Bir Nazi'nin günlüğü: Hitler kıskaçtan kurtaracak!
Vatanını “savunmak” üzere, Sovyetler’e gönderilen bir asker olan Gunter K. Koschorrek, görev yaptığı farklı noktalarda edindiği tüm şahsi tecrübelerini "Kan Kırmızı Karlar" adıyla kitaplaştırdı. Kitapta; Stalingrad’da yaşananlar, korku, kaçışlar, idamlar ve muharebe alanlarına dair pek çok detay roman akıcılığında anlatılıyor.
II. Dünya Savaşı’na, Nazilere dair çok şey okuduk, izledik; müzeler gezdik, mezarlıkları ziyaret ettik. Karşılaştığımız şeylerin birçoğu acı yüklü, beterin beteri hikâyelerle yüz yüze getirdi bizi. Bu hisle mücadele edebilmek için kurmaca evrenlerde Hitler’i öldürdük, çizgi romanlarda Nazilerin arasına süper kahramanları gönderdik, içimiz yine de rahat etmedi.
Nazi Almanyası'na dair yaptığımız okumalara, içeriden bakan bir kitap eklendi geçtiğimiz haftalarda. Kronik Kitap etiketiyle, Barbaros Uzunköprü’nün çevirisiyle karşımıza çıkan Kan Kırmızı Karlar, Nazilerin, Stalingrad işgalinde yaşananları, cephedeki bir askerin, Gunter K. Koschorrek’in günlüklerini okumamıza fırsat verdi. Biz de böylelikle “tövbe etmenin” cephe gerisindeki hâline adım adım şahitlik etmiş olduk.
'HEİL HİTLER'
Hitler liderliğinde örgütlenen bir grup partili, sanatçıların, bilim insanlarının ve vicdan sahiplerinin uyarılarına kulak asılmaması sonucunda gücünü giderek arttırdı. Buna, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı enflasyon da eklenince, Alman halkı Hitler’i bir kurtarıcı olarak görmeye başladı. Hitler, başarısız bir darbe girişiminden sonra iktidara geldiğindeyse, nefretin ve korkunun egemenliği kısa sürede bütün toplumu etkisi altına aldı.
İşte bu insanlardan biri de Gunter K. Koschorrek’ti. Vatanını “savunmak” üzere, kahramanlık hayalleriyle dolu şekilde, Sovyetler’e gönderilen bir askerdi. Almanya’daki radyolar, Stalingrad’da “kale gibi” bir Nazi ordusunun varlığından söz ediyordu. 'Dinsiz' komünistleri de ekarte ettiklerinde, bütün dünya ayaklarının altına serilecekti. Zaten bu hayale de çok az bir vakit vardı. Koschorrek de diğer askerler gibi zaferden pay almak için yola koyulmuştu.
'ADIN BATSIN STALİNGRAD'
Kahramanlık marşlarıyla başlattıkları yürüyüş, Sovyet sınırından girip de konuşlanılan bölgeye vardıklarında, dahası Sovyet güçleriyle karşılaştıklarında büyük bir çöküntü yarattı askerlerde. Çünkü ortada ne “kale” vardı ne de “kahraman” asker birlikleri.
“Kulağımıza ulaşan haberler ve ‘Askerler dayanın! Führer sizi bu kıskaçtan kurtaracak!’ şeklinde sloganlar moralimizi sadece kısa bir süreliğine arttırdı. Etrafta esen heyecan rüzgârı, bombanın infilak etmesiyle eriyiveren karlar misali eriyip gitti… Ah Tanrım Businovka’daki sığınak bölgesinde nasıl da kazanma hırsı ve isteğiyle doluyduk. Cephede mücadele etmeyi nasıl da dört gözle bekliyorduk! Ancak üç haftanın sonunda artık kimse kahramanlıktan ya da tutkudan bahsetmez olmuştu. Aksine, herkes bu ölüm tuzağından bir an önce sağ salim kurtulmanın hesaplarını yapıyordu.”
