Kaos çağının sesi: Taş Uğultusu
Şair Önder Çolakoğlu, ilk kitabı “Çapak”tan sonra okurla buluşan şiirlerinde zamanın, çağın, yüzyılın yarattığı “Taş Uğultusu”na karşı kalbinin sesini, vicdanının tepkisini duyuruyor.
İki binli yıllara girerken ve sonraki on yıl boyunca şiirin, modern Türkçe şiirin nereye nasıl gideceği, hangi yönde yol alacağı bir hayli belirsiz görünüyordu. Kuşku ve merakı kışkırtan çok alamet vardı. Bin yılın ilk on yılında, belirsizlik ortamının yarattığı boşluktan istifade ederek şiirin dışında kalan, başta siyasi iktidar olmak üzere değişik merkezlerden şiir üzerinde hegemonya oluşturmak amacıyla doğrudan ya da dolaylı müdahaleler gerçekleşti. Siyasi iktidarın “muhafazakâr milliyetçi” kültür yaratma çabası sanat ve edebiyatı olduğu gibi şiir alanını da kuşattı. Aslında şiir ortamının aynasını daha da bulanıklaştıran ve mevcut yapısal sorunların yarattığı krizi derinleştiren girişimlerdi bunlar. Öte yandan, bu süreçte modern Türkçe şiirde, siyasi iktidarın oltasına takılmayan yenilikçi, avangard eğilimler, yönelimler, girişimler ve çıkışlar da oldu.
Bir belirsizlik söz konusuydu; ancak belirsizlik şiirde yeni bir sesin, yeni bir nefesin kendini duyurmasını engellemedi.
Doksanlı yılların ikinci yarısında başlamakla birlikte, esas olarak çıkışını milenyumun ilk on yılında gerçekleştiren, etkisini, ağırlığını bu dönemde daha da açığa çıkaran şiir, şair kadınlardan ve Türkçe yazan Kürt şairlerden geldi. Bir yandan eril şiiri gerileten dişil, bir yandan “jeoetnik” ses hızla yükselmeye başladı. Lirik şiire kayda değer itirazın, antilirik şiir arayışlarının da bu dönemde kendini gösterdiğini kaydedelim.
Geriye dönüp baktığımızda iki binli yılların, özellikle ilk on yılındaki arayışta zamana tutunmuş şiirlerin, yapıtların önemli bir bölümünde şair kadınların imzasının bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bu döneme ilişkin daha çok şey dile getirilebilir, ama galiba özetin de özeti; toplumun hangi kesiminde hayatla, dünyayla gerçek ve samimi bir hesaplaşma varsa şiir de, şiir dili de orda ses ve nefes buluyor.
İki binli yıllar geçilirken şiire endüstriyel bir dil gömleği giydirilmesi çabaları da dikkat çekti. Şimdilik sonuçsuz kaldığını söyleyebileceğimiz bir tür sentetik şiir açılımına girişildiğine, arayışın, deneyimin bu tarafı da yokladığına tanık olduk. Şimdiye kadarki verimlere bakarak, dijital olanla sentetik olanın birbirini tamamlamak üzere bir araya getirilmesini şiirin bünyesinin şimdilik kaldırmadığını söyleyebiliriz. Şiir yazan herkesin şair olmaması gibi şiir adıyla oluşturulan her metin de şiir olmuyor…
GEZİ DİRENİŞİ VE ŞİİR
Ancak iki binli yılların ikinci on yılında şiirin yönünü tayin eden büyük kırılma Gezi Direnişi’yle yaşandı. Şiirin Gezi Dirinişi’nin etkisiyle bir savrulmanın, sürüklenmenin eşiğinden dönmüş olması önemlidir. Öte yandan toplumsal bir büyük direniş olarak tarihselleşen Gezi Direnişi’nin ve o dönemde ortaya çıkan toplumsal başkaldırı ruhunun, sloganlardan çok şiirle beslendiğini belirtmek gerekir.
