Sözün ve hikâyenin hatırlattığı hakikatler

Piglia’nın tarih, hafıza ve bunları yüksek sesle dillendiren makine üçlüsüyle tanıklığa ve tanık olunanların aktarılmasına yönelik bir kurguyla okura seslendiğini görüyoruz Yok Şehir’de. Yer yer polisiye yer yer fütüristik roman özellikleri taşıyan kitap, totalitarizmin yarattığı gerilimin aşılmasında anımsamanın ve resmî tarih dışındaki gerçekliğin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor: Sözün ve hikâyenin hatırlattığı hakikatin ağırlığıyla beraber, kişilerin yaşadıklarının, otoriter rejimin yansıttıklarından çok farklı olduğunu vurguluyor yazar.

Google Haberlere Abone ol

Ali Bulunmaz

1976’da, “ülkeyi huzura kavuşturma” ve “yolsuzluklarla mücadele ederek siyasi istikrarı sağlama” amacıyla yönetime el koyan, en büyük desteği dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’dan alan Jorge Videla öncülüğündeki cunta, Arjantin’de “kirli savaş” ve “kurşunlu yıllar” diye anılan yedi sene boyunca terör estirmişti. 1976-1983 arasında binlerce kişi gözaltına alındı, fişlendi, işkenceden geçirildi, kaybedildi ve öldürüldü.

Devlet terörünü, vali olarak görev yaptığı Tucumán’da başlatan ve bu “başarısı” sayesinde ordunun en tepesine yerleşen Videla, darbeden sonra ABD’li yöneticiler tarafından “vatansever” ve “demokrat” diye nitelenmiş, göreve başladığında “cunta aleyhinde konuşmayı”, “solcu olmayı” ve cuntanın “suç” ilan ettiği eylemlerde bulunmayı tutuklamalar, işkenceler, kaybetmeler ve infazlar için fiîlen yeterli saymıştı.

Cuntanın yedi yıl içindeki en önemli “faaliyetlerinden” biri, kırsal bölgelere askerî uçaklardan muhalifleri atmaktı. Gazeteci Fabian Magnotta, hem buna tanık olmuştu hem de Plaza de Mayo Anneleri’yle görüşerek söz konusu dönemi dünyaya aktarmıştı. Yıllar sonra Diktatör isimli kitapta Videla; işkencelerden, cinayetlerden ve sorgulamalardan haberdar olduğunu, hatta bunlardan bazılarının emrini doğrudan kendisinin verdiğini açıklamıştı.

Videla cuntası, Arjantin’in yakın tarihindeki en bilinen ve tartışılan örneklerin başında geliyor. Fakat ondan öncesi de tartışmalı: 1930’ların ortalarında iktidarı ele geçiren; kendisinden evvelki yönetimi eleştirerek halk üzerinde baskı kuran Ramón Castillo ve onu yönetimden düşürdükten sonra 1946-1955 ve 1973-1974’te iki defa başkan olan Juan Perón da benzer şekilde Arjantin tarihinde yer almıştı. Kısacası gerek askerî darbeyle gerek seçimle işbaşına gelenler, ülkeye “özgürlük” ve “refah” vaat edip her defasında hak gasplarına ve cinayetlere imza atmıştı.

1940’lardan başlayarak cunta döneminin sonuna, geçmişle hesaplaşma ve yargılamalara dek uzanan süreçle ilgili pek çok roman kaleme alındı, belgesel hazırlandı ve film çekildi. Arjantin’in silinmeye çalışılan hafızası harekete geçirilirken geçmişle sağlıklı şekilde hesaplaşmanın yolları kimi zaman edebiyat aracılığıyla arandı.

Ülkede çeşitli dönemlerdeki devlet terörünü ve bunun insanlara etkisini anlatan kitaplardan biri de Ricardo Piglia’nın Yok Şehir’i. Kitapta, Buenos Aires’te muhabir olarak çalışan Junior’un, Arjantin’in yakın geçmişinin tanığı Elena’nın hafızasını barındıran bir makineden haberdar olmasıyla Pandora’nın Kutusu açılıyor ve gerçekler yıllar sonra ortalığa saçılıyor.

Yok Şehir, Ricardo Piglia, Çeviren: Pınar Savaş, 146 syf., Delidolu Yayınları, 2020.

KAYIP RUHLAR MÜZESİ

Roman, Arjantin’in karanlık dönemlerinin sarsıcılığını yansıtan, derin kuyulardaki kemikler ve geçmişin insanlar üzerinde yarattığı tedirginlikle, telaşla ve Junior’un merakıyla açılıyor. Kırsaldaki yabani mezarlıklar kazıldıkça âdeta bir “cehennem haritası” çıkıyor ortaya.