Yine de savaşmaktan geri durmayan Nazi askerleri, Stalingrad sınırlarını taciz etmeyi sürdürdüler. Sovyet askerlerini öldürüyor, tankları, uçakları patlatıyorlardı ama kaçınılmaz sona yavaş yavaş yaklaştıklarının da farkındaydılar. Bir kere Sovyet toprakları oldukça genişti. Yaklaşık 1 milyon askerle işgal bölgesinde ilerlemeye çalışan Naziler, yine de kontrolü ele geçiremiyorlardı. İkinci olaraksa kış başlamıştı. Soğuk, et yakıyordu. Hitler’in sloganları artık yeterli enerjiye sebep olmuyordu.
Bir de bu nedenlere açlık eklenmiş durumdaydı. Doğru düzgün beslenemeyen Nazi askerleri, bunu başlarda savaş koşullarına yoruyorlardı ama belli bölgelerde denk geldikleri yiyecek ambarları aksini iddia ediyordu. Rütbeli subaylar gayet iyi beslenirken, savaşın en tehlikeli hatlarına gönderilen askerlereyse sadece “vatan, millet ve Führer sevgisi” veriliyordu.
“Amma velakin iyimserliğimiz, hüsnükuruntu üzerine kuruluydu ve zamanı geldiğinde mermer zemine düşen sırça vazo gibi bin parçaya ayrılacaktı. Zira en düşük dereceli asker bile, düşmanın gücünü her geçen gün arttırırken yetersiz cephanemizle bizim gün be gün zayıfladığımızın farkındaydı.”
'ÖLMENİN PEK ÇOK ÇEŞİDİ VAR'
Bu koşullar altında işgale devam eden Naziler, depresyonla çıldırma arası bir yerde mekik dokuyorlardı. Kendini tankların önüne atanlardan tutalım, ölü askerlere bile ateş edenlere; cephesinden kaçanlardan tutalım, köylerde katliamlara, tecavüzlere yeltenenlere kadar neler neler… Yine de bu ölüm ordusu, Sovyetlere ciddi anlamda zarar vermekteydi. Stalingrad, savaşın belirleyici noktasıydı ve halk topyekûn şekilde mücadele ediyordu.
Zorlu koşullara dayanamayan, ölümden korkan Nazi askerlerinin belli bir çoğunluğu eve dönmenin yollarını aramaya başlamışlardı bile. Askerî mahkemede yargılanmamak için de çeşitli yöntemler geliştirmişlerdi. Bunlardan ilk akla geleni, kollarına, bacaklarına ateş edip kendilerini yaralamak üzerine kuruluydu. Tabii revirde açığa çıkmamak, barut izinden kurtulmak için namlunun ucuna bolca ekmek sıkıştırıyorlardı. Bazısı da ayaklarının donmasına izin veriyordu ki bileklerinden kesildikten sonra bir madalyayla geri gönderilebilsin. Bu gibi askerler, niyetleri fark edildiğinde, tahmin edilebileceği üzere öldürülüyorlardı.
Gerçekten ciddi yaralanmalar yaşayanları, belli bir süre zarfında evlerine gönderiyorlardı tabii. Askerler arasında bu kurşuna Heimatschuss (eve gönderen kurşun) deniyordu. Kitabın yazarı Koschorrek de bir çatışma anında dizinden yaralanınca, Almanya’ya geri gönderildi. Ne var ki köyünde kimse onu kırmızı halılarla karşılamadı. Aksi gibi cepheyi merak edenlere durumu anlatınca, Koschorrek’in sözlerine pek inanmadılar çünkü resmi radyoda yayımlanan ordu raporlarında “kale gibi bir ordu” ve “kahraman” askerler vardı.