Modern zamanlarda bir ilkti bu. Daha önce olmayan, denenmemiş bir durumdu. Hani neredeyse tüm enerjisini şiirden alan bir direniş ruhu vardı Gezi sürecinde ortaya çıkan. Örneğin merdivenlerin rengârenk boyanmasındaki yaratıcılık kadar etkileyici oldu, değişik şairlerin şiirlerinden dizelerin, betiklerin duvarlara, taşlara, sokaklara yazılması. Sürecin ruhunun şiirselliğini göstermesi bakımından daha nice örnek sayılabilir.
Gezi ruhunun şiirle beslenmesi unutulmaz bir ders oldu aslında. Şiir Gezi’ye ses, başkaldırıya ruh olurken Gezi de daha sonraki süreçte modern Türkçe şiire nefesini verdi diyebiliriz.
Yakın dönemi kapsayan geçmişle ilgili bu kısa anımsatmayı, yirmi yılını geride bıraktığımız milenyum çağında, şiirin gelecekte ışığını önüne düşürmeyi sürdüreceği muhtemel ve önemli deneyimlere, kazanımlara dikkat çekmek amacıyla yaptık.
Okuduğumuz her şiir geleceğe atıfta bulunduğu gibi geçmişten de alıntılar içerir. Biliyoruz ki şiirin deneyim ve birikiminden öğrenilecek çok şey bulunuyor.
Sözü artık, geçmişle gelecek arasında, yolların çatallandığı bugün kavşağında buluştuğumuz yeni bir kitaba getirebiliriz. Yani, Önder Çolakoğlu’nun (1972) Kasım 2019’da Hayal yayınlarından “Taş Uğultusu” adıyla çıkan ikinci şiir kitabına…
Çolakoğlu adına şiir okurlarının yabancı olmadıklarını, olmamaları gerektiğini söyleyelim. Önder Çolakoğlu, günümüzün içerik ve okur yelpazesi geniş birçok edebiyat, şiir dergisinde yapıtlarıyla yer alan bir isim.
Varlık, Şehir, Şiiri Özlüyorum, Üvercinka, Kasabadan Esinti, Berfin Bahar, Yaşam Sanat, Caz Kedisi, Bireylikler, Eliz Edebiyat, Patika Çolakoğlu’nun şiirlerini okurla buluşturduğu dergilerden bazıları..
Dergilerin şairler için önemli bir mecra oldukları yinelenen bir gerçeklik. Çünkü sanat, edebiyat, şiir dergileri başka birçok işlevinin yanı sıra şairin, ilk kez okurla buluşma deneyimini yaşamasını da sağlar. Hâlâ böyle bir işlevi var dergilerin. Tabii hangi dergi, nasıl dergi oldukları önemli. Çünkü dergi adını taşıyan, ama biçiminden başka dergi niteliği olmayanlarına da rastlanıyor kitapçıların dergilik raflarında.
Bu arada, ilk ürünlerini yayımladıkları dergilerin genellikle genç şairlerin, gelecekteki şair kimliklerini, çizgilerini etkilediğini de belirtelim.
