Ne Güzel Suçtur Öfke: Şiir adına işlenmiş güzel bir suç...

Lokman Kurucu'nun şiir kitabı "Ne Güzel Suçtur Öfke" Kaos Çocuk Parkı Yayınları tarafından yayımlandı. Kurucu, kitapta yer altına itilmişlerin, ötekileştirilenlerin, tutunamayanların hizaya girmeyenlerin şiirini yazıyor.

Google Haberlere Abone ol

Önder Birol Bıyık

Yaşadığımız çağ, teknolojik alt yapısal dönüşümleri müjdelerken madalyonun öte yüzünde kaosu kışkırtan bir çağ. Bir yanda insan düşünün tasavvur edemeyeceği bir alt üst oluş, diğer yanda diplerde biriken çökeltiler ve trajik hayatlar… Bir yanda safahatın arsızlığı öte yanda distopyaya iliştirilmiş plastik maskelerle gezen ezik ve mağdur insan suretleri… İnsanı zehirleyen bir zamanın izini sürüyoruz. Yırtmak istiyoruz, tırnaklarımız kanıyor. Masum doğmak insanın talihsizliği belki… Lokman Kurucu'nun Kaos Yayınları Dip serisinden çıkan Ne Güzel Suçtur Öfke kitabında insanlık hallerine tanık olurken bu dengesizliği bir kez daha sorgu masasına yatırdım düşünce devinimimde. Zihin haritasını harabeye çeviren, huzursuz eden, okuru irkilten bir kitap…

Lokman Kurucu varoluşun distopik sorgulamasında "Gerçek bu kaçamazsın" acımasızlığıyla kaleme aldığı şiirlerinde, yaşamın bilinçaltına ittiğimiz dehlizlerinde korkusuzca ilerliyor. Çağın ve insanın trajedisiyle, kentin tortularında yaşayan, yaşamı kaos içinde alımlayan yer altı insanlarıyla yüzleştiriyor okuru. Başka hikayelerin karanlığından seslenen, kendi karanlığına çağıran bitirici bir ses bu. Belki de okura yapılmış en haklı haksızlık...

Ne Güzel Suçtur Öfke’de sıra dışı insan portreleriyle, güçlü şiirsel tasvirlerle karşılaşıyorsunuz. Yer altına itilmişlerin, ötekileştirilenlerin, tutunamayanların hizaya girmeyenlerin şiirini yazıyor Kurucu. Onun şiirlerinin özneleri fahişeler, travestiler, hırsızlar, kapkaççılar, ayyaşlar, tecavüze uğrayanlar, enseste maruz kalanlar, tinerciler, jiletçiler, mendil satan çocuklar, extacy içenler… Yani toplumun dışına itilmişler, hayatı en kuralsız yüzüyle yaşamaya mahkûm edilenler… Bu bakımdan “kirli gerçekçi edebiyat” kavramına çok uyuyor Ne Güzel Suçtur Öfke. İktidarla, genelin kurallı yaşantısıyla, makbul vatandaşlarla, temiz aile çocuklarıyla işi yok Kurucu’nun. Bireysel olandan yol çıkarken ideolojinin teleolojisine ve sınırlandırıcı kavramsal çerçevesine sıkışmadan tutunamayanların sosyal ortamına ulaşıyor.

