George Saunders’ın 'Aralığın Onu'
George Saunders'ın öykü derlemesi olan "Aralığın Onu", sıradan insanın deneyimine odaklanarak kişisel başarısızlıkların, düş kırıklıklarının, baskının ve umutla beslenen sınıfsal kaygıların insanı nasıl bir saplantılar labirentine soktuğunu gösteriyor. Saunders, Amerikan toplumunu ve aile yapısını anlatırken evrensel bir biçimde insana dair olan karanlık tarafı bulup yakalıyor.
Bülent Ayyıldız
Aralığın Onu, George Saunders’ın mühendis titizliğiyle inşa ettiği öykülerinden oluşuyor. Ustaca şekillendirilmiş cümleler ve kelimelerle, bir makinenin dişlileri gibi iç içe geçmiş paragraflarla örülü öykülerin temalarında Amerikan yaşamı ve sınıf çatışması öne çıkıyor. Saunders, öykülerin genelinde okuru rahatsız etmeyi hedeflemiş gibi ama bunu yaparken kullandığı alaycı dilin ve kara mizahın arkasına ustaca saklanabiliyor. Amerikan öykü geleneğine yaslanarak, Amerikan toplumunun dertlerini anlatmaktansa göstermeyi tercih ediyor.
Saunders öykünün merkezindeki temayı rahatlıkla saklayarak, olayların akmasına izin veriyor. Bu yüzden merkezdeki “Amerikan yaşamı” çekirdek olarak sabit dururken, dünyanın herhangi bir yerindeki okura dokunan uçları da açık bırakabiliyor. Bu kitabında İkna Ulusu’na nazaran daha ılımlı ve daha az distopik hikayelere yer verse de Saunders, Amerikan toplumunu eleştirmekten geri durmuyor. Önceki öykü kitabına nazaran teknolojinin ve bilimkurgunun dozunu açıkça azaltmış. Yine de o muzip anlatının ortaya koyduğu insan azımsanmayacak derecede karanlığa gömülü duruyor. “Zafer Turu”nda ideal bir formasyondan geçmiş, annesinin ve babasının sözünden çıkmamış bir genci görüyoruz. Bu genç tanıklık ettiği bir tecavüze yeltenme olayında nasıl davranacağını bilemiyor yine de. İkilemler arasında gidip geliyor. Şimdiye kadar aldığı bütün tavsiyeleri ve formasyonu kafasında inceleyip ne yapması gerektiğini bulmaya çalışıyor. Kahraman mı olmalı? Yoksa sonsuza kadar, harekete geçmediği için onursuz mu yaşamalı? Saunders çocuğu etik bir tavır almaya sürüklerken, aslında bunun insaniyetlikten çok, kahramanlığa ve süperego’ya dayalı olabileceğini düşündürüyor.
İNSANA, ÖLÜME VE SEVGİYE DAİR
Amerikan toplumunda ahlaklı bir birey olmanın yanı sıra başarılı bir birey olman gerekiyor. Sisteme fayda sağlamıyorsan etiğin pek bir faydası yok. Bu noktada, sürekli ideal olanı yapması salık verilen gencin aynı zamanda biraz da sinik olması yönünde eğitildiğini görüyoruz. “Köpek Yavrusu”nda da benzer bir eğitim ikilemi açığa çıkıyor. Travmaları olan bir annenin çocuklarının da aynı acıları çekmemesi için ideal olana tutunmaya çalışmasını görüyoruz. Ama “ideal” olanı tanımlamaya gelince, iş biraz daha giriftleşiyor. Zira Saunders’in hiçbir karakteri sağlıklı değil gibi. Hayatın bir aşamasında bir şeyler ters gitmiş ve sürekli bunun sancısıyla yaşamaya çalışıyorlarmış gibi. Karşımıza başka bir anne daha çıkarıyor yazar. Bu annenin çocuğunu eğitme şekli hoş karşılanmasa da iki annenin de çocuklarını sevdiğini görüyoruz. Saunders bu kez sevginin ve ahlakın ne olduğunu sorgulatan öyküler sunuyor önümüze. “Örümcek Kafasından Kaçış” öyküsünde bütün ikilemleriyle insanın ve aşkın doğası inceleniyor. Denek olarak kullanılan mahkumlar önce ilaçlarla aşık ediliyor. Sonra da aşkı bitiren ilaçlar kullanılıyor ve bittiğini ispat etmek için mahkumlar sınanıyor. Bir mahkum hüküm giydi diye insanlık dışı deneylere maruz kalması etik mi? Aşık olmak sadece hormonlarla kontrol edilebilen bir şey mi? Ya da insanların sevgisini kontrol altına almak isteyen bir bilim neye hizmet ediyor? Karakterimiz ya insanlığından vazgeçecek ya da insan olarak ölmek zorunda kalacak. İnsana, ölüme ve sevgiye dair bir diğer öykü de “Aralığın Onu”. Bir ihtiyar hayata olan sevgisini yitirmek üzereyken, başka bir genç hayatını sonlandırmak istediğinde durumun nasıl değiştiğini görüyoruz.
