 syf., İletişim Yayınları, 2003.

FARKLI BİR GELENEK ANLATISI VE SOSYAL BİLİNÇ 

Faulkner Güney’i görece daha popülist caz anlatılarını yazan F. Scott Fitzgerald, Willa Cather gibi yazarların tersine giderek okur. Örneğin Yoknapatawpha yarı kurmaca kasabasını okura yakından tanıttığı Ağustos Işığı (Light in August, 1932) ırk ve kimlik konularını temeline aldığından Güney’in eleştirel bir yeniden yazımıdır. Kitabın başkişisi Joe Christmas görünüşte beyaz renktedir. Ancak babasının genlerinde siyahlık vardır ve bu Joe’nun kurtulamadığı belalı yazgısı haline gelir. Kendini ne siyah ne beyaz olarak tanımlar. Faulkner Joe Christmas üzerinden yirminci yüzyıldaki ırk temelli kimlik krizi ve yabancılaşmanın Amerika’ya özgü bir şeklini ortaya koyar. Dahası siyah/beyaz keyfi ikiliğini derinlemesine aktarırken Güney’in dini dünyasını ve yoz yaşam pratiklerini sertçe eleştirir. Protestan fanatizmi altında ezilen Joe’nun kendi kimliğini bulma yolculuğuna eşlik eden okur aynı zamanda toplumun marjinalleştirilen bireylerinin ezilmişlik, şiddet, suç ve utanç gibi karmaşık konulardaki hikayelerine de tanıklık eder.

Köy (The Hamlet, 1940) Ağustos Işığı’ndaki yıkıcı toplumsal eleştirinin izinden giden, Amerika’da taşralı orta sınıfın ortaya çıkışının ve yükselişinin hikayesini anlattığı bir romandır. Snopes ailesi üzerine üçlemesinin ilki olan Köy, Güney’in geleneklerine, mirasına ters düşen yeni girişimci ailenin ticaret serüvenini anlatır. Snopes ailesinin yozlaşmış hikayesine odaklanan diğer romanlar Kasaba (The Town, 1957) ve Malikane’dir (The Mansion, 1959). Bu romanlara ilişkin Malcolm Cowley, Portatif Faulkner (1946) adlı eserinin girişinde Faulkner’da farklı bir mit dünyası arayışından bahşeder. Güney mitinin izini sürerken onun bütün ayrıntılarıyla kanlı canlı bir Mississippi yaşamı yaratmak isteğinin altını çizer. Aynı zamanda Yoknapatawpha 2400 mil karelik alana dağılmış, 15,611 kişilik nüfusu sosyal, kültürel, ekonomik ve ahlaki açıdan güney yöresini keskin biçimde kavramsallaştıran bir mikrokozmos olduğunu da tartışır. Faulkner bu anlamda yerel çerçevenin hem içinde konuşlanır hem de bunun çok ötesine uzanır. Kasaba insanlarının en çıplak ve savunmasız halinden en kurnazına ve açgözlüsüne değin çağdaş insanın karmaşık resmini çizer. Bu mikrokozmosun toplumsal entelektüel bir zaman-mekân olarak açıldığının altını çizmemiz gerekir. Zira Yoknapatawpha Amerika’nın ırk, etnisite, yabancılık, aidiyet meselelerinin incelikli biçimde masaya yatırıldığı bir alanın evrensel olarak katman katman açılışının da simgesidir. Faulkner Güney’in tarihini Kızılderililer, Afrikalı-Amerikalılar ve Avrupalı-Amerikalılar’ın kesişen, yok sayılan hikayeleri üzerinden okuyarak evrensel birçok bağıntıyı görünür kılar. Başka deyişle, bölgedeki ahlaki kısırlığın toplumsal ve kültürel karışıklık ve heterojenliği nasıl tektipleştirildiğine yakından dokunur. Bu anlamda Faulkner’ın Yoknapatawpha kasabası yerelin çok ötesine geçer.

Köy, William Faulkner, çeviren: Deniz Ilgaz, 384 syf., YKY, 2009.