“Taş Uğultusu”, girişinde Yannis Ritsos, Ahmet Erhan ve Hüseyin Köse’den alıntıların yer aldığı üç bölümden oluşuyor. Ritsos’tan “Göklere inanırdım eskiden, ama sen denizlerin derinliğini gösterdin bana” dizesinin alıntılandığı ilk bölümde on beş şiir yere yer veriliyor. Okuyacağımız dizeler bu bölümdeki “Çok Su Aldı Hayat” başlıklı şiirden:
Çok su aldı hayat
İmkânsızın anlamını arayış
Her baktığında çiçeklenir gibi insan
Gecikmeli direniş
Hoş geldini yok dönüşün
Ağzının kenarında sürüklendiğimiz
Kıyı
Başka başka acıların öznesi
Çoğalttığın renkler
Üşüdün başka başka aşklarda
Yapraksız
Çok su aldı gözlerin
Önder Çolakoğlu, ilk kitabı “Çapak”tan sonra okurla buluşan şiirlerinde zamanın, çağın, yüzyılın yarattığı “Taş Uğultusu”na karşı kalbinin sesini, vicdanının tepkisini duyuruyor. Bunu amaçlamış. Alıntımız kitabın ilk bölümünde yer alan bir başka şiirden, “Çiçekler İnanmıyor Güneşe” başlıklı şiirden:
Yorgun bir dağ sevinci
Bekliyor, yarına not düşecek
Umudu yarım
Tekrarsız gün batımları
Çolakoğlu’nun kitabına verdiği ismi, aynı zamanda bu çağın adı olarak da okumak, yorumlamak olası. Değil mi ki bu yüzyılın taşlaşmış bir dünya, taşlaşmış bir hayat ve taşlaşmış bir insanlıkla karşı karşıya kaldığımızı gösteren emaresi çok. Çolakoğlu şiirlerinde bir yandan da yarına not düşüyor. “Aldanış” başlıklı şiirden bir bölüm okuyalım:
Saatleri kurmak kimin fikri
Yarınsız bir gelecek
Bize ait değil hayaller
Kelebeğin boynunu ilk kim öpecek
Aldanmak kimin fikri
DÜNYANIN, HAYATIN SESİ
Dünyanın, hayatın bir sesi olmalı. Öyleyse nasıl bir sestir bu. Çolakoğlu bizim yerimize de kulak kesildiği bu sesi tanımlıyor. Dünyanın, hayatın diyalogdan çok bir uğultu olan sesini duyuyor, kaydediyor ve bugünden, geleceğin nasıl bir geçmişi olduğunu betimliyor.
Kitabın ikinci bölümü Ahmet Erhan’dan alıntıyla başlıyor: “Adını çoktan unuttum yüzün aklımda / Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum / Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur / Bunun için ben Gül dedim sana... / Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa / Kökleri toprağı saramaz olur / Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan”
Bugünkü haliyle ortak iletişim dilinin yapısı, olağan akışın dışına çıkmadan ne sevince, ne yas, ne de acıya sahihliğini yitirmeden ve olduğu gibi temsil olanağı tanımıyor. Konformizmi dilde de yenmek gerekiyor. Sözün samimiyetini yitirmeden aktarılması için verili dil ve yerleşik kalıplar, başa çıkılması gereken önemli bir engel oluşturuyor. Yalınlık da, gerçeklik de, samimiyet de dilin normalinin, olağanın akşının, düzeninin dışına çıkmak suretiyle sunulabiliyor ancak. Belki de su nedenle şiir, en çok tercih edilen dilsel paylaşım alanı oluyor. Dil, iktidarın kendisini dayattığı bir araç, ama şiirin de özgür ifade imkanı sunan ve kuşatmaya karşı çıkan direniş gücü var.
“Ölüm Çiçekli Bir Başkaldırıdır Çünkü” başlıklı şiir, “Taş Uğultusu”nun ikinci bölümündeki ilk şiir. Paylaşacağımız betikleri bu şiirden aldık:
Yaşamın kararsızlığında
Bazen sende yankılanır izler
Sokaklarda yarılanır bazen
Vurur arka sırtlarına kent hüznü
Kimi sana yaslanır acılar
Kimi kirpiklerinde sızılanır
Çağırdığında harlandığım
Bir çağ baskınında düşlerim seni
Bir başına yalamaz bıçak kınını
Siciline konan akbabadır çünkü
Boşuna kanamaz avlu
ÇOLAKOĞLU'NUN ŞİİRİNİN İMKANLARI
Yorumla arasında her şeye karşın bir açıklık bırakıyorsa ve tüm çabalara karşın hâlâ doldurulamamış bir boşluk söz konusuysa bu, metin olarak şiirin değerini arttırır. Çolakoğlu’nun şiirleri ve şiir dilinin buna imkân verdiğini kaydedelim. Önder Çolakoğlu, ilk kitabı “Çapak”ın yayımlanması üzerine kendisiyle söyleşi yapan Hakan Unutmaz’ın sorularını yanıtlarken bir yerde şunları söylüyor:
“Duyumsadığım tüm huzursuzluklara reaksiyon vermek ve bunu ortaya koymak istiyorum. Yaşam içerisindeki tavrım bu benim.” Çolakoğlu, ikinci kitabında yer alan şiirlerde bu düşüncesini uygulamaya geçiriyor diyebiliriz. Çabasının bu yönde olduğunu, bir tepki şiiri yazdığını görüyoruz.
