O, Antonin Artaud

Fransız yazar, şair, oyun yazarı ve oyuncu Antonin Artaud’nun seçilmiş metinleri, şiirleri ve desenlerinin yer aldığı "Ben, Antonin Artaud" Ve Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitap, içinde yer alan metinlerde Artaud'nun kendi benliğiyle, toplumla, yaşamla, bedeniyle, içinin derinleriyle kurduğu ilişkiye Artaud'nun yazısından yükselen haykırışı duyuruyor okura.

Google Haberlere Abone ol

Antonin Artaud üzerine düşündüğümde aklıma Carl Solomon’un cümleleri geliyor: “Artaud ‘isyancı’ya karşı gelen bir ayaklanmadan türeyen topluma karşı isyanı savunması beklenen sürrealizme karşı dahi isyan etti” (akt. Pawlik, 2017: s. 10). Solomon, Artaud hakkındaki bu cümleyi onun 1927 yılında Breton hareketinin sürrealizm anlayışına karşı çıkarak, onları reddetmesiyle ilişkili olarak kuruyor. Ancak Artaud’nun düşüncesine baktığımızda bu reddedişin çok boyutlu olduğunu, onun yaşamının isyan üzerine kurulu olduğunu fark ediyoruz. Bu nedenle o varoluşunu reddetmeler üzerine kuran, acı çekmeyi bunun bir parçası haline getiren, “akıl dışı”nın bir çığlığı olarak öfkesini etkin şekilde kullanan bir suret olarak çıkıyor karşımıza. Toplumun tüm biçimlemelerine, kurumlara, her türlü ahlâkî yargıya hatta kendi bedenine bile karşı çıkıyor. İçinde kopan tüm fırtınaları bir dile, bir söyleyişe ve başkaldırıya dönüştürüyor. Onun tavrı sadece bireysel varoluş kaygısından da kaynaklanmıyor, dünyaya, sanata, politikaya bakışında da aynı tavrı hissediyoruz. Başlangıçta başında bulunduğu hâlde sürrealizme karşı çıkışında da bunun yansımasını görüyoruz.

Breton’u eleştirirken onun rasyonalizme ve bilime taviz verdiğini söylerken, FKP’yi akılcı bir düzen partisi sayıp, Breton’un işbirliğine kafa tutarken de kendi içinde tutarlı çünkü onun tarafından yazılmış olduğu düşünülen “Sürrealist Araştırmalar Bürosu Bildirisi”nin son maddesinde şöyle söylüyor: “Özellikle Batı dünyasına söylüyoruz: Sürrealizm vardır. Peki, bize takılan bu izm de nedir? Sürrealizm bir şiirsel biçim değildir. Kendine geri dönen zihnin çığlığıdır. Ve prangalarını kırmaya kararlıdır” (Sanat Manifestoları, Avangard Sanat ve Direniş, s.226). Bu cümlede onun sürrealist anlayışında aklın sınırlarının, bilimin tahakkümünün yeri olmadığı çok açık, hiçbir şeyin “prangasına” yer olmadığı gibi kendine dönen bir zihin olumlanıyor. Bu da akılcı bir tavırla olabilecek ve bilimin laboratuvar nesnesi olmayı kabullenecek bir tahayyül değil.

İSYAN, ÖFKE VE REDDEDİŞ

Antonin Artaud üzerine daha fazla düşünmemizi sağlayacak bir kitap, Ben, Antonin Artaud Ve Yayınevi tarafından, Mehmet Bağış çevirisi ile basıldı. Kitapta, şiirleri, seçilmiş metinleri ve desen çalışmaları yer alıyor. Kitap onun yazısından yükselen haykırışı duyuruyor okura, kitapta yer alan metinlerde onun kendi benliğiyle, toplumla, yaşamla, bedeniyle, içinin derinleriyle kurduğu ilişkiye daha yakından bakıyoruz. Artaud üzerine düşünürken üç kelime öne çıkıyor: İsyan, öfke ve reddetme. Onun şiirlerinde, yazısında konu ne olursa olsun karşımıza çıkan bu kelimeler, bir sanatçının içinden taşanın yankısına dönüşüyor. Ayrıca acısını içselleştirmiş, onu varlığının bir parçası kabul etmiş bir sanatçı Artaud, sorgulanmayacak bir uyumsuz, dünyanın dışsal tüm etkilerini reddederek kendi zihninin derinliklerinde kaybolmuş, “Ben Antonin Artaud” diyerek, fikirlerinin odak noktasına kendi ben’ini yerleştirmiş, tüm çabasını hayal ettiği o ben’e ulaşmaya adamış bir isyancı. Bu özelliklerini Ben Antonin Artaud kitabında da okura hissettiriyor ve onun çalkantılı dünyasından bakınca hayatın çıkmazının gerçekliğiyle, insanın kendiyle mücadelesiyle karşı karşıya kalıyoruz.

