Gezgin-yazar Okan Okumuş: Bütün dünyayı yazmaya niyetlendim
Gezgin-yazar Okan Okumuş, Kolektif Kitap’tan çıkan son kitabı “Güney Afrika”da Güney Afrika kıtasındaki seyahatlerini ve Güney Afrika’nın bilinmeyenlerini anlatıyor. Okumuş, "Sessiz sedasız dünyayı yazmaya devam ediyorum" dedi.
DUVAR - Okan Okumuş’un “Sınırları Kaldırdım” serisinin beşinci kitabı “Güney Afrika” Kolektif Kitap’tan çıktı. Dördüncü kitabı Kuzey ve Orta Afrika’nın ardından “Güney Afrika” ile tüm Afrika kıtasını tamamlayan Okumuş, kıtada gezdiği 19 ülkenin 9’unu son kitabında anlatıyor. Bu 9 ülke, Güney Afrika Cumhuriyeti, Lesoto, Mozambik, Malavi, Zambiya, Zimbabve, Botsvana, Namibya ve Madagaskar’dan oluşuyor.
Londra’daki beyaz yakalı yaşamından arttırdığı zamanlarda dünyayı dolaşan Okan Okumuş, gidilmeyeni görmeye, bilinmeyeni anlatmaya aşık, gitmelere teşne bir gezgin. ‘Alternatif bir gezi rehberi’ altbaşlığı ile dikkat çeken kitaplarında turistik alışkanlıklardan uzak seyahatlerini, ansiklopedik bilgilerin ötesindeki deneyimleriyle zenginleştirerek aktarıyor. Okumuş’un aktardığı çoğu anektod, aynı dünyada mı yaşıyoruz sorusunu sorduran, medya yoluyla duyarsızlaştığımız çoğu gerçeğin hayatın içindeki varlığıyla yüzleşmemizi sağlayan cinsten. Kitapları bu anlamda da birer gezi rehberi olmanın ötesinde, dünyayı deneyimler yoluyla tanımaya dair bir fırsata dönüşüyor. Okumuş, rehberlerine 4 kitap daha ekleyerek tüm dünyayı yazmış, bir başka deyişle, tüm dünyayı kucaklamış bir gezgin olmayı hedefliyor.
“Güney Afrika” okurlarına bir de 7 saati bulan bir dinleme listesi sunuyor. Okan Okumuş, Afrika müziklerinden oluşturduğu bu liste ile okurlarının kitabı bütünlüklü bir atmosfer içinde okuyabileceklerini düşünüyor. Okan Okumuş’la “Güney Afrika”yı, seyahat tutkusunu, zorlu destinasyonları, şahit olduklarını ve hiçbirimizin aklının almadığı beyaz yakalı yaşamına rağmen tamamlamak üzere olduğu dünya turunu konuştuk.
Bu kitaptaki en zorlu seyahatin hangisiydi?
Kuzey Mozambik ve Güney Madagaskar’da da sıkıntılar yaşadım ama sanırım Malavi en zoruydu. Malavi Gölü’nün batısında David Livingstone’un bitiremediği rotasını yürümeye niyetlenmiştim. İskoç kaşif Usisya Köyü’ne kadar yaklaşıyor ancak bu arada sürekli yerlilerin tacizine uğruyor. Ngoni yerlileri geçtiği köyleri talan ettiği için yiyecek bulamıyor ve en sonunda geri dönmek zorunda kalıyor. Ben de onun kaldığı yerden devam etmek istedim. Orada herhangi bir araba yolu, restoran ya da konuk evi yoktu. 19 yaşındaki yerel rehber Kennedy ile başladık yürümeye. Mecburen bütün yiyeceklerimizi yanımıza aldık. Akşam olunca kalacak bir yer bulmak için kapıları çaldık ve en son bir köyde bir rahibin evinde konakladık. Çok da güzel ağırlandık.