“Taş Uğultusu”nun son bölümünün girişinde yer alan “Hüseyin Köse” imzalı alıntı şöyle: “Söze dönüşmüş yalnızlığın külüdür dünya. Çünkü hayat, yetinmeyi bilen ama kendine yetmeyenler için koyu azaptır, en çok da belirsiz hakikatlerin hayatını yaşayan şairler için...”
Önder Çolakoğlu, kitabında yer verdiği alıntı metinleri, şiirlerine mihman ediyor. Aynı zamanda bu metinleri yeniden yorumluyor, yeniden anlamlandırıyor… Alıntılanan metinler başka bir bağlamda yeniden üretilirken yeni karşılıklar, anlamlar oluşturacak arayışlara ışık tutuyor.
“Taş Uğultusu” için çağın iletişimsizlik gerçekliğine tepki, belki daha doğrusu, itiraz kitabı diyebiliriz. Şiirler bize Çolakoğlu’nun meselesinin bu kitap ölçeğinde iletişimle ya da iletişimsizlikle ilgili olduğunu söylüyor.
İletişim çağımızın temel sorunlarından. Çağına duyarlı bir şair olarak Çolakoğlu’nun bunu dert edinmesi hiç şaşırtıcı değil.
Çok küçük, çok sırdan bir sorunla ilgili ya da herhangi bir konuda ihtiyaç duyulan iletişim, tüm araçlar seferber edildiğinde bile yetersiz kalıyor. Kapsama alanı birden daralıyor. Bugün iletişim konusunda büyük bir tatminsizlik olduğu açık. Oysa iletişimi sağlaması için ne çok araç ne çok kanal var. Yoksa iletişim araçlarının sayısı arttıkça iletişimle birlikte insanlık kat sayısı da mı düşüyor?..
Sesini duyuramamanın ya da gereksindiğinde sesini duyan birilerinin yokluğu büyük moral yıkıntısına, telafisi uzun sürecek yenilgilere yol açması kaçınılmaz… Ne yazık ki dünyanın tenhalığıyla, hayatın ıssızlığıyla daha çok ve daha sık karşı karşıya geldiğimiz bir çağdayız. Çolakoğlu’nun “Çoğul Bir Yalnızlıkta Tadıyorum Yenilgiyi” başlıklı şiirin son dizelerinde dile gelen duyarlılıkla söylendiği gibi:
Çoğul bir yalnızlıkta tadıyorum yenilgiyi
mahcup bir tayın gözlerine bakarken
Umalım sık sık kimseye ulaşamamaktan kaynaklanan yenilgilerin kaçınılmaz olduğu bu “sağır çağ” geçici olsun. Önder Çolakoğlu, şiirlerinde iletişimsizliği sorun ediniyor ama saplantılı bir karamsarlık içinde de değil, aksine okura umudun ışığını da gösteriyor.
Sabırla beklerim ateşböceklerini
Badem çiçeklerini
Eve giden yolda düşürdüm sözcükleri...
Sabırla beklerim
Annem için döneceğim
“Kaos çağının” sesini de betimleyen Çolakoğlu’nun şiirlerinde duyulan, zaman aşırı diyebileceğimiz, başka bir ses daha var. Çocukken deniz kenarında yaptığınızı düşünün… Boş bir deniz salyangozu bağını kulağınıza dayayıp açık denizlerin uğultusunu, derinliklerin sesini, imgesini dinlediğiniz gibi… Çolakoğlu işte o sesi de getiriyor kulağınıza… Belki de ruhunuza demek gerekir. İmgeleminizi kışkırtan o sesin geri çağırdığı yalnızca geçmiş olmuyor elbette…
Bu “sağır zamanın” yaşamı saran uğultusundan uzaklaşmak kime iyi gelmez ki?
Geçen yılın kitabı deyip atlamayın deriz, “Taş Uğultusu”nu okuyunuz…