SOKAK

Kurucu’nun şiirlerinde sokak büyük önem taşıyor. Çünkü gürül akan hayatın en kaotik, en sert, en bıçkın yüzünün yaşandığı mekanlardır sokak. Cinayetler orada işlenir. Açların, evsizlerin, çıplakların hayat hikâyesi yazılır sokağın kaldırımlarında. Tıklım tıklım otobüslerde üç kuruş için her sabah ve her akşam balık istifinde saf tutan insanların bakışları değer. Ekmek kavgasının, rant kavgasının, aşk kavgasının sessiz tanığıdır sokaklar. Dün oyun oynamak için sokağa çıkan o güzelim çocukların, çok değil on, on beş yıl sonra kimisi fahişe, kimisi mafya ayakçısı, kimisi simitçi, kimisi pezevenk, kimisi yan kesici, kimisi lotocu olur yine sokağa düşer. Şanslı ailelere doğan bazı çocuklar ise doktor olur, mühendis olur. Onların steril hayatlarında sokak, yaşlandıkça korkuları büyüten tekinsiz mekanlardır. O yüzden sentetik AVM'lerde huzur arayıp çocuklarını dijital oyuncakların dünyasında avuturlar. Yarım kalan aşkların üstü sokakta çizilir, görkemli başlayıp yara bere içinde bitecek aşklar yürür sokağın kaldırımlarında. Kör kedilerin, kemikleri derisinin üstüne çıkmış terk edilmiş ev köpeklerinin, sevgiyi sadece sokak köpeklerinde bulan sarmaş dolaş tinerci çocukların yurdudur sokak... Toplumsal kurtuluş için bireysel ölümü tercih edenlerin düşüp kaldığı kan havuzudur. Onun şiirlerinin mekânı da polisin kolay kolay giremediği, çetelerin cirit attığı bu kirli mahalle sokakları. “kaldırımları kim tükürdü toprağa/ kim tükürdü seni kaldırımlara/ neydi kaldırımlardan söküp/ koyan bu taşsız mezara” (syf.15) dizelerinde görüldüğü gibi yer altı yaşamının, kaldırımlardan mezara taşınan yaşamların kozmosudur sokak.

Ne Güzel Suçtur Öfke, Lokman Kurucu, 90 syf., Kaos Çocuk Parkı, 2019.

Kurucu kitabında yapıbozumcu bir tavır takınıyor ancak dilsel süreçlerin belirlediği postmodern yapıbozumculukla ilgisi yok bunun. Onun yapıbozumculuğu yaşamın kendisine, içeriğine dair. Acımasız olanla yüzleşirken insanın içinde kıvrandığı ruhsal halleri tasvir ediyor. Okyanusun açık ama kirli sularında boğulup kurtularak, kurtulup boğularak yazıyor şiirlerini. Çok iyi tanıyor şiirleştirdiği dünyayı. Dehlizlerine kadar giriyor, ortalama insanın çok da tanık olmadığı, korkutan bir dünyanın imgelerini kuruyor. Gözlem gücü yüksek şairin. O dünyanın sokaklarını, kırık dökük evlerini, sokak çocuklarının teneke barakalarını adeta içinde hissediyor.

TARLABAŞI KOZMOSU

Kitapta yer alan şiirler, kenar mahallelerden, simgesel bir adlandırmayla Tarlabaşı kozmosundan besleniyor. İtilmişlerin, ötekileştirilmişlerin, tutunamayanların çevreninde soyut ve somut, alaşım halinde birbirine karışıyor. Nesneler, olaylar ve olgular kimlik kazanarak ruhsal somutlaşmalara uğruyor. Bu durum okurda hem bir çarpılma etkisi hem de bir rahatsızlık hissi uyandırıyor; “ruhum şarkı ol cinler saçan!/ coşkusunda demir rüzgâr/ kezzap denizleri, şimşekli kapkaççılar” (syf.14)

“Üç ses, seks işçisi, anne, transseksüel” şiirinde, özne olan karakterlerin yaşanmışlıkları çok daha sert imgelerle vücut buluyor. Bir fahişe, bir anne ve bir transseksüelin sayıklamalarının döngüsel bir sıralamayla geçit yaptığı şiirde, enseste uğramış bir anne, şiddetle kırılmış bir fahişe ve yalnızlığın dip sularında devinen bir transseksüel konuşturuluyor. Her bir hikâyede kötücül yaşanmışlıklar var. Bu kötülük halinin şiirde böylesine bir estetikle ifade edilmesi çok rastladığımız bir şey değil. Var olan kötülük, basbayağı toplumsal gerçekliğin bir yansıması. Örneğin transseksüelin konuştuğu bölümler kedisine duyduğu sevgi ile kedinin yediği kuşlara, kelebeklere olan acımasızlığı arasındaki gerilim iç burkuyor. Ancak bu vahşi gerçekliğin doğanın ve toplumsal hayatın adaletsizliğinden kaynaklandığı fikrini de yan metin olarak vurgulu bir tonlamayla işliyor şair. Bu yüzden yaşanmışlık ne olursa olsun, belki de toplumun en masum karakteri onlar.