SONUN BAŞLANGICI
“Hayatımda hiç bu kadar dehşete kapılacağım aklıma gelmezdi. Hiçbir şey yapamıyorduk –hiçbir şey. Tek çare dışarı çıkıp koşmaktı. Ama nereye? Tek avantajımız ölümün burada daha hızlı olmasıydı. Tanrı aşkına, ordu ajans bültenlerinde sürekli ‘görkemli ve muzaffer Alman ilerleyişinden’ dem vuruluyordu ancak burada, Stalingrad’da bunlardan eser yoktu. Gördüğüm tek şey, yıkıntıların arasında fareler gibi saklandığımız ve canımızı kurtarmak için çarpıştığımızdı. Ancak Rusların üstünlüğü karşısında ne yapabilirdik ki?”
Koschorrek iyileşince, İtalya üstünden yeniden Stalingrad önlerine, savaşın en çetin cephelerine gönderilir fakat sonuç değişmez. Naziler büyük bir yıkıma doğru sürüklendiklerini kabul etmeye ve geri çekilmeye başlamışlardır. Sadece Sovyet cephesinde de değil, Fransa’da, Kuzey Afrika’da, Yunanistan’da, Çekoslavakya’da da İngiliz, Amerikan ve Fransız kuvvetleri öncülüğündeki koalisyon, Nazileri, geri püskürtmeyi başarıyorlardı. (Nazilerin yükselişini ve çöküşünü, haritalar üzerinden anlatan videoyu izlemek için tıklayınız.)
Çok geçmeden Berlin de bombardımana tutulmaya başlayınca herkesi şaşırtan o olay gerçekleşti. “Adolf Hitler ve Eva Braun’un intihar ettiği haberini aldık. Mağrur liderin sorumluluklarından böylesine ödlekçe kurtulmaya karar vermesi hepimizi şoka uğratmıştı. Ancak meseleyi birkaç saat içinde geride bıraktık çünkü hepimizin kendi dertleri vardı.”
Ve bu dert her şeyden önemliydi. Savaş kaybedilmişti ve onca yıkımın, katliamın sorumluluğunu birilerinin üstlenmesi gerekiyordu. “Eğer hapse gireceksek de umarım Sovyetlerin aksine, esirlere Cenova Sözleşmesi’nin hükümleri uyarınca muamele eden Amerikalıların hapsine gireriz.” Umdukları gibi de oldu çünkü Sovyetlerin eline geçmiş olsalardı Sibirya’ya sürüleceklerini ve öldürüleceklerini çok iyi biliyorlardı.
Kan Kırmızı Karlar’da savaşın vahşetini içten bir gözle, çıplak şekilde görüyor olsak da Koschorrek’in, niye orada olduklarına, işgale ve gerçekleştirdikleri katliamlara dair pek bir şey yazmadığını görüyoruz. Hâl böyle olunca “Savaş kötüdür,” deyip işin içinden çıkmak ve suçu “mağrur” lidere ve rütbeli subayların keyfi tutumlarına yüklemek samimi gelmiyor. Ne de olsa silahı icat eden değil, tetiği çeken sorumludur.
Tüm bu süreçten sonra Hitler gibi bir delinin bir daha gelmeyeceği, gelse bile bu denli taraftar bulmayacağına inanılır. Aksi gibi, özellikle sığınmacıların/ göçmenlerin ve enflasyonun bunca arttığı günümüz toplumunda, dünyadaki sağ partilerin/ liderlerin çokça alkışlandığını görüyoruz. Hadi bırakalım makro düşünmeyi; tıpkı 2008 yılında, Dennis Gansel’in yönettiği Die Welle filminde olduğu gibi, faşizmin hemen her alanda, kendi fanatizmini yaratabileceğini ve fanatizmin toplumu nereye sürükleyeceğini anlamak zor değil.
Tek ihtiyacımız biraz sağduyu, vicdan ve becerebildiğimiz kadar da sevgi.
Hepsi bu.