O köylerden sadece yılda bir kez yardım örgütleri geçiyor. Dolayısıyla, çocuklar hayatlarında beyaz adamla karşılaşmayabiliyorlar. Bir gün bir baktım çocuğun biri ağlayarak kaçıyor önümden. Anlayamadım önce. Baktım herkes beni gösteriyor. Meğer çocuk hayatında hiç beyaz görmemiş. O yüzden beni görünce “nasıl bir yaratık bu” diye ağlıyor. Yol boyunca böyle 4-5 çocuk ağlattım maalesef.
Bu nasıl bir duyguydu?
Çok garip. Bir de mesela köylülerin yola dizilip “muzungu muzungu!” diye beni bir soylu gibi karşılamaları… Aslında sadece oradan geçiyorum ama köylü merak ediyor; beyaz bir adam gelmiş, ne işi var burada? Yürüdüğümü görenler “How far?” diye soruyordu. Malavi’de “Buradan sonra nereye kadar gideceksin, amacın ne,” gibi bir soru bu.
Tabii bunlar şimdi kulağa enteresan geliyor ama yolculuk zordu, köylerde elektrik ve su yok mesela. Nehir suyunu arıtıp içiyorsun. Her gün manyok püresi yeniyor. Sen de tabii manyok yiyorsun onlarla birlikte. Bir yandan da varmak istediğin bir yer var, belirli bir sürede tamamlaman gerek o rotayı. Usisya’ya kadar, David Livingstone’un geldiği yere kadar gelmeyi başardım ama en sonunda tükenmiştim artık. Bu yüzden en zor yerlerden biri Malavi’ydi. Diğer yerlerde en azından araç var lakin burada araba yok, yük hayvanı yok, herkes dere tepe kilometrelerce yürüyor.
‘INSTAGRAM FOTOĞRAFLARINDAN VE SELFİE ÇUBUKLARINDAN UZAK YERLERİ GEZİYORUM’
Peki, dünya turunun şimdiye kadarki rotaları arasında en zoru bu muydu?
Daha çok zorlandığım yerler oldu. En son Papua Yeni Gine’ye gitmiştim mesela, o epey zor bir rotaydı. Diğer yandan Papua Yeni Gine’deki Sepik seyahatim, herhalde şu ana kadar yaptığım en güzel yolculuktu. Bir hafta boyunca Sepik Nehri’nde bir kanoyla yolculuk edip köylere uğrayarak gezmek nefes kesici bir deneyimdi. Bu köylerde de elektrik yok, su yok, yol yoktu. Mecburen nehirden gideceksin, köylere uğrayacaksın, gene kapıları çalacaksın, fazladan bir döşek varsa kalacaksın. Ama nasıl bir kültür zenginliğidir o, 200 dilin konuşulduğu bir bölgeden bahsediyoruz.
İşte bu tip yolculukları daha çok seviyorum. Dikkat ederseniz kitaplarımın hepsinde “alternatif bir gezi rehberi” altbaşlığı vardır. Daha çok insanlara alternatif yerleri aktarmaya çalışıyorum zira ben öyle yerleri seviyorum. Turist kafilelerinden çok sıkıldım. Instagram fotoğraflarından ve selfie çubuklarından uzak yerleri geziyorum, o yerleri anlatıyorum.
Turizmin sınırları da giderek genişliyor. Söz gelimi, 5 yıl önce kimse balayı için Madagaskar’a gitmeyi düşünmüyordu ama şimdi gidiyorlar. Sen bir gezgin olarak turizm kavramını, seyahat kavramını nasıl değerlendiriyorsun?