Kitapta yer alan şiirler retorikle yol alan şiirler değil; söyleyecek bir sözü, yaşama anarşist bir bakışı var Kurucu’nun. “insan bölünsün bin parçaya/ banka yangınlarına, ilaç depolarına/ fabrika yıkımlarında o iblisin külleriyle” (syf. 14) dizelerinde görkemli bir şiirsellikle dile geliyor bu hal. Kahramanların sıra dışı yaşanmışlıkları; oktavı yüksek gerilim sesini, canlı imgeleri, sokak dilini, argoyu şiire taşıyor ve dizeler giderek sinematografik bir muhteva kazanıyor. Yaşanmışlığın sertliği kaosun ortasında devinen, eylemi bol dizelere gönderiyor şairi. İmgelerle sinema kurmak da denilebilir buna.

Her dizesinde irkiltici bir dünya ile karşılaşırken, bir savunma mekanizması olarak o dünyadan kaçma isteği duyuyorsunuz. Ancak kopamıyorsunuz kitaptan, sizi kara delik gibi içine çekiyor. Çığlık atan insanlar, zebaniler, iskeletler, elleri yaşamın yakasında ölüler, mumyalar, iblisler, yarasalar, kartallar, ejderhalar irkiltici görüngüler halinde gelip geçiyor. Anlamsal bakımdan böylesi sert sözcüklerle kurulan bir şiir, kolayca ajitasyonun vasatlığına düşebilir ancak Kurucu, felsefi bakışının gücüyle bu sert sözcükleri yepyeni bir kozmosta eritip yeni anlam katmanları yaratıyor. İç sesle kurulan dizelerde sokak insanının düşleri ile gerçeğin acımasızlığı arasındaki kanırtan paradoksa tanık oluyoruz. “bak o da sana bakıyor mu/ sen bakıyor musun bana mavi’// nah bakar, uyudun mu/ eylül onu da uyuttu/ o da kaldırımların oldu/ uyudum mu/ uyudum/ uyu/ uyu” (syf 28.)

Öte yandan kitapta ismini kalıcı kılmış şairlere şaşırtıcı göndermelerle karşılaşıyoruz. Şiirimizin kült haline gelen dizelerini kendi şiir kozmosu içinde yeniden kuruyor şair. Örneğin, “sahi orhan veli gelecekti bir şişe beleş havayla/ aralara sığınıp istanbul’u çekecektik gözlerimiz havalı” (syf.23) dizelerinde Orhan Veli’nin "Bedava" ve "İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı" şiirleri yapıbozuma uğratılıp yeniden kurulurken, “-lan kaç edibimiz var bizim/kaç masamız”(syf. 23) derken Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirine ironik bir tersinleme yapıyor.

Kurucu’nun sokak çocuklarını anlattığı “mendil satan çocuklar korosu” şiiri üzerinde özellikle durulmalı. Çünkü bu şiirde Kurucu, sokak çocuklarının bireysel trajedisinden tek dize ile ülkenin kaderini yazarken “mendil”, “patik” gibi minimalist imgelerden büyük bir anlatılara ustalıkla ulaşıyor. “büyümek örme patiklerimiz daraldığından beri/ korkarız yağmurlardan, ellerimiz yaş mendil/ kurak düşlerde gezeriz çırılçıplak” dizeleri ya da “annelerimizi olur kaldırımlar/ sert göğüslerde yatarız” dizeleriyle sokak çocukların yaşanmışlığı çarpıcı imgelerle dile getirilirken şiirin son pasajında sokağa düşen çocukların büyüdüğünü imleyen örme patikler, şaşırtıcı biçimde masumiyete damlayan kezzabın yakıcılığında delik deşik hale gelen ülkenin patiklerine dönüşüyor. Çok güçlü bir geçişkenlik bu; “örme patiklerimiz daraldığından beri açlığın/ kezzap tadı damlar masumiyetimize/ delik deşik olur patiklerinden taştığımız ülke”. (syf. 25)