Saunders karakterlerini etik değerler üzerinden ikilemde bırakmayı seviyor. “Benim Kahramanca Fiyaskom”da bir çalışanın işyerinde görmemesi gereken bir şeye şahitlik ettiğini ve bununla birlikte soyunduğu kahramanlığı görüyoruz. Aslında her şey hiyerarşinin ve sınıf çatışmasının bir tezahürü olarak çıkıyor karşımıza. Direkler öyküsünde, orta direk ve sonuna kadar Amerikan yaşamını benimsemiş bir babanın çocuklarını nasıl etkilediğini ve bu standart yaşamın insanı nasıl çığırından çıkardığını görüyoruz. “Uyarı” öyküsünde beyaz yakalıların aslında o kadar da tuzunun kuru olmadığını hatırlatıyor yazar. Onların itaat etmesi gereken bir adam ve bu adamın da itaat etmesi gereken başka bir amiri olduğunu görüyoruz. Bir yandan da beyaz yakalıların yaptığı işi sır gibi kapalı tutuluyor. İşin doğası ne olursa olsun, kesin itaat edilmeli mesajını veriyor patron. Saunders bu kuralın, toplumun en küçük yapısı aileden en büyük halka devlete kadar aynı şekilde işlediğini gün yüzüne çıkarıyor. “Semplika Kız Günlükleri”nde insanların hâlâ Amerikan rüyasına tutunmaya çalıştıkları anlatılıyor. Herkese eşit fırsat verildiği ve herkesin düze çıkacağı fikriyle oyalanıyor insanlar. Kazı kazandan para gelince fırsatlar ülkesinin doğruluğu ispatlanmış gibi görünüyor. İronik bir şekilde bu parayla neredeyse “köle” denilebilecek etnik hizmetçiler, “Semplika kızlar,” ailenin kızına doğum günü hediyesi olarak alınıyor. Ailenin kızı insafa gelip Semplika kızlarını serbest bırakınca, bu kez Amerikan rüyası tepetaklak oluyor. Orta halli geçimlerinden düşüp dibe vuruyor aile. Çünkü Semplika kızlarını kaybetmenin bir tazminatı olduğunu öğreniyorlar. Zorluklarla yaşamaya çalışan aile devletin/kurumların/şirketlerin baskılarını sürekli üzerinde hissediyor. Diğer bir yandan, bu aile ufacık bir düze çıkmayla hemen gücünün yettiğini ezebiliyor. İşin başka bir boyutu da Semplika kızlarının yasal ve kurumsal olması.
Sınıf çatışmasının ortasında, dişlilerin arasında parçalanan hayatları iki şekilde görebiliyoruz. Biri gerçekten sisteme adapte olabilmiş, orta halli bir yaşamın içinde kendi yağıyla kavrulup giden karakterler. Bunlardan biri de “Al Roosten” öyküsündeki karakter. Her ne kadar orta düzey bir yaşam standardı yakalamış olsa da arkadaşına olan kıskançlığının üstesinden gelemiyor. Rutine binmiş hayatın içinde onu neyin mutlu edeceğini bulamadığı için, başkalarının mutluluğundan rahatsız oluyor. Neyse ki, Saunders’in iyimserliği sahneye çıkıyor ve karakterimiz gençliğinde annesinden aldığı eğitim ve sevgi sayesinde insanlığa dair umut ışığı olabiliyor. Diğer insan tipine gelecek olursak, Saunders bunları baştan kaybetmiş karakterler olarak sunuyor. “Eve Dönüş” öyküsünde askerlikten dönmüş bir adamın yaşadığı travmalardan sıyrılamadan hayatın sert yüzüyle karşılaşmak zorunda kaldığı resmedilmiş. Evet, askerden dönmüş biri olarak herkes onu takdir ve tebrik ediyor ama bu lafta kalıyor. Toplumun ikiyüzlülüğü burada da belirginleşiyor. “Tamam bizim için askerlik yaptın, bizi korudun, ama bundan sonrası için gözünün yaşına bakamayız” mesajı geliyor herkesten. Eve döndüğünde annesinin idareten yaşadığı hayatla karşılaşıyoruz. Parasızlık çektiklerini ve yine kendilerine nazaran durumu iyi olanlara karşı takınılan olumsuz tavrı görüyoruz. İçinde yaşayacakları doğru düzgün bir evleri yok ve ev sahibi geciken kira yüzünden onları atmak üzere. Böyle bir durumda anne oğlunu koz olarak kullanıyor. Onun askerlik yaptığını ve ona saygı duymaları gerektiğini dillendiriyor. Kısmen işe yarıyor da. Ama çok kısa bir süreliğine. Saunders Amerika’yı modern bir orman olarak görüyor sanki. Bir yandan orman kanunları geçerliyken, bir yandan da şansı yaver giden ya da tek tük de olsa irade gösterenler çemberi kırabiliyor, ama bu kesinlikle özgürlük demek değil. Sadece daha geniş bir çemberin içine düşmek demek. Kısaca, Saunders kara mizaha bulandırdığı öykülerinde çağımız insanının sosyal bir varlık olarak yaşarken, bütün bu kurallar ve sistemler bütününün içinde mücadele ederken vicdanında açtığı deliklere ışık tutuyor.