Üç kitapta kötü olma rehberi
Mehmet Eroğlu'nun "Kötü Adamın On Günü" kitabı İletişim Yayıncılık tarafından raflarda yerini aldı. Edebiyattaki tercihi zamansızlık olan, günün modasına pek de kulak asmayan Eroğlu sosyal medyayı, gençlerin dilini, gidilen mekânları, hatta markaları neredeyse bir karakter gibi kullanarak gerekirse bunun da üstesinden geleceğini gösteriyor, böylece yeteneğinin bir başka boyutunu gözler önüne seriyor.
Giray Kemer
Yazı, yazarlık, yazmak konularında pek çok söz söylendi. Öyle ki yeni bir şey kaldı mı emin değilim. Yazmak bir oyun, belki de en ciddisi. Hayatın boyunca bitirmen gereken bir ev ödevin varmış hissiyle yaşamak... Ya da bir yazar şezlongda güneşlenirken bile esasen çalışıyordur.
Konu Mehmet Eroğlu olunca yazma, yazmanın ne olduğu, nasıl yazıldığı üzerine bir tanımla başlamak ihtiyacı doğuyor. Tüm bu kavramlar üzerine onca kafa yormuş, seminerler vermiş, birikimlerini gençlerle paylaşmış birinden bahsedince yetenek, donanım, düş gücü gibi kelimeler kendiliğinden beliriveriyor. Ama yine de tüm bu kavramlar içerisinde en öne çıkanı hep yaratma cesareti oluyor.
Belki memleket edebiyatında “sıradan insanın sıradışı hikâyesi” kalıbına o kadar sıkıştık, teoriden, politik doğruculuktan, iyi ya da kötü pozisyon alma merakından o kadar kafamızı kaldıramaz hale geldik ki, yazmanın enikonu yaratıcılıkla ilgili olduğunu unuttuk. Belki edebiyatımızın eksik olan kısmı buydu, ama biz nalıncı keseri gibi kendimize yonttuğumuz kısır tartışmalarımızdan kafamızı kaldıramadık. Tartıştık, tartıştık, fakat yeni bir şey söylemedik. Eroğlu ise yarattığı karakterleriyle, onlara icra ettirdiği mesleklerle, anlattığı olaylarla, edebiyat denen şeyin temel unsurunun yaratıcılık demek olduğunu bize her eserinde tekrar tekrar hatırlattı.
Biraz dikkatli Eroğlu okurlarının hemen hepsinin, yazarın, “adil” olma meselesini tartıştıracağı kitabının ayak seslerini Kıyıdan Uzakta’da duyduğu kanısındayım. Usta yazar, sanki ufacık novellasında vicdan, ihanet, sabır, intikam gibi kavramlarda yazmanın büyüsünden sıyrılamayıp değinmek istediği halde değinemediği konulara, “anlatacak çok şeyi olanlara özgü bir iç çekişin ardından” iyi adam-kötü adam ikilemesinde uzun uzun değinmiş. O yüzden ben bu üç kitabın pekâlâ birlikte ele alınabileceği kanısındayım. Yine başta belirttiğim noktadan devamla, yazarın öğretici yanının ağır bastığı hissinden kendini sıyıramıyor okur bu kitaplarda. Sanki bir ödev söz konusu ama bu sefer ödevi kendine vermiş Eroğlu. Yeni bir meydan okumanın içerisine girmiş.
Özel dedektiflik gibi bizde pek olmayan, inandırıcılığın sınırlarında dolanan bir ana karakter ve yine oldukça iddialı ve gerçeklikten biraz uzak ikizleri anlattığı bir ilk kitap olan İyi Adamın On Günü’nün ardından, Eroğlu daha da Holwoodvari bir hikâye olan Kötü Adamın On Günü’yle devam ediyor. Başkarakterin eski bir avukat oluşundan yola çıkıp hukuk jargonuyla söylersek “hayatın olağan akışı”na uzak olan hikâyelerinin içerisine okurunu almayı da pekâlâ beceriyor. Eroğlu romancılığının dünya çapında olmasının sebebi bu belki de. Bu riskleri alıp altından kalkabilmesi. Yazar, kitabın bir yerinde polisiyeye dair fikirlerinden bahsederken bir nevi kendi alametifarikasını da açık ediyor. “Yazarından başkası o olayları çözemez.”
