Cesur eski dünya, cesur yeni dünyaya karşı: Bir sonbahar hikâyesi

Ali Smith'in mevsim dörtlemesinin ilk kitabı olan "Sonbahar" Kafka Kitap tarafından raflarda yerini aldı. Smith’in Man Booker'a aday gösterilen kitabı, sınırları ve dışlayıcılığı gitgide artan bir dünyaya, zenginlik ve değerin ne olduğuna, hasadın ne anlama geldiğine dair bir hikaye...

Google Haberlere Abone ol

Cansu Canseven

2017 yılında Man Booker Ödülü’nde kısa listeye kalan romanı Sonbahar’la adından çokça söz ettiren ve Birleşik Krallık’ın yaşayan en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen İskoç yazar Ali Smith, “Zamanların en kötüsüydü, zamanların en kötüsüydü,” (s. 13) cümlesiyle başlangıç yaptığı romanında daha ilk sayfadan Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi’ne selam gönderirken 1800’lerin Londra’sından bugünün Londra’sına bir eleştiri sunacağının da sinyallerini veriyor. Fransız Devrimi’nden bugünün Brexit’ine, göçmen politikalarından Avrupa Birliği’ne, rüyalardan hayallere, yaşlanmadan gençliğe, zamanın akışından zamansızlığa, aşka, dostluğa ve hikâyelere yaprak yaprak dokunuyor. Yazarın mevsim dörtlemesinin ilk kitabı olan ve aynı zamanda ilk Brexit romanı olarak da anılan Sonbahar, mevsimin doğasıyla da bağdaşarak dökülmeleri, parçalanmaları, değişimleri, solan renkleri, hüznü ama aynı zamanda umudu sözcüklere taşıyor.

DANIEL İLE ELİSABETH: ALIŞILMADIK BİR DOSTLUK

Zamanların yine en kötüsü olduğunu vurgularken Ali Smith, romanın başında çok yaşlı bir adamın cansız bedeninin kıyıya vuruşunu betimliyor ve her birimizin yüreğini parçalayan sığınmacı haberlerini akıllara getiriyor. Halbuki 101 yaşındaki Daniel Gluck’ün kendi ölümünü gördüğü rüyasındayken biz, otuz iki yaşındaki sanat tarihçisi Elisabeth Demand’ın, ölümden önceki son derin uykusunda olduğunu anlayacağımız en eski komşusu ve arkadaşıyla olan yıllara dayalı dostluğuna ortak edildiğimizi henüz fark etmiyoruz.

101 yaşındaki Daniel Gluck ile Elisabeth Demand’ın dostlukları çok eskiye dayanıyor; romanda bu ilişkinin aşamaları ve hikâyesi geriye dönüşlerle okurla paylaşılıyor. Elisabeth henüz sekiz yaşındayken annesinin kendisinden fazlaca büyük olan bu adamla takılmamasını öğütlediği sahnelere şahit olurken Elisabeth’in annesinden gizli gizli –ve iyi ki– bu dostluğu sürdürme çabasını okuyoruz. Büyüdükçe işinin ve eğitiminin yoğunluğundan komşusunun izini kaybeden Elisabeth, yıllar sonra Daniel’in izine bir bakımevinde rastlayınca onun yeniden en yakın –hatta tek– arkadaşı oluyor ve sık sık ihtiyar arkadaşını ziyarete gidip ona kitap okuyor, biz de tam bu anlarda duyuyoruz Daniel’in sesini: “Ne okuyorsun?” Bu sorunun yanıtı bazen Fırtına oluyor, bazen Cesur Yeni Dünya, bazen Dönüşüm, bazen de İki Şehrin Hikâyesi... Parçalanma, bürokrasinin haşin yönü, merak ve korku halleri, dönüşümün kendisi ve çağrışımları ve elbette hikâye anlatımının gücü... Bütün bu konular, Sonbahar’dan önce yayımlanmış bu önemli edebi eserlerin gücünü de arkasına alarak daha da güçlü bir anlatımla okurlara sunuluyor.