Eskiden Madagaskar’a gitmek sadece Air France ve Madagaskar’ın kendi havayolları ile mümkündü ve çok pahalıydı. Sonra diğer havayolları da uçmaya başladı. Tabii şu da var, Afrika’da toplu taşıma çok yaygın olmadığı için araç kiralamak zorunda kalabiliyorsunuz. Bir de oradaki parkları gezmek de işin içine girince o yolculuğa zaten çıkmak mümkün olmuyordu. Ama şimdi her yere uçak var, bolca iç uçuş var. Dolayısıyla senin oraya 1 haftalık varma hikâyen artık 2-3 güne indi. Benim gibi beyaz yakalılar da izin günleri dahilinde buralara gitmeye başladılar. Derken daha fazla yere ulaşılır oldu. Ama hâlâ o kadar çok yer var ki gezecek! Seyahat dergilerinin pazarladıkları yerler dünyaca ilgi görürken diğer yerler bakir kalıyor. Halbuki o yerler belki de pazarlananlardan çok daha güzel. İşte ben henüz meşhur olmadan öyle yerleri bulmaya ve gezmeye çalışıyorum. Bundan da çok memnunum. Orada tek başına olmak, o manzaraların keyfine tek başına varabilmek inanılmaz geliyor bana.
Bu seyahatler seni nasıl birine dönüştürdü?
Beni daha iyi bir insan yaptı mı bilmiyorum ama empati yeteneğimi çok geliştirdi. İnsanları yargılamamayı, kültürleri olduğu gibi kabul etmeyi öğrendim. Bir de beni daha çalışkan biri yaptı. Tembel bir herifin tekiydim. Kitap yazmak filan hiç yoktu aklımda. Şimdi geriye bakınca, son sekiz senedir düzenli yazıyorum. Yazmak da gezmek kadar beni mutlu etmeye başladı. Araştırmayı seviyorum, sürekli bir akademisyen gibi, seyahatin öncesinde ve sonrasında araştırıyorum. Bir de okuyan mı bilir, gezen mi diye bir soru var ya hani; böylece onu şansa bırakmamış oluyorum.
‘AFRİKA’DA KÖLE-EFENDİ İLİŞKİSİ DEVAM EDİYOR’
Son kitabında sana ara ara eşlik eden kişiler var. İnsanlar diğer insanları en iyi seyahatte tanır klişesini de doğruladın mı böylece?
Bu klişe kesinlikle doğru. Gezerken yol arkadaşlarımın benim tempoma ayak uydurmasını beklemiyorum tabii. Bazen sabah 7’de kalkıp akşam 8’e kadar her gün 20-25 kilometre aynı tempoyla, hiç dinlenmeden yürüyorum. En güzel sahile gitsem yarım gün dahi pineklemiyorum. 2-3 saat kalıp yoluma devam ediyorum. İngilizce “culture vulture” denilen “kültür avcısı” seyyah tiplemesine uyuyorum sanırım. Bu seyahat biçimi herkesin tarzı değil, yoksa eşimle ya da arkadaşlarımla gezmeyi elbette tercih ederim.