Kitabın “Ölünüz Lütfen” bölümünde yer alan şiirlerde ötekilerin trajedisine isyan da ekleniyor. “bir yirmi dört nisan şiiri”, “jon venables”, ölünüz lütfen”, “geçmiyor hayat yaşamakla” şiirlerinde hep bir başkaldırı vardır. Ancak başkaldırı onda ideolojik bir bilinçle ya da terminoloji ile yer almaz, yeraltı insanlarının politik kodlamaların uzağında, bizzat yaşamın öfkesinin koşulladığı kuralsız bir başkaldırı bu. Bir sistem tarifine gitmez geniş bir aralıkta otorite zalimlik kokan her şeydir başkaldırının hedefi. Onun imgeleminde iktidar dışarıklı bir şey değil, bizatihi yaşama sızmış, ruhu teslim almış bir zulüm mekanizmasıdır. Sistem de, toplum da, aile de, insan da, çağ da vardır bu otorite simgesinin içindedir. Kendi benini yeniden kurmak, yeniden doğmak otoriteyle hesaplaşmayı zorunlu kılar. Örneğin “bir yirmi dört nisan şiiri” adlı şiirde öğretmeni ile konuşan çocuk, vampir olmayı düşler. Parantez açarak belirtelim ki, şiirin isme gerçekten çarpıcı. Çünkü tutunamayan çocukların hikâyesi 23 Nisan Çocuk Bayramları'nda değil, sonrasında yazılır. Şöyle başlıyor şiir; “ben büyüyünce vampir olacağım öğretmenim/ annemi öldürüp kızıl kanatlar çıkaracağım/ uçacağım derisi yüzülmüş mavinin nefreti ile/ kumlar dolacak kral nurun şaşı gözlerine/ dişleyeceğim düş yüzünden/ kan ve cinnet ekeceğim kudretine/ büünce ben büüüüünce” (syf.59) Olağan bir bakışla bir çocuğun vampir olmaya özlem duyması, annesini öldürmeyi kurgulaması kabullenecek bir şey olmasa gerek. Ancak çocuğun ne yaşadığını bilmiyoruz. Burada anne belli ki çok zarar vermiş, korkutucu bir otoriteyi simgeliyor. Vampir ise isyanı… Oysa genel algıda anne masumiyeti, şefkati, korumayı simgelerken vampir kan içici özelliğiyle kötülüğü, vahşeti simgeler ama Kurucu burada kelimeleri yakın çağrışımlarının dışında bambaşka çağrışımlarla yeniden üretiyor. Ama dedik ya, onun şiir karakterleri hayatı tersinden yaşayan karakterler. Kurucu, böylelikle kötü bir duygudan isyan bilinci çıkartıyor. Aynı şiirde çocuk şunları da söylüyor ama “bütün korkular üzerine yemin olsun/ kül ve toz yeşertecek özgürlüğü/ dirilecek kurdun teninde kuzu/ dünya yeniden başlayacak öğretmenim”(syf. 60) Başka bir örnek “geçmiyor hayat yaşamakla” şiirinden… Şiir meyhanelere düşmüş, içkide teselli arayan umutsuz ve kırgın insanların dünyasını anlatır. İçkinin ve şehvetin umutsuz sığınağında yaşayan insanlardır bunlar. Ancak kabullenmişlerdir yaşadıkları hayatları; bir avuntunun peşinde ömür tüketirler. Şair kabullenmez bu hali… Yaşamın felsefi derinliğine ve itirazına ulaşmayı teklif ederek şöyle seslenir; “.“önünüzdeki şeytanları çıkarın/ tarihsiz olana dek almayın içinize/ hey siz çok kutsal orospular/ korkmayın şeytansız ömürden”// yoksa meze tabağında/ bir kadeh rakınızla/ geçmiyor hayat yaşamakla” (syf. 71).

AŞK

Ne Güzel Suçtur Öfke kitabında aşk yıkık hayatların içinde bir tema olarak belirse de bütün yaşanmışlıklar içinde çözüm olmayan bir tema olarak kalır. Şair aşkı sağaltıcı bir yaşantı olarak bakar bakmasına ama maskeli insanların barbar dünyasının kuşatması içinde aşk bir yaraya merhem olamayacak kadar mecalsiz kalır. Şu dizelerle şiirleştirir bu hali; “sana yazmadığım için beni affet sevgilim/ affet dışarısı kalabalık/ bu bir saat insanlarla dolu/ gözlerle/ kaldırım hayvanlarıyla/ hayat masallarıyla// o kadar kalabalık/ ve gerçek ki/ sana yetişemiyor sağ elim!