Faulkner’ın Köy’de resmettiği mikro dünyayı esasen Kutsal Sığınak (Sanctuary, 1931) adlı romanında görürüz ilkin. İktidar, zorbalık ve rüşvetin kol gezdiği adaletsiz bir dünyada cinayet, esaret, istismar ve tecavüz gibi ağır konulara ve travmalara değinir Faulkner. Kutsal Sığınak’ta olaylar içki yasağının yürürlükle olduğu dönemde, yine Amerika’nın güneyinde geçer. Kolej öğrencisi Temple Drake erkek arkadaşı Gowan’la birlikte arabayla beyzbol maçı seyretmeye giderlerken yola devrilmiş bir ağaca çarparlar. Şehre uzak oldukları için kaza yaptıkları yerin yakınındaki bir eve giderler. Bu tekinsiz yer kaçak bir içki imalathanesidir. Orada bulunan serseri Popeye Temple’a tecavüz eder ve Red’i öldürür. Güney insanının yoksuluk, cahillik, suç kıskacında sosyal ahlakını sorgulatan Faulkner, çürümüşlüğü cinayet, tecavüz, ırklar arası şiddet aracılığıyla radikalleştirken aslında şiddeti meşrulaştırmaktan ziyade kritik bir tarihsel çıkmaza gönderme yapar. Onun romanlarında şiddet çok görünürdür çünkü Güney’in eski yoz düzeninin yıkılışının da habercisidir bu şiddet bir bakıma.

Faulkner’ın en iyi romanları arasında yazarın dördüncü eseri Ses ve Öfke (The Sound and the Fury, 1929) ve Döşeğimde Ölürken’i (As I Lay Dying, 1930) sayabiliriz. Ses ve Öfke, kendi kendini yetiştirmiş plantasyon sahibi bir adamın yükselişini ve ırkçı önyargılar nedeniyle trajik düşüşünü anlatan Quentin Campson destanının da başlangıcıdır. Dört bölüme ayrılan ve her bölümü farklı anlatıcılar tarafından aktarılan Ses ve Öfke’den Abşalom! Abşalom! (Absalom, Absalom!, 1936) geçtiğimizde ise Faulkner’ın yazarlık izleklerinin tümünün neredeyse bu metinde toplandığını görürüz. Kölelik düzeninin zehri, utanç, cinayet, intihar, kardeş katili, beyazlarla zencilerin melezleşmesi, fakirleşen beyazlar ve elbette toplumsal çürüme Quentin Campson’ın bilinciyle okura aktarılırken dramatik ve gotik diyebileceğimiz bir sonla karşı karşıya kalırız.

Faulkner’ın edebi gücü yarattığı karakterlerin dramatik biçimde tarihe, tarihin de karakterlere çivilenmesinde saklıdır. Bu durum hem olaylar dizisi hem de dilin kurgusu işin geçerlidir. Faulkner dilinin yoğun ve dramatik yapısı karakterlerinin karmaşık köklerini ortaya koyarken karakterlerin geçmişteki olaylar ve anlatıları anımsamalarına ayna tutar. Aslında bu dil, modern Amerikan toplumunun geçmiş günahları hiçe saymasının ve sadece şimdiki zamana tutunmasının derin bir eleştirisidir. Dil aynı zamanda göçebedir Faulkner’da. Yazarın karakterleri daima hareket halindedir. Kimi yazgısından kaçan Joe Christmas gibi sürekli yola vurur kendini, kimi köyden kasabaya gider. Ancak karakterlerin hepsi kendi savunmasız ve ayrıksı kaderlerini elinde tutan birer hikaye anlatıcısıdır ve geçmiş, bugün, gelecek arasında doğrusal olmayan söylemler ve pratikler yaratarak Güney’in sözde gerçeğini sorgularlar. Bu anlamda Faulkner’daki gerçek her zaman imalıdır, performatiftir ve tek bir kalıba sığmaz. Okur ise gerçeği iki eliyle sımsıkı tutmaktansa ancak hissedebilir onu. Tıpkı Ses ve Öfke’nin Benjy’sinin ağzından çıkmaya çabalayan sözcükleri gibidir gerçek Faulkner’da. Statükoya karşı farklı bir bilince tutunmuş, Missisippi’nin uzun kolları gibi firari ve yeniden kurgulanmaya açıktır.