Sonbahar, Ali Smith, Çevirmen: Seda Çıngay Mellor, Kafka Kitap, 2019.

ANNE KIZ ÇATIŞMASI

Londra’daki bir üniversitede sanat tarihi bölümünde doktora tezini yazmaya çalışan öğretim üyesi Elisabeth’in annesiyle ilişkisine de kronolojik olmayan bir anlatım üzerinden tanıklık ediyoruz. Londra’da bir yandan bürokrasiyle mücadele eden Elisabeth, kıt kanaat geçinmekte zorlandığı için annesiyle yaşamaya başlıyor –tabii ihtiyar arkadaşını bulmasında da bunun payı hayli yüksek– ve annesinin evinin yakınında olan bakımevine giderek ihtiyar dostuna her gün kitap okumaya gidiyor, o Elisabeth’i duymasa da...

Sonbaharın dönüşümüne yaraşır bir değişime Elisabeth ile annesinin ilişkisinde de rastlıyoruz. İlk başlarda annesi, kızının kendisinden epey büyük, ihtiyar ve –tahminen– eşcinsel bir adamla olan dostluğunu anlamazdan gelip engellemeye çalışan geleneksel bir kadın profili çizerken zaman içinde bir kadın partneriyle aynı evi paylaşan, göçmenler için mücadele veren, eylem yapmaktan çekinmeyen, gözaltında tutulsa da araya konan çitleri yıkmaya çalışan bir kadına evriliyor. Yaptıklarını anlatırken yadigârlara, hatıralara, merhamete, insana verdiği değeri vurguluyor aslında: “O çiti insanların tarihçeleriyle ve daha merhametli, daha hayırsever zamanların yadigârlarıyla bombardımana tutacağım.” (s. 209)

EDEBİ GÖNDERMELERLE ÖRÜLÜ BİR DİL

Üçüncü şahıs anlatıcıyla ilerleyen romanda sadece hikâyenin akışını değil; Daniel’in rüyalarını ve düşüncelerini, Elisabeth’in günlük hayatının akışını, Elizabeth ile annesinin hem bugününü hem geçmişini, yine aynı şekilde Elisabeth’in rüyalarını ve düşüncelerini de okuyoruz. Parantez içlerinde okurla konuşan anlatıcı, farklı bir bakış sunmakla kalmıyor, ayrıntılı bilgi de veriyor, hatta bazen konuya ve duruma dair yorumlarda bulunmaktan da kaçınmıyor.

Baştan sona anıların, hatırlayışın, unutuşun, rüyaların sınırları üzerinden hafıza oyunlarıyla okuru bir bulmacanın içine sokan roman, yazılış ânı itibarıyla içinde bulunduğu ânı kayda geçiriyor; bu yüzden roman kahramanları Birleşik Krallık’ın Brexit referandumunun getirilerini, götürülerini yaşadıkları kadar ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasal sorunlardan da muzdaripler. Bunun en güzel örneğini de Elisabeth’in pasaport değiştirme sürecinde saçma bürokratik kurallardan dolayı yaşadığı aksaklıklar üzerinden alaycı bir tonda görüyoruz. Tam da bu esnada Elisabeth’in Cesur Yeni Dünya’yı okuması, kitapta Fırtına’dan bir alıntıya rastlaması tesadüf değil elbet.

