Mehmet Mahsum Oral: Yürümek barbarın şifasıdır
Mehmet Mahsum Oral'ın son kitabı Barbarlarla Beklerken, Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Oral'la, edebiyat yolculuğunu, 'barbar'ları ve dil meselesini konuştuk.
DUVAR- Şair-yazar Mehmet Mahsum Oral'ın kaleme aldığı, Barbarlarla Beklerken Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Oral, "Barbarların bir şehirle değil bir dünyayla olan hesaplaşmaları, bu dünyayı bir sürgün yeri olarak kodlamalarından kaynaklanmaktadır. Anne ve babalarının cennette yememeleri gerektiği halde yedikleri o meyve, çocuklarının ağzının tadını bozmuş bu sürgünlükte. Yemediği halde midesini bulandıran şeyi kusamayan bünyenin çıkardığı taşkınlığı dünyaya dağıtmak istedim. Daha doğrusu denemek istedim" dedi.
Kavafis'ten başlayıp Barbarlarla Beklerken'le devam eden barbarların hikayesini Mehmet Mahsum Oral'la konuştuk.
Kavafis’ten, Coetzee’ye, oradan buraya devrilip gelen Barbar… Sözü buradan başlatmak yerinde olacak. Kimdir barbar?
Barbarlık tanıklıkla başlar, konforu olmayan bir tanıklıktır bu. Tanık olduktan sonra eski haline geri dönemezsin, sen barbarlığa baktıkça o senin yeni halinin eskizini yapmıştır. Kavafis’te, barbarları bekleyen halkın durup beklemek ve daha sonra evine dönmek gibi bir konforu vardır. Yazdığım metindeki kimseler evden birer barbar olarak dışarıya çıkmaktadırlar. Çünkü onlar artık “bekleyenler” değil, “karşılaşılanlar” olmuşlardır. Kavafis’te barbarların yollarını gözetleyen haberciler vardır sınır boylarında. Yeni barbarların bir haberciye, her şeyi kalanlara anlatacak bir sanatçıya ihtiyaçları olmadı. Yaptıkları her şeyin filmini de yine onlar çektiler. Hep bir bekleyen, hep bir beklenen olarak bir anlatıda yer almanın bir sonu olmalıydı. Edip Cansever’in şiirinde “gelmiş bulundum” sözü geçer, sanırım ben de barbarları gelmiş buldum. Çünkü bekleyen, ötekisini getirecek kadar çok çağırdı onu…
'BİR BAKIMA AĞZININ İÇİNDEKİ YARADIR...'
Şiire yaklaşan, şiirin yakıcılığını sırtına alan ve ağırlığını taşıyan bir anlatı Barbarlarla Beklerken… Dilinizi nasıl kurdunuz?
Dili kurmak için onu kurutmak da gerekir, o bir bakıma ağzının içindeki yaradır. Vücuttaki diğer yaraları bir bezle sarabilir, üzerlerine merhem sürebilir, onları kurumaya bırakabilirsiniz. Ağız yaraları için genellikle tuzlu suyla gargara yapmak önerilir. Ben duymak zorunda kaldıklarımın tuzuyla, kulaklarımdan daha çok ağzımın içini doldurdum. Bilirsiniz, bu tedavide ağzınızda çalkaladığınız şeyi içmezsiniz, tükürürsünüz. Bu görünürde belli bir surata isabet etmez ama kendinden bir surat yaratır.
İroni ve kinaye başat gidiyor. Metnin ana düzlemini bu iki unsur üzerine kurmanızın sebebi nedir?
Benim ironim sabahları işe gittiğimde başlıyor. Belediye binasının önünden her geçmek durumunda kaldığımda belediye binasının ön cephesinin kayyum tarafından yüksek bir duvarla örüldüğünü, belediye başkanının göreve gelmesiyle o duvarın yıkıldığını ve yerine daha alçak duvar örüldüğünü, gelen kayyumun bir önceki kayyumdan farklı olarak o alçak duvarın üstüne tel örgüler çektiğini görüyorum. Bu benim için bir trajedi olmaktan çıkmıştır. Franz Kafka’nın Şato kurgusuna benzer bir duvarla karşılıyorum. Kafka, şatoya ulaşmak istiyordu, ben ise yapım ve bozum aşamasında şatonun inşaatında çalıştırılıyorum. Böylece o duvarda sıvasını aklında tutamayacak kadar dalgın bir tuğla oluveriyorum. Metindeki ironi bu dalgınlığın bir parçası. İroniyi ben yapmıyorum kendileri yapıyor. Çünkü yaptıkları her “önemli” şeyi ağır çekimde izliyorlar, bende ise o esnada hızlandırılmış bir çekim akıyor.
Coğrafya kaderdir, kabul… Coğrafyanın sınırsızlığının hayalinin kurulduğu çağda, Barbar’ın belli bir şehri yok. Bu tercih metni, olduğu yerden dünyaya taşıyor. Siz ne dersiniz?
Barbarların bir şehirle değil bir dünyayla olan hesaplaşmaları, bu dünyayı bir sürgün yeri olarak kodlamalarından kaynaklanmaktadır. Anne ve babalarının cennette yememeleri gerektiği halde yedikleri o meyve, çocuklarının ağzının tadını bozmuş bu sürgünlükte. Yemediği halde midesini bulandıran şeyi kusamayan bünyenin çıkardığı taşkınlığı dünyaya dağıtmak istedim. Daha doğrusu denemek istedim.