Kırsaldakiler gerçeğin bir bölümü. Konunun bir de hafıza kısmı var ki işte o noktada Elena ve tarih giriyor devreye. Elena’nın hatırladıkları, aynı zamanda Arjantin’in geçmişinin ortaya dökülmesi; yakın tarihin travmalarının, sokaklarda kendisini yeniden anlatabilmesi demek…

Elena’nın zihninden ve dilinden dökülenler, tarihî bağlantıları hem fragmanlar hâlinde gün yüzüne çıkarıyor hem de hafızaya topyekûn olarak nasıl ket vurulduğuna dair kanıtları gösteriyor. Başka bir deyişle “kayıp ruhlar müzesi”ne ve yitirilmiş belleğin sularına görütüyor okuru Piglia.

Elena’nın hafızasını barındıran makine, demir yumruk siyasetinin Arjantin’deki akislerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiğinden onu susturmak için harekete geçenlerin sayısı da artıyor.

SUMEN ALTI EDİLEN GEÇMİŞ

Makine, istihbarat servisinin doğal amacı olan “gerçekliği saptırma”ya ters düşen bir yapıya sahip. Devletin deneylerine, deneyimlerine ve yalanlarına aykırı bir duruşu nedeniyle yok edilmek isteniyor.

Makinenin varlığından haberdar bir Arjantinli, ülke tarihini özetlerken hafızanın ve olup bitenin eleştirilmesinin önemini anlatıyor: “Devlet, tüm vatandaşlarının hikâyelerini biliyor ve bunları, daha sonra cumhurbaşkanı ve bakanlar tarafından anlatılacak yeni hikâyelere dönüştürüyor. İşkence, bu bilme arzusunun doruk noktası, kurumsal istihbaratın ulaşabileceği en yüksek seviyedir. Devlet böyle düşünür; polis temelde bu yüzden yoksullara işkence eder; yoksullara ya da işçilere veya mülksüzleştirilenlere, ki bunlar genellikle kara derililer ve melezlerdir; polis ve askerler onlara işkence yapar. Ancak çok özel koşullarda başka toplumsal sınıflara mensup olanlara da işkence ettikleri olur ve bu durum her zaman büyük bir skandal yaratır; tıpkı General Perón döneminde Amoresano ve Lombilla tarafından işkenceye maruz kalan öğrenci Bravo’nun vakasında olduğu gibi çünkü daha üst sınıftan birine işkence etmeye karar vermeleri, daima bir skandala yol açar. Son yıllarda ordunun canice ve paranoyak bir kinle saldırmasının, toplumun ayrıcalıklı çevrelerinden gelen kadınların, çocukların ve erkeklerin de işkence görüp zulme uğramasının ardından her şey ayyuka çıktı ve bilinir oldu. Elbette katledilenlerin çoğu yine işçiler ve köylülerdi ama rahipleri, toprak sahiplerini, işadamlarını, öğrencileri de öldürdüklerinde ortaya çıkan uluslararası baskı karşısında, bir noktada geri adım atmak zorunda kaldılar. Bu baskıyı yapanlar, tarlalardaki mütevazı insanların, yoksulların, gettolardaki ve şehrin yoksul semtlerindeki sefil ve talihsiz kişilerin işkence görmesini olağan bir gerçek olarak kabul ederler ama iş entelektüellere, politikacılara ve iyi bilinen ailelerin çocuklarına kadar uzanınca tepki gösterirler. Aslında bu ikinci gruba mensup kişiler genellikle hemen devletle işbirliği yapar, emsal olur ve hayatlarını devletin kurguladığı ölçütlere uyarak yaşamaya başlar.”

Makinenin korkutuculuğu, hatırlattığı tarihî hikâyelerin kulaktan kulağa tekrar anlatılmasında gizli. Hikâye hikâyeyi doğurduğundan, makinenin işlevsizleştirilip müzeye kaldırılması, tarihi yeniden yazanlar ya da onun yazımına yardım edenler için tek çare. Tıpkı gerçek tarihi ve oradaki suçları hatırlatanların sesinin kesilmek istenmesi gibi…

Piglia’nın tarih, hafıza ve bunları yüksek sesle dillendiren makine üçlüsüyle tanıklığa ve tanık olunanların aktarılmasına yönelik bir kurguyla okura seslendiğini görüyoruz Yok Şehir’de. Yer yer polisiye yer yer fütüristik roman özellikleri taşıyan kitap, totalitarizmin yarattığı gerilimin aşılmasında anımsamanın ve resmî tarih dışındaki gerçekliğin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor: Sözün ve hikâyenin hatırlattığı hakikatin ağırlığıyla beraber, kişilerin yaşadıklarının, otoriter rejimin yansıttıklarından çok farklı olduğunu vurguluyor yazar.

Başka bir deyişle Piglia Yok Şehir’de; yeniden yazılan ve otoriter rejimlerin kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı “tarihle” hatırlanıp çatlaklardan sızan ve sumen altı edilmiş geçmiş arasındaki benzemezlikleri romanlaştırıyor.