Sen gittiğin ülkelerin sadece nüfusları, dilleri, yedikleri yemekler gibi bilgileri vermekle ve kendi deneyimini aktarmakla kalmıyorsun; o ülkeye dair çok önemli kültürel ve toplumsal detayları anlatıyorsun. Bu herhalde biraz yerel rehberlerle de yola devam etmenle alakalı…
Afrikalı bir yerli ile bir gezgin arasındaki iletişim maalesef halen para ilişkisine dayanıyor. Çünkü yokluk var. Afrika’daki yokluk başka bir yokluk. Eğer o sene hasat iyi gitmezse, bittin. Herhangi bir birikimin yok, yardım edecek insan yok, komşun akraban da zaten aynı durumda. Dolayısıyla o yokluk maalesef insanları çaresizliğe sürüklüyor. Ben o para ilişkisini kırabilmek için biraz daha şef, muhtar konumunda olan insanlarla temas etmeye çalışıyorum. Örneğin iyileştiriciler yani köyün yerel doktorları, şamanlar, şifacılar. Lesotho’da mesela bir kadın şamanla tanıştım. Hükümet oralara klinik açamadığı için onları aslında bir nevi yerel tıp temsilcileri olarak atıyor. Mesela o kadına AIDS’in belirtileri nelerdir, öğretilmiş. Kadın hastaya bakıp normal tedavilerini yapıyor, eğer AIDS belirtileri sezerse o zaman köylüsünü hastaneye sevk ediyor. Büyücü doktorlarla da tanışıp konuştum Malavi’de, Zimbabve’de, Senegal’de. Bunların çoğu şarlatandı. Ama onların üzerinden herkese ulaşabildim. Bir de tabii yerel rehberler aracılığıyla, onların aileleri üzerinden komünlere girdim. Onlarla birlikte sürekli yürüdüm. Rehberler sayesinde dahil oldum yaşamlara. Afrika’daki turizm maalesef bana hâlâ sömürge dönemini hatırlatıyor. İnsanlar genelde safari için giderler Afrika’ya. Havaalanından alınırlar, oradan otele götürülürsün, yine bir taksi şoförü seni alır, gideceğin restorana bırakır. Ondan sonra bir safari rehberi alıp seni parka götürür. Hizmetlilerden başkasını görmeden dönersin evine. Yani halen o efendi- köle ilişkisi sürüyor gibi geliyor ve bu beni çok rahatsız ediyor. İşte Afrika seyahatlerimde bunu kırmaya çalıştım.
Bu görüştüğün şifacı ve büyücü doktorların bazılarından sen de hizmet alıyorsun. Bu, bir güven kazanma ritüeli mi?
Tabii. Onların yanına gidip ben sizinle sadece konuşmak istiyorum demek tuhaf oluyor. Onlar ritüellerini gerçekleştiriyorlar, bazen falıma bakıyor, bazen de küçük bir sağlık sorunumu iyileştiriyorlar(!). Oradan ben köyün hikayesini çözmeye, o köyün sorunları nelerdir, günlük yaşam nasıl akıyor, anlamaya çalışıyorum. Örneğin hangi durumlarda şifacılara gidiyorlar, hangi durumlarda insanlar hastaneyi tercih ediyor? Hastaneler hala çok uzak, ulaşılamaz ve çok yetersiz. O yüzden de o koşullarda o uzun yolculuğu yapmak yerine direkt şifacılara başvuruyor, onlar da doğadan otlar, şifalı bitkiler topluyor, yaraya uygulayıp iyileştiriyorlar.
‘SIRADA OKYANUSYA VE MALAY TAKIMADALARI VAR’
Beyaz yakalı olarak nasıl bu kadar geziyorsun?
Yaklaşık 6 hafta tatilim var. İki hafta da resmi tatilleri düşünürsek 8 hafta oluyor. Bazen mesaiye kalıyor bazen de Pazar günleri de çalışıp tatilime ekleyebiliyorum. Tabii İngiltere’de yaşamanın avantajı bu. Türkiye’de kalsam bir beyaz yakalı olarak bu kadar gezemezdim. İki haftalık bir tatile çıkmam bile bazen hoş karşılanmıyordu.
Peki şimdi sırada neresi var?
Şu an Okyanusya ve Malay Takımadaları’nı yazıyorum. Kitabın önümüzdeki senenin Mayıs ayında çıkacağını umuyorum. Yedinci kitap Hint Altkıtası olacak. Sonra bir Güney Avrupa kitabı yazma hedefim var, okurlarım daha ulaşılabilir olduğu için benden bir Avrupa kitabı bekliyor. Son olarak bir Batı Asya kitabı yazıp seriyi tamamlayacağım. Bütün dünyayı topluca yazmaya niyetlenen başka bir seyahat yazarı var mı bilmiyorum ama hedefime ulaştığımda bu alanda bir ilk olabilirim. Şimdilik sessiz sedasız dünyayı yazmaya devam ediyorum.