'BARBAR VARDIĞI YERİ DE YAKIYOR'
Kentler, sokaklar ve yürümek… Büyüyen anlatı kentte, dehlizlere sızan anlatı sokaklarda yürüyor. Olduğu mekânla müsemma bir kurgu anlayışı var Barbarlarla Beklerken’de ve biz her seferinde karanlıkla karşılaşıyoruz. Barbar’ın ‘karanlık’la imtihanı mıdır derdiniz? Yürümek bu derdin şifası mı?
Aynalar olmasaydı, belki evlerimizde mağara resimleri çizmeye devam edecektik. Bu metinde barbarın kendisiyle karşılaşma durumları var. Haliyle bu bir imtihan. Kendisini doğada gördüğü bir şeylere benzetme kolaylığının artık kalmadığı bir durumda, bir soru olarak duran kendini cevaplamanın zorunluluğuyla yüzleşmeye başladığı bir imtihan. Yürümek barbarın şifasıdır, çok yürüdüğünde yağ ve şekerle birlikte vardığı yeri de yakıyor.
‘İnsan’ yok burada, kelimenin tüm anlamlarıyla ‘barbar’ var. Bir insan güzellemesi yapmak yerine barbarın gerçekliğine odaklanıyorsunuz. Barbarın korkularında, yüzleşemediği anlarda neler saklı?
Elias Canetti yazdığı notlarda “sanki iki kişiymişçesine kendi yenilgisinden zevk duymak” diye bir ifade kullanır. Barbarın korkusu kendisine yenilmemesi olarak açıklanabilir. Çünkü ancak yenildiğinden emin olduğu ölçüde kazandığından zevk almaya başlayacaktır. Kendisiyle ve kavuştuğu ötekisiyle böyle bir hukuku var. Yiyeceği kırbacın çıkaracağı sesi iyice duymak için ilkin bağıracak yerlerini alt ediyor barbar.
İktidar mekanizmalarını reddetmek yerine 'gerçek' olan o noktadan, iktidarın yıkıcılığından bakıyorsunuz dünyaya. Barbar, sisteme, iktidar ilişkilerine nasıl empoze oluyor?
Barbar, bu ilişkiye katılmakta pek zorlanmıyor. Her sabah “doların güne nasıl başladığı” haberine bakan barbar, geceyi nasıl geçirdiğini unutuyor. Gördüğü kâbusu anlatırsa, iyi bir kahvaltıyla güne başlamasını istediği sistemin iştahını kapatacağını düşünüyor.
'ÇIPLAKLIĞIN BİR GÖLGESİ OLMALI'
Usul usul bir ‘meşru karanlık çağı’nın gözlemcisi Barbar. Sapanla vurulan güvercin, külden arkadaşlar… Tüm olanlar hafızamızda dipdiri duruyor. Bize Hrant Dink’i, Cizre’yi, devletin karanlığını gösteriyor. Çağımızın yazarlarının en büyük derdi, acıyı malzeme yapmak ve ucuz bir melankolinin içinde hatırlamak oluyorken, Barbar ne hatırlıyor ne de anımsıyor, her şeyin aksine yaşıyor ve bakıyor. Edebiyat, bakmayı becerebileceğimiz bir yol mu?
Gerçekliğin çok çıplak olduğu ve bu haliyle kimsenin ondan haz duymadığı söylenilir. Ancak çıplaklığın bir gölgesi de olmalı. Edebiyatın yaptığı şey belki de bu gerçekliğin çıplaklığına dikkat çekmek değil, onun etrafa düşmüş gölgesiyle ilgilenmektir.
“Sen gittin!” diye bir ifade kullanan birinin, olan biteni bütün detaylarıyla uzun uzadıya anlatacak mecali kendinde bulması “yas tutma biçimiyle” ilgili bir şeydir. Ya da tutamama biçimiyle. Hatırlamak, bellek gibi kavramları fotoğraflarımızı sakladığımız bir albüm gibi düşünürüz. Her şeyin hep aynı hacmiyle, aynı ağırlığıyla, aynı haliyle kaldığı bir şey, kaldığı o yerin kendisini esnetme işlevini köreltir. Dolasıyla ben hatırlamayı sonsuza dek sabit kalmış bir şey olmaktan çok, müdahale edebileceğim akışkan bir poz gibi görüyorum. Bir de hayat o denli sadık kalacağımız bir şeyse onun çevirisini yapmayı nasıl göze alacağız? Bir arkadaşım, öykü yazarı Etgar Keret ile ilgili bir pasaj paylaşmıştı. Bu çıplak gerçekliği yazma durumu için “tanıklık raporu” ifadesi kullanılıyordu. İnsanların kaçtığı gerçekliği bir çöp kamyonu gibi üzerlerine boca etmek olmamalıdır edebiyatın meselesi diyordu Keret. Evet, çöp bir başka şeye dönüşebilir, çöpe, çöp olmadan önceki o itinalı muamele tekrar yapılabilir, kamyon bir zeplin haline gelebilir. Manavın parlatmak için önlüğüyle sildiği elmanın kumaşta bıraktığı iz, ısırılıp atılmış halinden neden daha az yazılır ki?
Barbar’ın uzun yürüyüşü nereye varacak? Bundan sonra nereye bakacaksınız?
Kızıltepe’de yollar uzun yürümeye uygun değil. Buna rağmen uzun yürümüş sayıyorum barbarı. Metinde denediğim, üzerinde daha bir disiplinle durmam gerektiğini düşündüğüm ve kendime de çok yakın bulduğum bu üslupla yeni bir şeyler yazmaya devam etmek istiyorum.