Tüm bunları yaparken bazen eski numarasına, meşhur aforizmalarına başvuruyor. Başka birinin elinde gülünç durabilecek, son dönem edebiyatımızda bir öcü gibi kaçılan aforizmaları o kadar ustaca ve yerli yerinde kullanıyor ki, hayran olmaktan kendini alamıyor insan. İddialı kıyafetler giyen, başkası giyse komik duracakken kendine yakıştıran bir eski zaman mahalle abisi gibi Eroğlu’nun yazını adeta. Fötr şapkalar, beyaz takım elbiseler, İspanyol paçalarla blucin çağında çıkıp salınıyor. Garipsense de şıklığı yadsınacak gibi değil. Ve evet “Birine alıştın mı bu alışkanlık eninde sonunda dostluğa dönüşür.”
Bazen de yeni yollara başvuruyor. Edebiyattaki tercihi zamansızlık olan, günün modasına pek de kulak asmayan Eroğlu sosyal medyayı, gençlerin dilini, gidilen mekânları, hatta markaları neredeyse bir karakter gibi kullanarak gerekirse bunun da üstesinden geleceğini gösteriyor, böylece yeteneğinin bir başka boyutunu gözler önüne seriyor. Güncel politik mevzuların da şöyle bir üzerinden geçmeden etmiyor. Yakın dönemde gündemi meşgul eden İstanbul seçimi ve tekrarlanması kepazeliğiyle inceden dalgasını geçiyor. Medya yönlendirmesiyle kutuplaşan bilinçsiz halkı, dolduruşa gelen ama aslında konuyla ilgili hiçbir fikri olmayanları, ama yine de o cahilliğin “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey oldu” cahilliğine yeğ tutulabilirliğini göze sokmadan, yerli yerince bir kanca olarak roman boyunca işliyor. Sağlık sistemi eleştirisinden “abi”likten patronluğa geçiş süreçlerindeki cemaat göndermelerine kadar nalına mıhına vuruyor ve soruyor; “Bu kadar terörist mi var cidden bu ülkede?” Bilinçsiz Anadolu insanının ferasetini, eğitimli kesime yeğ tutan rektörlerin olduğu bir ülkeden bahsettiğimiz kabulünün buruk gülümsemesiyle de ekliyor: “Bir öküzden iyi coğrafya bilmesini bekleyemezsin.
Yazarın bu iki kardeş kitapta kendi yazınından pek de alışık olmadığımız bir öğe olarak diyaloğa ağırlık verdiğini görüyoruz. Tanrı anlatıcı kullanımına, dil işçiliğine, tumturaklı cümlelerine, tanımlarına, tespitlerine alışık olduğumuz Eroğlu, bu kez birinci tekilden yazdığı metninde karakterleriyle okurun arasına pek girmemeyi seçmiş. Bunun böyle olması belki de karakter seçimlerindendir. Özellikle ilk kitaptaki ikizler gibi oldukça sürreel denebilecek karakterler, ikinci kitaptaki tezkere bırakmış ikili, Maide, Şule, Pınar… Kendi dertlerini kendileri anlatmak konusunda bir anlatıcıya ihtiyaç duymayan, son derece başarılı çizilmiş karakterler. Eroğlu gerek alışkanlıkları, gerek kişilikleri, zaafları, sevapları ve günahlarıyla burada da bir karakter yaratımı dersi vermiş.
Karakterlerdeki süt içirme kontrastı, sürekli üşüme hali, ilaç bağımlılığı, koku detaylarının tamamı amaca hizmet eder ve etkileyici nitelikte. Karakterini reşit olmayan bir kadınla seviştirmesinin bile bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Son dönem edebiyatımızın kısır tartışmalarından ziyade kurmaca denilen heyula gibi bir gerçekliğin varlığını hatırlatan, edebiyatın çok sterilize bir şey olmadığını, böyle bir mecburiyetinin de bulunmadığını, erdemlerimizin kusurlarımız olduğunu hatırlatan bir detay olarak okuyabiliriz. Ama yine de zorlanan, kolay kabul edilmeyen, önüne eklenen detaylarla meramını anlatan çetrefilli bir durum. Kötülüğün de iyilik kadar emek gerektiren, süreçleri olan ve kendiliğinden oluşmayacak bir olgu olduğunu anlatmak istedi belki de…
Hasılı, Mehmet Eroğlu’nun Kötü Adamın On Günü özelinde son üç kitabında anlattıklarını, geçtiğimiz yılın son ya da yeni yılın ilk zamanları her yerde görmeye aşina olduğumuz üzere, Sadık’tan Adil’e, oradan Öcal’a giden süreçte “nasıl kötü olunur”u adımladığı bir liste olarak da okumak mümkün.
Başka bir deyişle üç kitapta kötü olma rehberi!