Şair kitabın “kendine yardım et tanrı’m” başlıklı bölümünde ise politik nedenlerle katledilenleri, tarihsel mağduriyetleri: Gezi’de, Suruç’ta katledilenleri, yakılan köyleri, Cumartesi Anneleri'ni, Ceylan Önkol’u, 1915 Ermeni katliamını şiirine taşıyarak bu kez devlet otoritesinin ötekileştirdiği “karşının ölüleri”ni anlatır. Bölüm başlığına çıkarttığı hitap cümlesi gerçekten etkileyicidir. Şairin imgeleminde tanrı bir iktidar biçimi, iktidarın en merkeziyetçi ve mutlak halidir. Yaratıcı güç olarak tanrı elbette mutlak niteliklerle anılır. Mutlak iyi, mutlak güç (kadir-i mutlak) tanrının iki temel vasfıdır ancak yaratığı dünyada devletler de insanlar gibi cinayetler işlemekte, kötülük yapmaktadır. Epikür’ün deyişi ile böyle bir dünya yaratan tanrı gerçekten de tuhaftır ve orada işkenceler, acılar, ölümler, cinayetler, açlık, yoksulluk vardır. Hiç iyi bir eser ortaya koyamamıştır tanrı, eksiktir, kötüdür. Bu özellikleriyle belki de yardıma en muhtaç olan odur, çünkü eseri ortadadır. Hadi diyelim tanrı otoritesini iyicil bir pencereden yorumladık, şu durumda da kendi yarattığı insanların bu denli gaddar olmasını engelleyemeyen, kötülük karşısında aciz tanrı varlığı çıkıyor oraya. Her iki durumda da yardıma muhtaç, dahası bu yardımı kendi tanrısal gücüyle sağlayabilecek bir tanrısal durum çıkıyor ortaya ki, güçlü bir metafor.

Bu katliam ve ölümlerin hepsinin ideolojik muhtevası vardır şüphesiz. Toplumsal mücadelenin yarattığı çatışmalar sonuçta yaşanan cinayetlerdir. Ancak Kurucu olayın bu niteliği üzerinde durmayı yeğlemez. Nerede ihlal edilmiş bir hayat varsa onun yanına iliştirir şiirlerini. Onun imgeleminde asıl olan nedenler değil, eylemler ve yol açtığı trajik sonuçlardır. Kurucu, politik cinayetleri tema olarak seçtiği şiirlerde yerli yerine oturmuş metaforlarla (saçları duaya asılmış bir baba, toplasan soğuk bir yapraktı canım, şakaklarında gezdirdiği terli bir oğul…) teleolojik seslenmeden ustalıkla kurtarır kendini. Sık sık doğa imlerine (rüzgar rüzgara/ dağ dağa mezar; gördüm ay toprağa düştü; burada dilime kartalları, akbabaları ekledim), yaşanmışlıklara (çocuktum/ dört din kadar geniş avlumuzda; çocuktum içimde kilise ile), teolojik figürlere (gördüm azraille kolkola; torunlarım geçerken kilisenin önünden/ ben garip, allah garip, isa garip, Muhammed küskün, Muhammed garip; bizden kalan o köyde/Mikail tükendi, demirler elde binlerce meryem’den doğup kök salmak acının ocağına) yer verir. Bu şiirlerin her biri politik çığırtkanlığa düşmeyen, biçim, biçem ve içerik bakımından güçlü şiirlerdir.

Lokman Kurucu, Ne Güzel Suçtur Öfke kitabında ötekinin hikâyesini şiirleştirirken şiirimizin tüketilmiş ortak havuz temalarının dışında farklı bir dünyaya, korkusuz ve gözü kara bir kapı açıyor. Ne Güzel Suçtur Öfke, teması, biçemi, içeriğe yaklaşım tarzı ve sağlam imgeleriyle özgün ve özel bir kitap. Şair güzel öfkesiyle şiir adına güzel bir suç işliyor.