Ben Antonin Artaud, Antonin Artaud, Çevirmen: Mehmet Bağış, Ve Yayınevi, 2019.

KENDİLİK ÇABASI

Artaud’nun metinlerinde genellikle karşımıza çıkan kendine dönme çabası. Günümüzde pek de umurumuzda olmayan, tüm biçimlemeleri alıp üzerimize geçirdiğimiz, onlarca benlik maskesiyle varolma çabasına girdiğimiz, kendimizi kendimize başka gözlerin bakışıyla tanımladığımız bir çağda yaşarken, sanatçının kendilik çabası ve bunun için verdiği mücadele epey düşündürüyor: “Artık hayata dokunulmayan noktaya vardım, ama içimdeki her türlü iştah ve varlığın ısrarlı kıpırdanışlarıyla. Bir tek kaygım kaldı, kendimi yeniden inşa etmek.” Hayata dokunamayacak noktaya varmış olduğunu düşünen bir bireyin, iştah duyduğu tek şeyin kendini yeniden inşa etmek olması ilginç değil mi? Bunun üzerine düşününce ve bugünden bakınca şunu hissettim, günümüz insanının kendiyle ilişkisi daha çok toplumun ve yaşamın vaatlerinin gözünden kurulurken Artaud, yaşama dair olanın uzak kaldığı bir noktada, kendilik üzerine düşünme çabasına giriyor. Başka bir yerde şöyle söylüyor: “Tanığım kendimin biricik tanığıyım. Kelimelerin kabuğunu, şu belli belirsiz, şu belli belirsiz dönüşümünü kısık sesli düşüncemin, onun daha formüle edilmiş ve düşük yapmış bölümünü, bunların varabileceği menzili ölçecek tek yargıç benim.” Bu cümlelerden, insanın kendine dair olanı bilip yüzleşmesini, tanık olduğu varlığının bilincine varmasını ve tüm bunları hiçbir toplumsal gözün denetimini umursamadan, sadece kendi yargıçlığında gerçekleştirmesini anlıyorum. Ve Artaud’nun ulaştığı bu bilinç seviyesi heyecan veriyor çünkü bana kalırsa insan ne olduğunu en çok kendisi bilir, başkasının yargısından çok kendinin sana dair ne dediğini önemsemek ve bunu başarmak sanırım insanın kendine en yaklaştığı andır ve bu durumun farkına varanın maskelere ihtiyacı olmaz. Ayrıca, insanın kendini bilmesi başkasının gözünde nasıl bir yere sahip olduğunu merak etmesinden daha mühimdir. İşte, Artaud’nun kendilik meselesiyle ilişkisinde bu var, çıplak kalmış bir ben, her şeyiyle yüzleşmiş, üzerine dikilen gözlerden arınmış, uyum sağlama çabasına girişmeyen, uzlaşmayan, karşının da karşısında bir tavır.