Kronolojik akmayan zaman bir geçmişe bir günümüze dokunuyor, yıllar arasında sıçramalar yaparken aylar hızla ilerliyor: “Bir dakika önce hazirandı. Şimdiyse hava eylül. […] Kasım? Akıl almaz. Sadece bir ay ötede.” (s. 77) Değişen sadece zaman da değil, iklim de bu mevsime ayak uydurmaya çalışıyor. Bazen de belirsiz bir zamanın içinde zamansızlığa davet ediliyoruz: “Senelerden bir sene, mevsimlerden bir mevsim, haftalardan bir hafta, günlerden bir gündü.” (s. 137) Çünkü mevsimden çok mevsimin getirdiklerine, zamandan çok zamanın yaşattıklarına, aydan çok ayın biriktirdiklerine, ândan çok ânın hissettirdiklerine odaklanıyoruz. 1950’lerden 1955’lere, Elisabeth’in annesinin on üç yaşında olduğu günlerden Elisabeth’in sekizinci yaşına, 2015’e, sonra bugüne: “Ülkenin dört bir yanında elem ve kutlama vardı.” Tıpkı sonbahar mevsiminin kendisi gibi, hüzün ve huzur. Son sayfalarda mevsim kışa dönmeye başlarken, havalar soğuyup bahçedeki mobilyalar pas tutarken yine umudun sıcaklığını yazıyor yazar: “Ama güller var, güller hâlâ var. Rutubetin ve soğuğun içinde, işi bitmiş gibi görünen bir çalılığın üstünde kocaman açılmış bir gül var, hâlâ. Şunun rengine bakın.” (s. 213)

Anneyle kızının, Elisabeth’le Daniel’in, pasaport başvurusu sırasında muhatap olduğu görevliyle Elisabeth’in, üniversitedeki hocalarıyla Elisabeth’in, annesiyle partneri Zoe’nun arasında ve daha pek çok sahnede diyaloğa rastlıyor, bu diyolaglar üzerinden ilişkilere dair ipuçları topluyoruz. Başka edebiyat eserlerinden yapılan alıntılarla da aslında anlatıcı yaşamdan keyif almak için edebiyatın tadına varmak gerektiğini hatırlatıyor ve insanları birbirleriyle iletişime ve etkileşime çağırıyor: “Zaman öyle ki, insanlar birbirlerine bir yığın şey söylüyor ve bunların hiçbiri diyaloğa dönüşmüyor. Diyaloğun sonu.” (s. 97)

ALİ SMITH'İN TÜRKÇEDEKİ YOLCULUĞU

Türkçedeki seyahati 2007’de Dost Körpe’nin çevirisiyle çıkan Rastlantısal romanıyla başlayan Ali Smith, 2010’da Dilek Şendil’in çevirisiyle yayımlanan Kız Erkekle Buluşur ve Dost Körpe’nin çevirisiyle okuduğumuz Bütün Hikâye ve Diğerleri, 2011’de yine Dost Körpe’nin çevirisiyle okuduğumuz Gibi, 2014’te Handan Balkara’nın çevirisiyle yayımlanan İlk Kişi ve Diğer Öyküler, 2015’te Duygu Akın’ın çevirisiyle Hepsi Sana Miras serisinden çıkan Antigone ve 2017’de Ilışar Kür’ün çevirisiyle yayımlanan İkisi Birden kitaplarıyla Türkiye’deki okurlarıyla buluştu.

Mevsim dörtlemesine 2019 yılında Seda Çıngay Mellor’un çevirdiği Sonbahar’la başlangıç yapan Kafka Kitap, Kış, İlkbahar ve Yaz kitaplarını da yayın programına aldığının müjdesini verdi. İngilizcesiyle kıyaslama yapmadan çevirinin iyi olduğuna dair bir yargıda bulunmak çeviribilim adına doğru bir yaklaşım olmayacağından çevirisini değerlendirmekten özellikle imtina ediyorum ancak kitabın Türkçesi öyle duru, doğal ve bizim Türkçemiz ki romanı okurken, sözcük ve tümcelere kendini kaptırırken, hikâyenin akışına ve anlatının gücüne dalıp gidiyorsun. Hem çevirmenin hem editörün kalemine sağlık; size de yakın zamanlarda “Ne okuyorsun?” diye sorduklarında bence “Ali Smith’in Sonbahar’ı” deyin, böylece Daniel’le Elisabeth’in dostluğuna herkesi ortak edelim. Anlattıkları, anlatım gücü ve dili itibarıyla okunmaya ve okutulmaya değer bir roman.