ARTAUD VE BEDENDEN ÇIKIŞ

Artaud’nun “beden karşıtı” bir tavrı benimsediği söylenebilir. Bunun sebebinin bedenin, ruhun önünde bir engel teşkil etmesinden kaynaklı olduğunu düşünenler var. Goodman’ın bu konudaki gözlemine göre: “Ondaki tutku, ses algısından daha önemlidir. Ve bedeni aşağılarken dahi getirdiği eleştirilerinin şiddeti, arzu ile içgüdülere eşit derecede övgüler dizenlerle uyum sağlamıştır ” (akt. Pawlik, 2017: s. 12). Buradan anladığımız arzuyu ve içgüdüyü öne çıkaranlar kadar bedeni aşağılamıştır Artaud. Yani bir şekilde olması gerektiği kadar. Bana kalırsa Artaud bedeni bir dış kap olarak görüyordu, dışsal olanla görüntü üzerinden kurulan bir bağlantıydı beden. Onun çabası ise olabildiğince içine odaklanmaktı. Bedenin dışsal yanındansa içindeki her uzvun çok sık kullandığı gibi “etin” varlığını ve kendisi üzerindeki etkisini ortaya çıkarmaktı. Bedenin kendisini asıl arzularını belki de ruhunu hapsettiğini düşünüyordu: “Çünkü varlığın bedeni her zaman oldu, ve kavramlar boşluğun, kendisinden bir varlık yapmak istediği bir boşluk temasından başka bir şey değil ve dışla dolu, dışarıdan dolu vücut hareketlerinin geçici bir kırılması, her şeyin çevresi ve onun düzlem duvarı oldular sadece”. “Varlığın bedeni” onu dışla doldururken, hareketlerini engellerken bir duvara dönüşüyordu, başka bir yerde söylediği gibi: “çünkü sonuç bir duvar vücuttur.” Bu duvar belki de onun dışarıyla arasındaki bağlantıyı kesmesini engelliyor, içiyle, ruhuyla kurmak istediği ilişkinin önüne geçiyordu. Bir anlamda bu bedeni bir hapishane olarak düşünmemize de sebep oluyor. Başka bir yerde beden karşımıza şöyle çıkıyor: “Ben, insan, muktedir değilim ve benim tanrım beni avucunda tutuyor, onu yapıyor, bu demektir ki kazanmış ve kazanmakta olduğum beden, ben giderek daha çok çalışırken, beni avucunda tutuyor.” Burada yine kendisinden kurtulmak için çaba verilen ama ne kadar çalışılsa da onun “avucunda tutulmaktan” sıyrılamayan varlıktan bahsediliyor bir anlamda yine sınırlayan bir şeyi aşma çabası var tıpkı “duvar” olarak imgelenen sınırda olduğu gibi. Başka bir yerde ise ruhu gösteren şey olarak vücuttan bahsediyor Artaud: “Ruhlar bir vücut olmadan kendilerini gösteremezler ve eğer bir vücut varsa benden başka biri de var demektir, kemikleri kaslı bir maymun ve zincirler. Öteki benden düşüncelerimi almıştı, geri aldım onları ondan.” Bedeniyle mücadele eden bir varlığın serzenişi bu aynı zamanda ve ruhun kabı olarak beden başka bir varlık olarak görülüyor, “kaslı bir maymuna” benzetilirken, “zincirler” ise yine sınırlayan belki de kendisi olmanın önünde duran olarak açığa çıkıyor. Artaud’ya göre: “Mükemmel bir vücut, görülmeyecek, dokunulmayacak, çizilmeyecek, geçecek, benim tarafımdan yapılacak. Orada olacağım ve kimse bilmeyecek o vücudun var olup olmadığını, artık hiçbir soru sorulmayacak, hiçbir şey sorun olmayacak, işte gerçek olan bu.” Bu âdeta bir görünmez olma arzusu, Artaud düşüncesi üzerinden baktığımızda ise dışarıyla tüm bağlantının kesilmesi şeklinde yorumlanabilir. Çünkü o, tüm toplumsal bağlantılarını koparmak, dışarıdan görünür olanın disipline edilirliğinden kurtulmak sadece kendi özgür ruhunun, bedensiz, şekilsiz varlığının peşinde olmak istiyor “bedenim her şeye hazır ve her şeye itaat ediyor” derken sezdirdiği de bu. Ve bu onun arzuladığı benlikle de ilişkileniyor.

Antonin Artaud, oyun yazarı, oyuncu, yönetmen, şair, yazar ama o en çok kendi kendini yeniden doğurmak isteyen, kap olarak gördüğü bedenine sığmayan, onun sınırıyla bile mücadele eden bir isim. Ulaşmak istediği şey kendi ben’i, kendi sözü, etinde duyduğu, tüm uzuvlarında hissettiği acıyla barışık, dünyanın, verili tüm düşüncelerin ve aklının dışında bir sanatçı, “acı çektiği şeyi yazan”, “kendi için yarattığı” dünyadan seslenen... İnsanın varlığını çıplak bırakan, oluşunda etkili olanı söken, dışsal olanı reddeden… Onu anlamak, hakkında kesin hükümlere varmak kolay değil ama metinlerine temas edenler ondan taşan sesi duyabileceklerdir, öfkenin ne derece etkin kullanılabildiğini, isyanın insanın her zerresinde duyduğu bir reddediş olduğunu ayırt edebileceklerdir. Artaud, 'Ben Antonin Artaud' adlı metin de bizi onun öfkeli haykırışına biraz daha yaklaştırıyor. Kitap bitince şöyle diyorsunuz O, Antonin Artaud, imkânsız bir yazı arayan, imkânsız varoluşun peşine düşen.

KAYNAKLAR

Pawlik, J., (2017), Antonin Artaud ‘Amerikan Avangardı ve Beat Edebiyatı, (Çev. Hakan Şahin), İstanbul: 6:45.

Sanat Manifestoları ‘Avangard Sanat ve Direniş’, (Der. Ali Artun), (Çev. Kaya Özsezgin, Ufuk Kılıç, Can Gündüz, Elçin Gen, Mustafa Tüzel, Ece Erbay, M. Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu, Erdoğan Alkan), İstanbul: İletişim Yayınları.